“Yaralanmış, hiddete kapılmış, vahşi bir intikama meyleden ama buna rağmen bu intikam eylemine karşı mücadele veren bir öznenin içinde bulunduğu karmaşık ve çatışmalı durumdur şiddetsizlik.”
Judith Butler’ın yıllar önce dile getirdiği bu şiddetsizlik tanımını yeniden hatırlayalım. Ezilenlerin intikam almak için örgütlendiği, şiddet eylemlerine karıştığı ve hatta zaman zaman ezene dönüştüğü bir dünyada şiddetin asla son bulmayacağına inanıyor Butler. Ezilenlerin şiddetinin, içlerinde büyüyen öfke ile baş etme yöntemi olduğunu kabul ederken, “misilleme yapmamak” gibi bir ödevimiz olduğunu da açıkça söylüyor. Butler’a göre ezilenin ahlaki ödevi kendi başına gelenlerin diğerlerinin başına gelmemesi için sorumluluk hissetmek ve insanın “yaralanabilirliği” müşterek. Tüm yaşamlar değerlidir gibi hümanist bir klişeden değil, hepimizin ezilmenin sınırlarında dolandığından bahsediyor Butler ve toplumsal yaralar arasında hiyerarşi kurulamayacağını vurguluyor. Sadece hepimizin yaralarının eşit şekilde “yas tutmaya değer” olduğunun değil, ezilenin şiddetinin de şiddet olduğunun bir kez daha altını çiziyor. Nehrin karşı tarafında da yaralanabilir bedenler var ve onların kim olduğunun bir önemi yok, benim için onlar “her şeyden önce sorumluluk duyduğum kişiler”. Butler’a göre bu ortaklığı hissetmek ve kurmak, sonra da şiddet, intikam ve öfke duygularını yenmek de yetmez. Ötekine benim tarihsel ezilmişliğim gerekçe gösterilerek ve benim ezilmişliğimin intikamını almak adına şiddet uygulanıyorsa, bunun “samimi bir şekilde kınanması” da yine ezilen olarak benim ahlaki sorumluluğumdur. Özetlemek gerekirse:
- Başkasının da bizim kadar yara alabileceğini görmememiz için çeşitli manipülasyonlara maruz kalırız. Tarihsel açıklamalar bu manipülasyonların bir parçasıdır.
- Geçmişin yaraları, bugün bizim de yara açmamızın meşru sebebi olamaz. Geçmişin yaraları ezilene bugün aynı yaraların başkalarında da açılmaması için sorumluluk alma ödevini yükler.
- Kısacası, “Mağduru olduğumuz şiddet türlerinden başkalarını koruma sözü vermemizi sağlayacak ilke, insanın ortak yaralanabilirliğinin kavrayışından doğmayacaksa nereden doğacak?”
Kısacası, Butler ezilme hikayesi tarihe karışanlara bu tarihi unutun demez, bu tarihi hatırlayın ve bir daha kimsenin yaşamaması için sorumluluk alın der. Tüm intikamcılık eleştirisine rağmen, tarihsel suçların telafisi hiçbir zaman mümkün olmadığı için ezilenin şiddetsizliği seçmesinin o kadar kolay olmadığını da reddetmez. Yine de, ezilen ve yaralananın “travmalarına” saplanıp kalmadığı, intikam arzulamadığı, şiddeti hiçbir zaman mücadele aracı olarak görmediği bir “şiddetsiz yaşam” hayalini anlatmaktan vazgeçmez. Şimdi Türkiye hikayesinde PKK’nin ortaya çıkışının genellikle Kürtlerin “haklı ezilmişliği” ne gölge düşüren şiddet eylemleri üzerinden okunduğunu hatırlayalım. Barış Akademisyenleri’ne “bu suça ortak olmayacağız” derken sadece devlet şiddetini kınamaları ve PKK’nin bu şiddetteki rolünden hiç bahsetmemeleri üzerinden yapılan “terörist” ve “devlet düşmanı” suçlamalarını bugün Filistin-İsrail üzerinden yeniden düşünelim.
Butler bu çerçeveyi son yaşanan Filistin-İsrail savaşından önce kaleme almıştı. Bunları okuduğum dönemde bir Roman mahallesinde sosyal çalışmacıydım. İstanbul’un en uzak köşesi Silivri’de, Silivri’nin de en temel altyapı hizmetlerinin bile götürülmediği en görünmez yerinde, asfalt yolun bittiği, ayçiçek tarlalarının içerisinden yürüyerek ulaşılan, bir çöp arıtma tesisinin hemen yanına konuşlanmış 40 kadar barakada üst üste yaşayan onlarca aile ile geçiyordu günlerim. Akşama doğru arıtma tesisinden gelen koku ve çöp suyu barakaların içine kadar giriyordu. Çocuklar güne çöp suyunun içinde arabalarını yüzdürerek, kadınlar barakaların içindeki fareleri avlayarak başlıyordu. Erkekler de sabah karanlığında bölgeden ayrılıyor, neredeyse iki saat tarlaların içinden yürüyerek ulaştıkları merkezdeki çöpleri karıştırıp içlerinden para edecekleri topluyor, akşam onları satarak mahalleye dönüyordu. Hırsızlık ve kavgadan bir dizi sabıka kayıtları vardı, sigortalı bir işe girmeleri mümkün değildi. Çocukların biri iyileşip diğeri hastalanıyor, un, su ve bisküvi karışımı ile besleniyorlardı. Camı kapısı naylon gerdirerek yapılmış barakalarda yağmur suyu, çöp suyu ve ölü fareler birbirine karışıyor, sabah mahalleye vardığımda herkes gece kaşınmaktan uyuyamadığından yakınıyordu. Bazı barakaların içinde keskin bir benzin kokusu oluyordu, yaşamdan ve andan kopmaya ihtiyacı olanların akşamı burada geçirdiğini anlıyordum. Bu hafta gençlerden biri hapisten çıkmışsa, başka bir genç muhakkak aramızdan bir süreliğine ayrılmış oluyordu. Aylar süren çalışmalarda bir taşı yerine koyduğumuza sevindiğimiz her an, onlarca taş tepemize yıkılıveriyordu. Bu taş yığını yüzlerce yıllık güç ilişkileriyle iyice sertleşmiş, kaskatı olmuştu ve aynı güç ilişkileri içerisinden doğan naif romantik arzularımızın burada herhangi bir taşı yerinden kıpırdatması mümkün değildi. Ne bir çocuğun okula gidebilmesini sağlayabildik ne de herhangi birinin insana yakışır bir işe girebilmesini. Eğitim sisteminin ve çalışma rejiminin, hatta birkaç mahalle hariç kurduğumuz kentlerin çingeneleri dışarıda bırakmak için nasıl işbirliği yaptığını görerek, son derece başarısız olan bu sosyal çalışma hikayesini arkamızda bıraktık. Biti, pireyi, haşereyi, hastalıkları, çöpü, uyuşturucuyu, kavgayı, gürültüyü ve hatta suçu da arkamızda bıraktık. 20’lerinin sonunda genç bir sosyal çalışmacı olarak ayçiçek tarlalarından geçip vardığımız susuz, elektriksiz, çatısız ve ışıksız o mahalleye çoğu zaman tek başıma yürüdüm. Çalıştığım kurumun yanımda gönderdiği “erkek” şoför mahalleyi tekinsiz bulduğu için beni hep mahallenin dışında bekledi.
- Ben oraya kadar girmem, burada beklerim. Hepsinin sabıkası var, ben kendimi riske atamam. Bir şeyden korkuları da yok. Bence sizin de gitmemeniz lazım. Onlar böyle yaşamaktan memnun, bi şikayetleri yok.
- Bana bir şey yaparlarsa ben onlara hakkımı helal ediyorum abi.
O dönem tuttuğum saha notlarına kaydettiğim bu diyalog, ezilenlerin işlediği “suçlara” dair bugün yeniden düşünmemi kolaylaştırdı. Sistematik olarak eşitsizliğe, zorbalığa, dışlanmaya ve yokluğa tabi tutulmuş çingenelerin öfkelerinin muhatabı olabileceğimi biliyor, bir gün yaptığım saha çalışmasında bir şeyler yolunda gitmediğinde doğrudan failliğim olmayan bu eşitsizliğin sorumlusu tutulabileceğimi görüyor, bununla baş etmeyi ve bir gün “haksızlığa” uğramayı göğüslemek zorunda olduğumu hissediyordum. Bir gün bu haklı öfkenin bana da doğrultulması durumunda failin, yine beni çingenelerden daha ayrıcalıklı kılan yapılar olduğunu kabul ediyor, “hakkımı helal” ediyordum. Bu “helalleşme” benim için çingenelere karşı işlenen tarihsel günahtan o yada bu şekilde sorumlu hissetmekle ilgiliydi. Şimdi Butler’ın çizdiği ve tarihsel olarak ezen kimliğin herhangi bir sorumluluk hissetmeden ezilenlerin şiddetini kınadığı çerçeveye geri dönelim. Boğazına basılmış ve nefes alamaz hale getirilmiş olana verilen o naif şiddetsiz dünya nasihatlerine dönelim.
Hamas ve İsrail arasında yaşanan son savaşta, Butler bir metin daha kaleme aldı. Harvard Üniversitesi Filistinle Dayanışma Komitesi’nin yaptığı “İsrail’de de Filistin’de de yaşananların tek sorumlusu apartheid rejiminin kendisidir” açıklamasına karşı, Butler Hamas’ın şiddetini de içine alan bu savaşın sadece İsrail devletinin şiddetine indirgenemeyeceğini söyleyerek itiraz etti. Butler’a göre, Filistinlerin şiddet eylemleri “bizzat kendi şiddet eylemleridir” ve sorumluluğu Filisin’e aittir. Harvard komitesinin yaptığı “tarihsel” açıklama ise “bugünün dehşetini göz ardı ederek gözümüzü geçmişin dehşetine dikmeye çağırmak” tan ibarettir. Kısacası, Butler daha önce çizdiği çerçevenin sınırlarından çok uzaklaşmasa da, İsrail’de yaşanan ve sivil kayıpları ile sonuçlanan son Hamas saldırısından sonra çok daha “şimdiki zamancı” bir tutuculuğa sıkıştı. Bununla ne kastediyorum? Butler İsrail şiddetine sürekli geçmiş dönemin ve tarihin bir günahı olarak referans veriyor fakat işgal hala sürüyor. İsrail’in işgali henüz tarihe karışmış bir günah değil. Dolayısıyla, Filistin’den yönelen şiddet geçmişin intikamı değil, hala devam eden bir işgalle mücadele yöntemi. Tam da bu nedenle, geçmişin ezilenlerinin ellerine ezme gücü geldiğinde aynı hataları yapmaması gerektiği gibi nasihatler Filistin halkı için geçerli değil çünkü güç ilişkileri hala yerinde duruyor.
Peki, şiddet ezilenler için meşru bir mücadele yöntemi olabilir mi? Butler “şiddetsiz dünya” hayalini anlatırken İsrail’in Filistin’deki işgalinin de, Hamas gibi militan yapılanmaların da tarihe karışmasını dilediğini söylüyor. Hamas’ı yaratan şeyin işgalin ta kendisi olduğunu reddederek, birbirine şiddet uygulayan iki eşit aktörden bahsediyor. Kısacası, Butler Silivri’deki baraka mahallede dolanırken başına bir şey gelen sosyal çalışmacının, çingenelerin sistematik olarak üzerine basan devleti temsil ettiği için bunu yaşadığını göremiyor. Ezilenlerin şiddetinden azade bir dünyanın ancak eşitlendiğimizde mümkün olduğunu göremiyor. Şiddete uğrama korkusundan azade bir hayatın bir grubun ayrıcalığı olduğu gerçeğine gözlerini kapıyor. Tam da bu noktada, yine Butler’ın açıklama yaptığı dönemde Filistin ile dayanışma mesajı paylaşan Sara Ahmed’in söylediği gibi, dayanışmak yeterli değil, bizi dayanışmak zorunda bırakan nedenleri de görünür kılmak gerekiyor. Hem Filistinlilerin hem de İsrail’deki sivil kayıplarının yasını tutarken, apartheid gerçekliğinden arındırılmış bir “Hamas şiddeti” anlatısı ile işgalin üzerinin örtülmesine karşı uyanık olmak esas ahlaki sorumluluğumuz olarak masada duruyor. Öyleyse, Butler’ın Filistin ve İsrail arasındaki güç asimetrisini görmezden gelen naif kınamaları karşısında, Sara Ahmed ne demek istiyor?
- Hamas’ın ve İsrail devletinin başvurduğu şiddet eşit zeminde değerlendirilemez. Butler’ın çok naif bir şekilde tanımladığı şiddetsiz dünya hayali, ezilenin şiddeti ile egemenlerin şiddetini eşitliyor.
- Hamas’ın başvurduğu şiddetin sorumlusu da İsrail’in işgal ve savaş politikasıdır. Tıpkı Türkiye’de 80’li yıllarda Kürt halkına yönelik işlenen suçların PKK’yi doğurması gibi.
- Ezilenin şiddeti, meşru olmasa da ve bunun böyle olmasını arzu etmesek de, bazen şiddetsizliğin, yani çatışmaların son bulmasının tek gerçek koşuludur. Bugün Kürtlerin ellerinde tuttuğu birkaç somut hak varsa hepsi “Kürt sorunu” ancak gerçek bir “tehdit” haline geldikten sonra kazanıldı.
Kısacası, tüm bu kapılar bu yüzden var. Durdurulanlar, onları neyin durdurduğunu görsün diye.