Fırtına

Yağmur bütün gün yağdı. Ağaçlar rüzgarın kuvvetiyle neredeyse yerlere kadar eğildiler.

Fırtınanın sürükleyip getirdiği şimşekler uzaklarda sessizce geceyi aydınlatıyor. Bana doğru gelen bu şiddetin farkındayım, üstelik bekleyip izlemek içimde bir heyecan yaratıyor. Çıtırtılar geliyor evin her yerinden. Çatı bir yandan camlar bir yandan. Camların esnediğini, gerildiğini görüyorum. Aşağıya uzaklara baktığımda Marmara Denizi sisin içinde bir yağmur deryası sanki. Nedense aklıma denizciler gelir böyle zamanlarda, “Allah yardımcıları olsun” diye düşünürüm hep. Hiç denizci tanımadım oysa, belki bir yat kaptanı o da sadece yaz aylarında çalışan, yaşı yetmişlerinde bir deniz aşığı. Gençliğinde çapkın ama hep kibar. Şimdi kalmadı onlardan. Belki de insanlara karşı sevimli ve incelikli davranan son kaptan hatta kim bilir son erkek.

İşte yine bir şimşek çaktı.  İçimden saniye saniye saydım, ses geldi bu sefer. Kaldığım sayıyı üç yüz kırkla çarptım.  İki bin bilmem kaç çıktı. Benden metrelerce uzakta olmalı ama yakın sanki, çok yakın. Kaptan evinde midir acaba, adı neydi sahi, Zafer Kaptan’dı evet. Evindedir, belki de uyuyordur.

Keşke ben de uyuyabilsem.

Camdan yansıyan görüntüme baktım, yorgunluğum yüzümden okunuyordu, ya da mutsuzluğum. Mutsuzum. Uykusuzum. Televizyonu açsam kendimi daha az yalnız hisseder miyim acaba, yok bırak açma, bu gece böyle olsun. Kederli bir gece, kendime bile itiraf edemeyeceksem neye yarar keder.

Sırtımı cama dönüp evin içine baktım. Karşımdaki duvara İsmail’in itirazlarına rağmen astığım çerçevelere baktım. Bir duvar dolusu hatıra. İsmail’in, onunla benim, sonra hamileliğimden bu yaşına kadar kızımızın fotoğraflarına bakıyorum. İsmail hiç sevmezdi bu duvarı, ‘’Duvara astığın her şey başkalarının senin hayatına hayran kalması için yapılmış işler’’ derdi.

Kim bilir belki de doğruydu. Çok sonradan kızım “Anne sen Instagram’ı çok önceden bulmuşsun” demişti bana. Gülüşmüştük ikimiz. Tatlı kahverengi gözlerinde bir hayranlık vardı o zamanlar. O bana öyle baktıkça ben onu daha çok seviyordum. Ama İsmail. Sessizliğini bozmazdı çoğu zaman, bize sanki hafif bir sis bulutunun arkasından bakar gibiydi. Oysa bilirdim ikimizin neşeyle cıvıldamasını severdi. Ciddiyetini bozmadan, hafif bir tebessüm olurdu yüzünde. Hah! derdik, babamız çok mutlu, gülmelere doyamıyor.

Duvara doğru yürüdüm, İsmail’in hafif kel başına, aydınlık ama mesafeli bakan gözlerine baktım. Bu fotoğraf seksenli yıllardan, yeni evliydik o zaman. Ben mavi gözlerimi ortaya çıkaran kaşmir bir kazak giymiştim, kahverengi yün eteğimin altında uzun çizmelerim. İsmail’in üstünde bir kot bir de saç örgülü bir kazak, hep giydiği asker yeşili kaban. Ben sarıldığımda utanmış azıcık geri çekilmişti. Yeni evliydik ve o utanmıştı. Gülerek dudaklarından öpmüştüm. Kurduğumuz makina o anı değil de az sonrasını bana bakarkenki halini yakalamıştı, ben hâlâ gülüyordum. Mükemmel bir an değildi, neredeyse olacaktı ama olmamıştı. O zamanlar mükemmel olacağımıza inancım tamdı, ben yapacaktım. İsmail ile beraber.

Çerçevenin camına dokundum, canım çay istedi.

Mutfağa yürüdüm, küçük bir gece lambası koridoru aydınlatıyor. Kızımdan kalma bir alışkanlık, karanlıkta uyumaktan korkardı biz de koridora minik bir aplik asmıştık, kızım büyüdü ama o aplik hep orada kaldı. Apliğin altında annemden kalma ahşap büfe, üzerinde gümüşlerle öylece duruyor. Mutfağa girdim, demlenmeye daima hazır duran elektrikli çaydanlığın düğmesine bastım. Mutfak penceresi ardına kadar açıldı, içeriye dolan yağmur ve rüzgar irkiltti beni, camı ittirerek kapadım, kilide bir şey olmuş, kapanmıyor.

Bir elim kapıda öylece bekledim. Masada boş bekleyen sandalyelerden birini çekeledim, sırtı kapı koluna gelecek şekilde dayadım. Bir filmde görmüştüm eve girmeye çalışan biri kapıya dayanınca sandalyeyle sağlamlaştırmıştı kadın. Ben de rüzgarı, yağmuru, fırtınayı dışarda bırakmıştım. Loş ışıkta öylece durdum. Uzakta çakan şimşekler iyiden iyiye yakınlaşmış gibiydi. Yeniden saydım ama çarpmaya üşendim, yakındı işte, yeni bir sağanak dalgası geliyordu işte.  Yakındı.

Fokurdayan suyun sesine döndüm, çayı demledim. Son zamanlarda durmadan yapmayı denediğim ekşi maya ekmek, ki bu seferki cevizli filandı, kalınca bir dilim kestim yanına biraz peynirle zeytin koydum. Nutella kavanozunu da yanıma aldım. Alaçatı pazarından kızımla bayılarak aldığımız mavi çizgili emaye tepsiye koydum. Tepsi bende kalmıştı, kimse özlememiş, ihtiyaç duymamış aramamıştı tepsiyi. Kocaman kupama çay doldurdum. Salonda camın tam karşısında duran iki kişilik koltuğa oturdum. Üşüdüm. Üşendim hırka almaya. Koltuğun kenarında duran ince battaniyeye sarındım. Çayı sıcak sıcak içmek iyi geldi, içim ısındı. Canım sigara istedi, bu sefer üşenmeyip kalktım. Sigara mühim bir şey çünkü. Telefonumu da getirdim yanıma, dışardaki yağmur bir kırbaç gibi camlara vuruyordu. Battaniyeye sarınıp bir sigara yaktım. “Sırtımı döndüğüm anılar yığını beni izliyor” diye düşündüm, “beni izliyorlar, geriye kalanlar bir onlar…”

Ekmeğin bir ucundan tırtıklamaya başladım. Durmadan ekmek yapıyordum, yemek yapmayı çoktan bırakmıştım.  Ekmek pişirdiğimde evin içi öyle güzel, öyle hayat dolu, öyle sıcacık oluyordu ki, bir çeşit bağımlılık yapmıştı bu bende. Ofis arkadaşlarıma, lise grubuna ve kuzenlere taşıyordum durmadan. Evde kalan koku dağılmadan yeniden yapıyordum, evde ekmeğimi paylaşacak kimse kalmadığını fark etmeden ekmek pişiriyordum. Ama bu sabah…

İri bir dilim ekmeğin üstüne Nutella’yı bolca sürdüm, attım ağzıma. Sigaramı çoktan söndürmüştüm. Camın yanında duran berjer koltuğa baktım, İsmail hiç ekmek yemezdi. Glutenli her şeyi çıkarmıştı beslenmesinden, doktor bana yasaklamıştı aslında ama ben sevdiğim hiçbir şeyden vazgeçmediğim için dinlememiştim hiç kimseyi. İsmail eni konu araştırmış, bağırsak üzerine bir sürü kitap okumuş sonra profesörlük mertebesine gelince de hem kendisinin hem de kızımızın hayatından tahılı çıkarmıştı. Ben yıllar içinde kilo alırken o zaten eser miktarda olan göbeğini de eritmişti. Ben erken ölecektim o uzun yaşayacaktı.

Çayımdan art arda yudumlar aldım. Hep böyleydik biz aslında. Ben evden sadece keyf edeceksem çıkmayı severdim. İsmail uzun koşulara ya da bisiklet turlarına giderdi, bense gidebileceğim her mesafeye arabayla gitmek isterdim. Ben eve durmadan insan doldururdum, İsmail arka odaya kaçardı. Gece yarısı yenen yemeklerden dönerken herkesi toplayıp bize getirdiğimde İsmail usulca yatmaya giderdi. Ben konuştukça o susardı. Bana hayrandı. “Asosyalsin İsmail, şu dünyada bir tane arkadaşın yok” derdim, “seni bir tek ben bir de kızımız seviyor.”

Evin içini aydınlatan bir şimşek patladı dışarda, bembeyaz kaldı ortalık bir an, bembeyazlıkta evin boşluğuna baka kaldım. İrkildim. Eskiden böyle yağmurlar, fırtınalar olduğunda kızım koşarak yanımıza gelir, geceyi İsmail ile ikimizin arasında geçirirdi. Üçümüzün tek kişi, tek kalp gibi uyuduğumuz yıllardı. Biraz daha büyüdüğünde aramıza sığamadığında İsmail gidip başka yerde yatar olmuştu, ben asla rahat yatağımı bırakıp gitmezdim. Kızım babasına dönüp uyurdu oysa, onu bile bana sırtını dayıyor güvenle, diye düşünürdüm. Babası yanımızdan öbür odaya taşınınca zamanla kızım da gelmemeye başladı. İsmail geri dönmedi yatağa, misafir odasını kendi odası haline getirdi. Öylece kabullendim, “sen rahat rahat uyu” demişti bana “horluyorumdur ben” demişti. Oysa yalnızca bir kez anlatmıştım İsmail’in efsane horlamasını, dostlarımıza dinletmiştim, bir akşam yemeğindeydik bizde. Gazetecilik zamanlarımdan kalma bir kayıt cihazım vardı, horultusunu kaydedip altına “İsmail işte sen her gece böyle horluyorsun, seninle aynı yatakta uyuduğuma şükret” demiştim. Hepimiz kahkahalarla gülmüştük, İsmail birazcık gülümsemişti.  O kadar kahkahanın sonunda bir daha yanımda uyumamıştı kocam.

Evdeki sesler gittikçe azaldı yıllar içerisinde, onlar gidince mutfaktaki radyoyu bile açmaz oldum. Eve gelir gelmez açtığım televizyonun sesi ya da az biraz gürültüyle çalışan buzdolabının sesi ya da ne bileyim yukarı kattan gelen terlik tıkırtılarından başka ses kalmadı evde. Gelen giden çoktu başta. “Ev rahat canım” diyordum herkese, isteyen istediği saatte geliyordu. Kadıköy’e eğlenmeye gelip evine dönmeye üşenenler ki bunlar daha çok kızımın arkadaşlarıydı, beni arıyorlardı “geç saatte gelebilir miyiz” diye.

“Gelin tabi” diyordum. Sizin de eviniz sayılır burası, “kızım Fransa’ya gittiyse sizi bıraktı yerine” diyordum, gülüşüyorduk. Gelip de günlerce kalan da oldu. Hiç ses etmedim. Kendi evinden, ailesinden kaçmaya çalışan bu çocuklara çare oluyorum diye seviniyordum. Bazen sohbet ettiğimiz bile oluyordu. Kızımın Paris’te kalmaya karar verdiğini onlardan birinden öğrendim. İsmail’i aradım hemen, sabahın beşiydi. “Bir tek sen ararsın bu saatte” dedi bana uykulu sesiyle…

Uyku yok bende bilirsin, bazı insanlar gece bazıları gündüz yaşar, senle ben gibi, dedim İsmail’e. Kızın Paris’ e yerleşiyormuş, biliyor muydun dedim suçlayarak, bildiğinden emindim. Bana anlatmadığı her şeyi babasına anlatırdı.

“Sana anlattığım her şeyi herkesten duyuyorum, herkese beni anlatıyorsun durmadan. Sadece enteresanlık olsun diye anlattığın tonlarca şeye kaynak yaratmayacağım” diye haykırmıştı yüzüme. Liseye başladığı yıldı.

“Bu kız kendini çok iyi ifade ediyor İsmailcim,” demiştim daha sonra babasına anlatırken, “aynı ben, aklından geçen her şeyi hemen söylüyor, üstüne yük etmiyor, akıllı kız vesselam” demiştim. İsmail tek kaşını hafifçe kaldırarak bakmıştı bana.

Şimdi de telefondaki bana tek kaşı havada baktığına emindim. Kızın Paris’e yerleşiyormuş, neden benim haberim yok, dedim tatlı bir sesle. Bir sessizlik oldu, sana söylediğine eminim, dedi o söyler ama sen duymazsın, dedi. Bir anda cinnetim geldi.

Senin gibi sıkıcı bir adama anlatıyor da bana anlatmıyor haspam, buralardan gittiği yetmiyor bir de dönmüyor. Benim gibi bir anası varken dünyanın en renksiz insanına, sana anlatıyor öyle mi?  Baştan beri kızımı benden uzaklaştırdın, sakinliğini, durgunluğunu mütevazilik gibi sattın kıza. Ben hep deli hep geveze kaldım. Evin jandarması oldum. Yapması gerekenleri ben söyledim, yol gösterdim sonra bir de baktım sen “Ne istersen yap kızım” diyorsun… Anladım ben senin oyununu ama geç kaldım. Bir tek hatam sana inanmak oldu, bana inanıyorsun zannettim, beni seviyorsun zannettim. Ama yok sen kimseyi sevemezsin, bir beni kandırdın. Kızın da yakında anlar senin nasıl bir sığır olduğunu, sığ bir sığır olduğunu…

Sesim telefonda çın çın çınlıyordu. Yanaklarımı ateş basmış, başım uğulduyordu. İsmail telefonu kapatıyorum, dedi. Kapattı. Delirmiş gibiydim. Yanımda olsa öldürecektim. Neden sonra telefonuma bir mesaj geldi. İsmail’di.

“Benim sıkıcı olduğumu bir tek sen söyledin bugüne kadar, paçalarımdan akan yedi rengi bir tek sen görmedin, Evrenin yıldızı olmadığını bir sen bilmedin. Kızım mutlu ve rahat. Senden uzak evet ama benden de uzak. Hepsi bu.”

Şimdi karanlıkta evde tek başıma otururken, tek kişilik krallığımda arada sırada çıkarıp bu mesajı okuyorum. Dışarda esen sert rüzgar ancak serinletiyor yüreğimi. O gece söylediklerimden hatırladığım şeyler her gece yeniden utandırıyor beni. Kızım hiç aramıyor artık. İsmail’in anlatmadığına eminim çünkü, ben olsam her kelimeyi ballandıra ballandıra anlatır, canının nasıl yandığını doyasıya izlerdim. İşte, derdim bir tek ben varım seni seven.

Bir sigara yaktım. İçim titriyor. Ayaklarım buz kesmiş, kalkıp dolaştım evde, şehir soğuk. İsmail çoktan sıcak bir kıyı kasabasına gitti bile, beraber olduğu kadın minyon bir şeymiş, evlenmemişler.

Kim bilir, belki…

Berin Aral 1965 yılında Ceyhan’da doğdu. 1972 yılında Adana’dan İstanbul’a göçle geldi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Antropoloji Bölümü’nden mezun. Biri kız biri erkek iki çocuğu var. 2020 Ekim ayında ‘‘Düz Yokuşun Sakinleri’’ adlı bir öykü kitabı yayınlandı.

- Advertisment -