6 Şubat Kahramanmaraş depremleri sonrası yaraları sarmak için herkes elinden geleni yapıyor. Yıkımlar nedeniyle can kayıplarında kusuru olanların yargılanmaları da elbette bir çeşit “yara sarma” olarak görülebilir. Ancak yargılamalar adil olmazsa yeni yaralar açmaktan ve asıl sorunları perdelemekten başka işe yaramayacaktır.
Meramımı birkaç yazıda anlatabileceğim ve bu yazıda yargılamaların daha başlangıcında gözlemlediğim temel bir soruna değineceğim. Bilirkişilik ve bilirkişiler…
Bilirkişilerin kusurun kimde olduğunu veya kusurlu olduğunu düşündüğü kişilerin kusur oranlarını, asli veya tali kusurlu olup olmadığını bilirkişi belirleyemeyeceğini yazmıştım (https://serbestiyet.com/gunun-yazilari/deprem-yargilamalari-yanlis-basliyor-bilirkisi-hakim-olamaz-143499/). Şimdilerde deprem nedeniyle başlayan ceza soruşturmalarında bilirkişiler kusur oranı yazmıyorlar ama bunun yerine “sorumlusu” şeklinde bir ifade kullanıp yine kişilere atıf yapıyorlar. Kusura bakılmasın ama ben bir fark göremediğim gibi, yargı mensuplarının bu hususta neden ısrar ettiklerini de anlayamıyorum. Bilirkişilere sorumluların belirlenmesi talebinin onları görevlendiren yargı mensuplarından geldiği ve ısrarcı olunduğu bir realite maalesef. Kürsüdeki meslektaşlarım kendilerine özgülenmiş bu görevi neden bilirkişilere havale ederler? Neden yargılamaları en baştan yanlış başlatırlar? Bu sorulara Adalet Bakanlığı (Bilirkişilik Daire Başkanlığı) ile birlikte HSK da yanıt aramalıdır.
Depremden sonra elbette öncelik can kurtarma ve iyileştirme çalışmaları idi. Yargımız yıkılmış ve can kaybına neden olmuş binalardan hemen delil toplayamadı. Zemin etütleri, uygulama projeleri, ruhsatlar, vb. birçok evrakın da soruşturma süreçlerinde toplanması gerekiyordu. “Yargımız” kolay olanı seçti, önce tutuklama yaptı. İlk tutuklananlar “bir kısım müteahhitler” ve hemen ulaşabildikleri yapım veya denetim aşamalarında sorumluluk almış mühendisler oldu.
Dosyaların toparlanıp Cumhuriyet Savcılıklarınca bilirkişilere gönderilmesi vakit aldı. Bilirkişiler olarak doğru bir kararla üniversitelerin inşaat mühendisliği bölümleri hoclarımız belirlendi. Ancak sahadan gözlemlediğimiz kadarıyla ilk birkaç bin dosya aynı üniversiteye gönderildi. Ülkemizde 124 üniversitede inşaat mühendisliği bölümü var. 124 üniversite neden seferber edilmedi sorusunun cevabını biz bilmiyoruz. İlk birkaç bin dosyanın gönderildiği üniversitemiz son derece donanımlı, hocalarımızın uzmanlıklarına karşı en ufak bir eleştiri dahi benim adıma hadsizlik olur. Belli ki hocalarımız da ellerinden gelenin en iyisini yapmak için gece gündüz çalışmışlar.
Ama ortada bir sorun var, aslında büyük bir sorun var.
Sorunlardan ilki, dosyalar birçok üniversiteye gönderilmediği için gecikmeler oldu. Hem mağdurlar hem tutuklu yargılananlar bir an önce iddianameler çıksın ve kovuşturma başlasın istiyorlar, haklılar. Dosyaların çoğunda hala iddianame yok. Neyse ki Savcılarımız hemen birçok üniversiteye ulaştılar ve farklı üniversitelerden bilirkişilikler talep edildi. Farklı üniversitelerin ve hocalarımızın farklı görüşleri olabilir ve olağandır. Buradan hep birlikte daha iyiye ulaşmak da bizim elimizde.
Hürriyet gazetesinde 12 Kasım’da bir haber yayınlandı. İlk birkaç bin dosyanın gönderildiği üniversitede bilirkişi heyetinin başındaki hocamız “7 ayda 4 bin dava dosyasıyla uğraştıklarını” söylüyor ve kamuoyunda da sıkça gündeme gelen bazı binalarla ilgili yıkım sebeplerine yönelik değerlendirmelerde bulunuyordu. Hocamızın değerlendirmeleri çok kıymetli olmakla birlikte (belki de görevlendirmeyi yapan yargı birimlerince bilgilendirilmediğinden veya bilirkişilik mevzuatına hakim olmaması olağan olduğundan) bilirkişilik yaptığı bir dosyalarla ilgili bu şekilde açıklama yapması maalesef mevzuata aykırı. Mevzuata aykırılıkla birlikte, yargılama uzun bir süreç ve farklı aşamalarda yürüyeceğinden, orta ve uzun vadede hocamızın kusur atfettiği kişilerin lehine sonuçlar doğurabilecek nitelikte.
Asıl sorun ise 7 ay olarak ifade edilmekle birlikte fiilen 5 aylık sürede 4 bin dosya ile uğraşılmış olmasında. Haberi okumamıştım ama çok sayıda telefon alınca okudum elbette. Telefon eden meslektaşlarımın ortak noktası 4000 raporu 7 ayda tamamlamak için hiç ara vermeden her gün ortalama 19 rapor yazılması gerekliliğiydi. Bir günde bırakın 19 rapor yazılmasını, yazılmış 19 rapor okunamaz, kontrol edilemez, değerlendirilemez, varsa hataları düzeltilemez. Fiilen 5 ay çalışıldığını ve her ay ortalama 22 gün çalışıldığını düşünürseniz günlük ortalama 36 rapor oluyor.
Hürriyet’in haberinde geçtiği gibi geniş bir ekip kurulmuş olabilir. Raporlarda imzaları olan 7 hocamızın yanında çok sayıda asistan veya öğrenci görevlendirilmiş olabilir ama herkes raporu imzalayan 7 hocamızı, hatta heyetin başkanını bilir. Ekip ne kadar geniş olursa olsun 4 bin dosyanın her biri için 10-15 kişinin sorumluluğu hakkında değerlendirme yapılıyor, bu kişilerin tutuklu kalmaya devam etmeleri, serbestlerse tutuklanmaları, nihayetinde suçlu veya suçsuz bulunmalarında bu raporlar etkili oluyor. Her bir raporun detaylı olarak en azından kontrol edilmesi, varsa hatalarının düzeltilmesi gerekmez mi? Hocalarımız insan üstü bir gayret göstermişler ama bu sistem çok sayıda hataya açık değil mi? Ve daha önemli bir soru var: NEDEN? İnşaat Mühendisliği Bölümü olan 124 üniversite varken, NEDEN? TMMOB ve çok sayıda alanında uzman mühendis varken, NEDEN?
Başka hocalarıma sordum: Yıkılıp can kaybına neden olmuş bir binayla ilgili bilirkişi raporu yazmak gerekse, ne kadar zaman gerekir? Bazı hocalarım her bir binaya en az 5 gün gerekir dedi. Bazı hocalarım kalabalık bir ekip kurulursa tüm raporları kontrol etmek şartıyla günde en fazla birkaç bina için rapor yazılabileceğini söyledi.
Bu kadar çok dosya ile ilgilenince bilirkişi raporlarında istemsiz bazı aksaklıkların olması olağandır. Öncelikle hocalarımız “asli kusurlu” veya “tali kusurlu” veya “sorumlu” gibi ifadelerle çoğunluğu teknik uzman olan kişileri belirtince deprem dosyalarına bakan savcı ve hakimlerimiz de kusur atfedilen herkesi serbestse tutuklama, tutuklu ise tutukluluğunu devam ettirme eğilimindeler. Bu insanlar ülkemizin yetişmiş mühendisleri, mimarları iken, depremden sonra kaçmamış, yıllar öncesi inşa edilmiş yapılarla ilgili karartabilecekleri bir delil de yokken, kendileri de depremzede olan mühendisler neden tutuklanır? Neden tutuklu yargılama tercih edilir? Benim aklıma kitlesel mağduriyetten oluşan toplumsal öfkenin yöneltilmesi gereken bir odak arayışından başka makul açıklama gelmiyor. Yurttaşlar olabildiğince aşağıda ve yatayda genişletilen yargılama süreçlerinde yukarıya bakacak enerji bulamasınlar diye mi bu tutuklu yargılama iştiyakı?
Birkaç teknik aksaklığa veya görüş ayrılığına değinmeden olmaz elbette. Bu hususları tartışılması gereken temel konular olarak değerlendirelim.
Tartışılması gereken ilk konu depremin büyüklüğüdür. Tasarım ve yapım süreçleri temelde deprem yönetmeliklerine göre yapılır ve binanın yapıldığı zaman yürürlükte olan deprem yönetmeliği bir tasarım depremi tanımlar. 1997 ve 2007 deprem yönetmeliklerine göre 1. Derece deprem bölgelerinde öngörülen tasarım depremi için azami yer ivmesi 0,4 g (yer çekimi ivmesinin 0,4 katı, yani yüzde 40’ı) büyüklüğündedir. 6 Şubat Kahramanmaraş depremlerinde elbette her yerde değil ama bazı alanlarda tasarım depremi büyüklükleri aşıldı. Örneğin Hatay merkezde ortalama ivme 1,0 g mertebelerinin üzerinde değerleri buldu. Kahramanmaraş’ta 2,1 g azami yer ivmesi ölçülen istasyonlar oldu.
4 bin dosyaya bakan üniversitemizin raporlarının hiçbirinde depremin büyüklüğüyle ilgili bir değerlendirme yok. Hocalarımıza ulaşan meslektaşlarım bu durumun nedenini sormuşlar ve “bize bu konuda soru yöneltilmedi, sorulsaydı görüşümüzü paylaşırdık” denilmiş. Deprem dosyalarına bakan bir savcımıza neden ivme başta olmak üzere deprem büyüklüğünün raporlarda yer almadığını sorduğumda “ivmeyi neden soralım ki” cevabını aldım. Basitçe şu şekilde açıklamaya çalıştım. Diyelim ki bir insan 100 kg ağırlığında olsun. 100 kg olmasının nedeni yer çekimidir. Eğer yer çekimi ivmesi yarısı kadar olsa 50 kg gelir, 2 katı olsa 200 kg gelirdi. Savaş pilotları yer çekimi ivmelerini aştıklarında daha çok vücut ağırlığına katlanmak zorunda kalırlar ve buna “g” çekmek (basmak) denir. Uzayda yer çekimsiz ortamda ağırlık da kalmaz. Vücudumuz ağırlığımızı ayaklarımızdan zemine aktarır ve kendi ağırlığımızdan oluşan bu düşey yük dışında genelde yatay bir yüke maruz kalmayız. Rüzgar bir yatay yüktür, yumruk da yatay yüktür. Deprem kuvveti bana göre rüzgardan çok peş peşe yumruk atılmasına benzetilebilir. Vücudumuza yatay yük olarak ağırlığımızın yüzde 40’ı ölçüsünde peş peşe yumruk gelmesiyle yüzde 100’ü ölçüsünde peş peşe yumruk atılması aynı mıdır? 40 kg, 100 kg ya da 200 kg kuvvetinde yumruklar aynı etkiyi mi oluşturur?
1000 tonluk bir yapı düşünün. Yatayda gelen kuvvet için (detay hesaba girmeden) 0,4 g ile 1,0 g veya 2,0 g aynı etki midir? Binalar deprem yönetmeliğinin öngördüğü 0,4 g için tasarlanmışsa, mühendisin veya müteahhidin sorumluluğu nereye kadardır?
2 ayrı üniversitemizin inşaat mühendisliği hocalarından oluşan bilirkişiler deprem büyüklüğünün yönetmelikte öngörülenin üzerinde olması nedeniyle yıkımın ana nedeninin deprem büyüklüğü olduğunu belirttiler. Benzer görüşte başka üniversitelerimiz ve çok sayıda hocamız var. Tersini düşünenler de var. Tartışılması gereken bir konu. Benim görüşüm, yıkıma etki edecek başkaca bariz bir kusur yoksa deprem büyüklüğünün yönetmelikte öngörülenden fazla olmasının nedensellik bağını ortadan kaldıracağı şeklindedir. Farklı görüşler tartışıldıkça daha en doğruya ulaşırız umarım.
Bir diğer temel sorun ise binaların analizinde kullanılan paket programlar ve bu programlardan elde edilen sonuçların değişmez gerçeklik zannedilmesi. İnşaat mühendisliğinde betonarme bir bina projesini tamamen elle yapılan hesaplarla çözmüştük fakültede. Artık lisans eğitiminde bunu yapmakta zorlandıkları malum. Deprem yönetmelikleri ve gelişen hesap yöntemleri ise paket program kullanımını zorunlu hale getirdi. Ülkemizde de yerli paket programlarımız var ve yaygın olarak kullanılıyor. Deprem bölgesinde birçok belediye ellerinde olan paket programı proje müelliflerine fiilen zorunlu tutmuşlar. Fakat büyük bir sorun var. Bu programların hiçbirinin akreditasyonu yok. Ülkemizde bir akreditasyon mekanizması da yok. Her program gibi defalarca güncellenen, deprem yönetmelikleri veya ilgili bir standart değiştiğinde zorunlu olarak güncellenen paket programların birbirleri arasında ve aynı programın versiyonları arasında sonuç çıktılarında farklar olur. Paket programda binayı modellerken yapılan kabuller, programların karakutu olan kodlarında yer alan kabuller de farklı sonuçlar elde edilmesine neden olur. En bariz farklar da döşeme ve temel donatı oranlarında görülür çünkü hesaplanan yük ve moment değerleri farklı olur. Programların eski versiyonlarına ulaşmak ise ciddi bir sorun çünkü bunlar genelde çevrimiçi (online) güncelleniyorlar.
4 bin dosyada rapor hazırlayan üniversitemiz de bir paket programın güncel versiyonunu kullanmış. 1997 ve 2007 yönetmeliklerine göre yapılan binaları da (muhtemelen öğrenci veya asistan arkadaşlar) paket programın güncel versiyonunu kullanarak analiz etmişler. Sonra da (sıklıkla temel veya döşeme) donatı yetersizliği sonucuna ulaşıp proje aşamasından itibaren sorumlu herkesi “asli kusurlu” olarak belirlemişler. Donatı ne kadar eksik? Hangi kabulle ve hesapla eksik bulundu? Aynı yöntemi takip ederek sonuçları kontrol edebileceğiniz bir sistematik yok maalesef. Peki bu eksiğin yıkıma etkisi ne? Soruların cevapları yok. Neden-sonuç ilişkisi yok hiçbir raporda. Peki, temellerde donatı eksikliğinden herhangi bir hasar gözlenmiş mi? Ben görmedim ama görenler olabilir elbet, temel donatı yetersizliği nedeniyle yıkılan bina var mı?
Bilirkişi raporunda eksik iddiasına dayanak paket program modellemesi, analiz sonuçları dosyada yok. Binanın yapıldığı yıldaki paket program versiyonundan elde edilen hesap raporları mevcut olan binalarda eksik var mı diye kontrol ediyoruz ve eksik göremiyoruz. Şimdi bunun neresi düzelecek? Bu durum yargıya nasıl anlatılacak?
Bir diğer temel problem ise beton ve donatı dayanımlarının deprem sonrası alınan numunelerle belirlenmesi. Depreme maruz kalıp örselenmiş, sonrasında atmosfer koşullarına maruz kalıp tekrar örselenmiş beton ve donatılardan alınan numunelerin yapım aşamasındaki kusurları gösterebilme ihtimalinin tartışılması gerekmez mi? Deprem geçirmiş bir binada beton ve donatı numunelerinin deprem öncesi özellikleri azami ölçüde gösterecek şekilde alınabilmesi için gerçekten uzman olmak gerekir. Hasara yakın bölgeden, sabitleme dahi olmadan alınan karotların, kalibrasyonu olmayan veya beton dayanımına göre çok daha yüksek yükleme kapasiteli olduğu için kalibrasyonu bir anlam ifade etmeyen beton preslerinde kırılmasıyla ne elde ediyoruz?
Aynı şey olmamakla birlikte, tekrarlanan yükler altında beton davranışı ile deprem nedeniyle tekrarlı yüklere maruz kalmış betonun davranışı benzer olmaz mı? Prof. Dr. Uğur Ersoy hocamızdan öğrenmiştim bu davranışı ve hocamızın Betonarme kitabının başlangıç bölümlerinde herkes bulabilir ilgili grafiği ve anlatımı.
Bunlar tartışılması gereken ana konular olarak görülsün. Detaya inildiğinde başkaca problemler de var elbette.
Deprem sonrası birçok ilimizde ve elbette depremden etkilenen illerimizde defalarca inşaat mühendisi meslektaşlarımızla bir araya geldik. Hiçbir zaman amaç cezasızlık olmadı. Ancak adil yargılanma için yapılması gerekenler belli. Adana’da TMMOB İl Koordinasyon Kurulunca düzenlenen Kent Sempozyumunda açılış sunumunu yaparken meslek odası şube başkanlığı da yapmış bir meslek üstadımız bilirkişi raporlarıyla ilgili çoğu olumsuz tecrübelerini aktardı. Meslek üstadımız “şantiyelerde “dikkat iş makinesi çıkabilir” tabelaları gibi “dikkat bilirkişi çıkabilir” tabelalarına ihtiyaç var” diye bitirdi cümlelerini.
Çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren yargılama konularının çözümünde son derece önemli, gerekli hatta hayati diyebileceğimiz bilirkişilikle ilgili algı bu seviyede ise çuvaldızı kendimize de batırsak mı? En doğru olana ulaşabilmek ve adil yargılama yaparak daha fazla mağduriyete neden olmamak için farklı görüşleri de dinlesek mi?