Yaklaşık çeyrek asır öncesiydi. Risale-i Nur üzerine İstanbul’da gerçekleşecek bir uluslararası sempozyuma sunulan bazı tebliğlerin Türkçe’ye tercümesini üstlenmiştim. Bu tebliğler içinde biri, dili ve içeriği ile özellikle dikkatimi çekti. Fred A. Reed isminden haberdar olmam da işte bu tebliğ ile oldu. Tebliğinin içerdiği özgünlük sebebiyle sempozyum ekibine kendisiyle ilgili merakaver birkaç soru sorduğumda, Türkiye üzerine bir kitabının kısa zaman önce yayınlanmış olduğunu öğrendim. Hem o kitabı, hem İran üzerine iki, Yunanistan üzerine bir kitabı kendilerinden ödünç olarak aldım. O sıralar ABD’de doktora yapan tanıdık bir isim Türkiye üzerine olan kitabın çevirisiyle ilgili bir girişime bizi cesaretlendirince, Fred A. Reed ile temasım daha ileri bir noktaya gelecekti.
Yüzyüze ilk görüşmemiz, yanılmıyorsam 2002 yılında bir başka sempozyum esnasında ve kitabının Türkçe’ye tercüme süreciyle ilgili olarak gerçekleşti. Bir veya iki görüşme sonrasında ise, artık iki dost sayılırdık. O ve eşi, kısa süre içinde bizim için ‘Fred abi ve İnci abla,’ çocuklarımız için de ‘Fred amca ve İnci teyze’ olmuşlardı. Onların rızası dahilinde, sonraki yirmi sene içinde hem yazışmalarımız hem yüzyüze konuşmalarımız bu hitaplarla gerçekleşti. Kanada’da yaşadıkları şehir olan Montreal, dünyaca ünlü üniversitelerden McGill’in de şehriydi ve zaman içinde Türkiye’den gelen birçok akademisyenle de dostlukları gelişmişti. İlerleyen zaman içinde onlardan biri vesilesiyle kış aylarını Kanada soğuğunda değil Antalya sıcağında geçirmeyi tercih ettikleri için, Kanada’dan geliş veya Kanada’ya dönüşleri esnasında İstanbul’da kaldıkları zamanlarda bir şekilde ailece görüşme imkânını hep bulduk.
Fred abi, Kanada pasaportu taşımakla birlikte, aslında güney Kaliforniyalı idi. Çocukluk ve gençlik günlerini Los Angeles’ta, Hollywood’a yakın bir muhit olan Pasadena’da geçirmiş, üniversite eğitimine ise yine Kaliforniya’da, Stanford’da başlamıştı. Ancak başlayan Vietnam savaşı onun ve ailesinin hayatını geri dönüşsüz biçimde değiştirecekti. Onun tercihi, Amerikan savaş makinesinin bir parçası olmamak için, bir kitapçının raflarında bulup çok etkilendiği Nikos Kazancakis’in The Greek Passion (sonraki bazı İngilizce baskıları ile Türkçe’de bilinen ismiyle: Yeniden Çarmıha Gerilen İsa) kitabının izinde kendisini Yunanistan’a sürgün etmekti. Ama kardeşi James ailenin hatırını kıramayıp gönüllü olarak Vietnam savaşına asker yazılmıştı.
Fred A. Reed’in sonraki birkaç yılı Yunanistan’da geçen hayatı, orada iken baba tarafından Avusturya, anne tarafından İskandinav asıllı, bir arkadaşıyla dünya turuna çıkmış Kanadalı cesur bir genç kız olan Ingeborg’la—yani bizim çocukların İnci teyzesiyle—tanışmasının ardından yepyeni bir istikamete yönelecekti. Mektuplaşmalarla devam eden bir dönemin ardından evlenip beraberce Kanada’da yaşamaya başlamışlardı. Amerikan hükûmeti onun Kanada’daki varlığından haberdar olmuştu, ama iyi bir hukukçunun tavsiyelerine uyması Fred A. Reed’i aldanıp savaşa katılmaktan onu bir kere daha korumuştu. Vietnam savaşının son bulup ardısıra seçilen Demokrat başkan Jimmy Carter’ın savaşla ilgili ‘af’ ilan etmesiyle, ABD ona bir dönüş imkânı vermiş sayılırdı. Ama Fred abi yeniden ABD vatandaşlığı almamıştı; çünkü suç işleyenin, onun gibi savaşa katılmamak için ülkeyi terkedenler değil, bir savaş makinesine dönüşen Amerikan hükûmetinin kendisi olduğunu düşünüyordu. Suçlunun af yetkisi olabilir miydi? Ama annesiyle babası o henüz Yunanistan’da iken geri dönüp savaşa katılmaya ikna etmek üzere Yunanistan’a gelmiş, lâkin elleri boş dönmüşlerdi. Annesini en son o zaman görmüştü. Çünkü ABD’ye girmesinin mümkün olmadığı yıllarda, 1967’de annesi ölmüştü. Ama babası ve kardeşiyle görüşmeyi sürdürmüş; kardeşiyle sürekli mektuplaştıkları gibi, daha sonraları her iki ülkede yüzyüze görüşme imkânı da bulmuşlardı.
Görünürde aile olarak hayatları, savaş sonrası şartlarda yeniden bir istikrara kavuşmuş gibi gözükürken, Reed ailesi gerçeğin bu olmadığını sert bir şekilde gösteren acı bir olay yaşayacaktı: Fred abinin katılmamak uğruna ülkesini terk ettiği Vietnam savaşında bir gönüllü asker olarak ölü ve yaralıların tespiti için fotoğraf çekmekle görevlendirilen kardeşi James, gördüklerinin ruhunda yol açtığı yıkımı asla atlatamadığı için cephe dönüşü bir türlü kıvam bulamayan hayatını yeniden düzene koymak umuduyla gittiği Yeni Zelanda’da 1980 yılında tam da doğum gününde canına kıymıştı. Dağılmış ve iki ferdi ölmüş aileden yadigâr olarak artık sadece babası vardı. Kanada’ya, kendi yanlarına almak istediği babası artık yaşama sevincini kaybetmiş haldeydi ve küçük oğlunun ölümünden sonra yorgun ruhu daha fazla dayanamadığı için 1985’te vefat etmişti.
Doğup büyüdüğü ailenin Vietnam savaşının merkezinde olduğu bir sebepler zinciri içerisinde eriyip dağıldığı şartlarda neo-Marksizmin revize edilmiş umutlarıyla yol almaya çalışan Fred A. Reed’in hayatı ise, giderek bambaşka bir istikamete doğru akmaktaydı. Hakları konusunda mücadele için kendi çocuğunun doğumuna yetişmekten bile feragat ettiği işçi sınıfının aslında onun gibilerin derdini ve çabasını çok da umursamadığını tecrübe ettiği sendikacılık yıllarından sonra, önüne yeni bir kapı açılmıştı. İran devriminin vuku bulduğu şartlarda, önde gelen Kanada gazetelerinden The Presse’in Orta Doğu muhabiri olarak sık aralıklarla İran’da bulunması gerekiyordu. Bu seyahatler ona Müslüman dünyayla birebir temas imkânını da sağlamıştı. 80’lerle başlayan bu yeni dönem, onun artık bir dizi entelektüel verimi de ortaya koyduğu zamanlardı. Gazete haberlerinin yanında, İran üzerine ortak çalışma niteliğinde iki belgesel, yanı sıra iki kitap, Yunanistan üzerine bir kitap ve edebî mütercim olarak Yunanca ve Fransızca’dan İngilizce’ye kendisine üç defa Büyük Ödül kazandıran çeviriler…
1990’ların sonuna doğru kitap çalışmalarına Türkiye’yi de dahil etmeyi düşündüğü sıralarda, Batı Trakya’da karşılaştığı bir gazeteci ona Türkiye’den bir isim önerir. Bu isim, Zaman gazetesinin o günkü üst düzey yöneticilerinden biridir ve bu kişi de onu aynı yapının ‘diplomatik yüzü’ niteliğindeki Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’na yönlendirir. Anadolu Kavşağı isimli kitabından anladığımız üzere, hem bu vakfın başındaki Harun Tokak’a, hem hareketin lideri Fethullah Gülen’e söyleşileri esnasında yönelttiği sorular, onları futbol deyimiyle ‘kontrpiyede bırakmış’ olsa gerektir. 28 Şubat’ın gölgesinde yaşanan günlerdir. Fethullahçılığın tipik hesapçı refleksleriyle, hele ki o şartlarda Kanada’dan gelmiş bir gazeteciye ne söylenir, nasıl cevaplar verilebilir? Harun Tokak’ın cevapları Batılı değerler, insan hakları, demokrasi, çoğulculuk, çok kültürlülük çağrışımları yüklüdür; lâkin çok dikkatli bir gözlemci olduğunu çalışmaları yanında birebir sohbetlerimizden de anladığım Fred abinin gözü, bu tatlı sözleri işittiği odadaki duvarlarından birindeki büyükçe bir Saparmurat Türkmenbaşı portresine takılır.
Demokrasi, çoğulculuk, insan haklarını gerçekten mesele edinen bir kişi veya topluluğun, ülkesi Türkmenistan’ın insanlarına rahat nefes aldırmayan bir diktatörle nasıl fotoğrafını duvara asacak düzeyde bir ilişkisi olabilir ki? Bu çelişkiyi açıkça dile getirir de. Beklendiği üzere, verilen cevap tatmin edici değildir. Benzer bir durumu Fethullah Gülen’le söyleşisinde de yaşar. Onun soruları ne kadar açık ve net ise, Gülen’in cevapları o derece kaypak ve muğlaktır. “Diğer dinlerle ilişkilere büyük bir vurgu yapıyorsunuz. Peki neden aynı vurguyu İslâmî gruplarla olan ilişkilerde göremiyoruz?” “İnancınızı reddeden baskıya tepkiniz nedir?” “Bugünkü dünya düzeni adil değil. Bu durumu düzeltmek için ne yapmak gerekir?” Sorular kısa ve berraktır. Lâkin F. Gülen sürekli orta sahada top çeviren bir futbolcu kıvamında sözü döndürüp durur. Bu sözümona cevaplar Fred A. Reed’i, onun sorduğu açık sorular ise mâlûm yapıyı tatmin etmez. Durum nettir aslında. Onlar her zamanki hesapçılıklarıyla bir ‘Kanadalı gazeteci’nin duymak isteyeceğini tahmin ettikleri—ve söyleşiyi okuyan Kanadalı hükûmet yetkililerinin hoşlanacağını umdukları—cevapları vermişlerdir. Ama karşılarında gördükleri ‘Kanadalı’ gazeteci, Vietnam savaşına katılmamak için ülkesini terk etmeyi göze almış bir Amerikalıdır. Doğrudan kendi ifadelerini kullanırsak, ‘bu savaşa muhalefetten savaşın babası olan sisteme karşı aktif düşmanlığa kaymış’ biridir o…
Neticede, Yunanistan’daki iyiniyetli ama ‘tedbirsiz’ muhabirlerinin bir şekilde başlarına musallat ettiği ve sorduğu sorular karşısında artık ‘ajan’ olduğundan iyice kuşkulanmaya başladıkları bu kişiyi başlarından atmak için bir çare düşünürler. Buldukları en iyi çözüm, Risale-i Nur talebelerine ait bir vakfa yönlendirmek suretiyle ‘Nurcuların başına musallat ederek’ ondan kurtulmaktır! (Burada bir not düşeyim: Son cümledeki yargılarım insafsız bir niyet okuma olarak yorumlanabilir. Ama bu cümledeki yargı, ismini zikrettiğim vakfın bir yetkilisinden yirmi yıl önce ‘tedbirsiz’ şekilde bizzat duyduğum ifadelere dayanıyor.)
Başka bir hesaba dayanan bu yönlendirmenin Fred A. Reed’in sadece Türkiye üzerine kitabının akışını değil, bütünüyle hayatının seyrini değiştireceğini o an için kim bilebilir ki? İstanbul’da tanıştığı Nur talebeleri üzerinden Bediüzzaman’a dair bilgiler edindikçe, Fred Reed Türkiye’nin son yüzyılını Mustafa Kemal ve devrimleri üzerinden analiz eden yerleşik Batılı çalışmaların gözardı ettiği ‘gizli bir Türkiye’nin daha var olduğundan emin hale gelmiştir ve ona göre bu gizli Türkiye’nin en önemli isimlerinin belki başında Bediüzzaman Said Nursi geliyor olsa gerektir. Said Nursi’nin hayatı üzerinden, kendisini kavramadan Türkiye’ye dair analizlerin hep yetersiz kalacağı bu örtük, gizli Türkiye’yi kavramak ister ve bu niyetle Bediüzzaman’ın ayak izlerini takip etmeye karar verir. Doğduğu Nurs’tan Urfa’daki defnedildiği ama 27 Mayıs ihtilali sonrasında darbecilerin alelacele boşalttığı mezara kadar, bu izlerin peşine düşer. 2010’larda yazdığı otobiyografik eseri Bir Zamanlar Biz Birdik’te daha açık şekilde dile getirdiği gibi, Said Nursi’nin ayak izlerini ararken, karşısına kendine dair de izler ve dersler çıkacaktır. Dünyevî kriterler açısından başarısızlıklarla geçen, ortalama bir Amerikan ailesinin ‘ne umduk ne bulduk’ diyeceği hayatına benzer şekilde, Said Nursi de Medresetüzzehra projesi başta olmak üzere hedeflediği şeyleri ete kemiğe büründürememiş gibi gözükmektedir. Ama Fred A. Reed, onda ‘satın alınamayan’ bir insan görür.
Ne Sultan Abdülhamid onu satın almaya muvaffak olabilmiştir, ne Mustafa Kemal, ne de başkaları. Bilakis o dünyevî açıdan başarısızlığa uğramış gözükmeyi göze alırken, bu zahirî başarısızlığın içinden bir manevî başarı çıkaran biridir Reed’e göre. Etrafındaki enkazı saf manevî öze dönüştürmeyi başarmıştır. Bediüzzaman’la ilk tanışmasından on küsur yıl sonra yazdığı kendi otobiyografik eserinde şöyle yazacaktır: “Urfa’da Bediüzzaman Said Nursi’nin şahsiyeti ile buluşmam hayatımda bir dönüm noktasını işaretleyecekti.”
“Gizli Türkiye’ye yolculuk” alt başlığını taşıyan Türkiye hakkındaki kitabı Anatolia Junction (Anadolu Kavşağı)’nın yayın süreci tamamlanmak üzereyken, Fred abiyle bir başka sempozyumda ayaküstü yaptığımız sohbeti hatırlıyorum. Kendisine kitabın içeriği yanında üslubundan da çok etkilendiğimi söylediğimde, mütevazı bir şekilde “Bu çevirmenin başarısı olsa gerektir” diye karşılık verince, yanı başımızdaki çevirmeni “Türkçe çevirinin edisyonu başarılı olduğu için benim çevirim parlak gözüküyor” şeklinde bir cevapla sözü bana yönlendirince, ben olması gerektiği şekilde hak etmediğim bu övgüyü üstüme almayı reddetmiştim. Bunun üzerine Fred abi muzipçe gülümseyerek şu espriyi yaptı: “Bence hiç tartışmayalım. Hepimizin mükemmel olduğu konusunda anlaşabiliriz!”
Türkçe çeviriyi neşrettiğimiz yıl, Ramazan ayının yanılmıyorsam üçüncü günü Fred abiden bir e-mail aldım. Kendisinin Müslüman dostlarına öykünüp birkaç senedir Ramazan ayında oruç tuttuğunu biliyordum. O Ramazan’a da oruçla başlamış, ama kendi içinde bir sorgulama yaşamıştı: “Orucu bedenine tutturuyorsun, ama bedenine kabul ettirdiğin bir gerçeğe neden sen direniyorsun?” Mektubun devamında şu mealde cümleler geliyordu: “Bu sorgulamanın eşliğinde, tereddütlerle dolu nice yıllardan sonra, nihayet İslam’ı din olarak kabule karar verdim ve kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldum.”
Bu mektubu okuduğumda öncelikle aklıma gelenler, Beled Sûresi’nin ‘sarp yokuşu aşmaya’ dair âyetleriydi. Birçok yazımda da vurguladığım üzere, sûre sarp yokuşu aşmanın kriterlerini ‘boyunduruğu aşmak (köleyi özgürlüğe kavuşturmak; bugünün şartlarında anlarsak, siyasal düzlemde adaletsizliğin karşısında olmak ve buna göre inisiyatif almak), salgın bir açlık gününde yetimi ve yoksulu doyurmak (bugünün şartlarında, ekonomik düzlemdeki adaletsizliğin karşısında olmak ve buna göre inisiyatif almak), sonra iman edenlerden, birbirine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmak’ şeklinde sıralıyordu.
‘Sarp yokuş’ bu şekilde aşılıyorsa, Fred abi sınırları içinde doğup büyüdüğü süper gücün başlattığı zalim bir savaşa, bu savaşa sebebiyet veren kurulu düzene ve bu düzenin sebebiyet verdiği ekonomik adaletsizliklere karşı çıkmakla zaten çok zaman önce ‘sarp yokuşu aşmak üzere’ yola çıkmış sayılırdı. Tebriklerimi ve sevincimi dile getirmekle birlikte, kendisine, geldiği bu sonucu bir sürpriz olarak görmediğimi, onun İslam’a yolculuğunun Vietnam savaşına katılıp masum insanları öldürmeyi reddetmesiyle başladığı kanaatinde olduğumu yazdım. Kendisi de, daha sonra Bir Zamanlar Biz Birdik’e de yazdığı üzere, sonraki farklı sohbetlerimizde şu espriyi tekraren yapacaktı: “Lâ ilâhe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) cümlesini sonunda tamamlamıştı, ama onlarca yıl ‘lâ ilâhe’de (ilah yoktur) takılıp kalmış bir vaziyette!
Seneler sonra kış ayları misafir olduğu Alanya’da bir kolejde kendisini söyleşiye çağırdıklarında öğrencilerden birinin ona “Kur’ân’da size en çok etkileyen sûre hangisi?” diye bir soru sorduğunu anlatmıştı. Çocuğa başka bir soruya cevap vermişti o gün: “Bana güneşin en parlak tarafının hangisi olduğunu söyleyebilir misin?” Bu diyaloga bana aktarırken, sonra yine muzip bir gülümsemeyle, esasen doğru olan bu cevabın yine de eksik olduğunu söyledi ve Beled sûresini onu özellikle etkilediğini söyledi. (Beled sûresiyle ilgili uzunca bir yazımın İngilizce çevirisinin redaksiyonu için verdiği emeğe de ayrıca şükran borçluyum.)
Söz ile eylem arasında tutarlılığı önemseyen samimi bir insan ve kıvrak bir kalem sahibi keskin bir gözlemci olarak tanımıştım kendisini. İsrail’e açıktan destek veren firmalara boykot konusunda o ve eşi İnci abla kadar dikkatli çok az insan tanımışımdır. Günlerden birinde beraberce bulunduğumuz bir ortamda inşaallah bir gün hacca gitmek de nasip olur mânâsında bir söz sâdır olduğunda ise, bunu çok arzuladığını ifade etmekle birlikte halihazırda Mekke ve Medine’yi işgal altında gördüğünü söylemişti. Yaptığı gözlemlerden hareketle çok çarpıcı sonuçlara ulaştığını hatırlıyorum. 11 Eylül sonrası dünyayı, Türkiye’deki Kemalizm tecrübesi üzerinden okumuştu mesela. Ona göre dünya, 11 Eylül’le birlikte bir ‘küresel Kemalizm’ sürecine girmişti. Bugün gelinen yere baktığımda, bu analizinde gayet haklı olduğunu düşünmenin yanında, daha 2003 yılında böyle bir tahlili nasıl yapabildiğine hayret ediyorum.
Fred abi, Türkiye üzerine kitabının ardından 2000’lerin ilk on yılı içinde Suriye üzerine Shattered Images (Kırık İmgeler) isimli bir kitap yayınladı. Bu kitapta, İslam ile Hıristiyanlığın Suriye’deki ilk karşılaşmasından ve bunun bir tezahürü olarak o günün Doğu Roma’sında yükselen ikonoklazm (putkırıcılık) hareketinden başlayan bir tahlille sözü bugünün Suriye’sine getiriyor ve bu arada bugünün dünyasına dair genel bir değerlendirmeye de yöneliyordu. Kitabın sonuç kısmında söylediği şeyi, “Benim gözümde siz Batının vicdanısınız” sözüme “Ben vicdanı olarak dahi Batıyla birlikte anılmak istemiyorum” cevabını verdiği bir sohbette de bana söylemişti. Bizi Batı konusunda kendisine kıyasla daha iyimser bulduğunu ve bunu anlayışla karşıladığını belirtip eklemişti: Ama Batıda putlar sanıldığından çok daha derinde ve manevî düzlemde. O yüzden bu putları asla terk edemeyecek ve tıpkı Doğu Roma’da putkırıcılık hareketinin başarısızlığa uğrayıp yerini eskisinden de daha hırslı biçimde ikonaların almasına benzer şekilde, Batının derinine yer etmiş bu putlar hep ayakta kalacak.
Bu kitap çalışması vesilesiyle gidip gezdiği ve farklı yelpazelerden insanlarla görüştüğü Suriye’yle ilgili gözlemleri de çok dikkat çekiciydi. 2010’ların başında Suriye özgürlük umuduyla bir iç savaşa doğru sürüklenir ve Türkiye siyaseti de buradan daha özgür ve demokrat bir Suriye çıkacağı hesapları yaparak taraf olurken, o çok endişeliydi. Hiçbir diktatöre karşı sempatisi yoktu. Dolayısıyla Esed ailesine de. Ama o günlerdeki bir sohbetimizde bana, Amerika’nın başka bir hesabın peşinde olduğunu ve Suriye’ye gerçekten demokrasi gelmesi diye bir derdi hiç olmayan bu ülkenin niyetlerini doğru okuyamayan Türkiye’nin ABD tarafından bir tuzağa doğru çekildiğini söyledi. O günlerde dışişleri bakanı olarak etkin bir konumda göze çarpan kişiyi de ismiyle zikretmişti o sohbetinde. Kendisini şahsen sevdiğini, samimiyetine de inandığını söylemekle birlikte, onun bu tuzağı hiç göremediği kanaatiyle ekledi: “İyi bir akademisyen kötü bir siyasetçi olabiliyor!”
2010’lar, onun Türkiye’yle ilgili başka endişelerinin de olduğu yıllardı. Kendisi Fethullahçılığın niteliğini daha 1999’da yaptığı söyleşi ve gözlemlerle çözmüş sayılırdı. ‘Haklının değil güçlünün yanında olmayı şiar edinmiş’ bir hareketti bu. Dolayısıyla kendilerine karşı çok mesafeliydi ve endişeleri vardı. Ama 2010’ların ortasında yaşananların, Türkiye’yi giderek otoriter bir rejime dönüştürmesi ihtimalini de görüyordu. Aslında ömrünün son demlerinde Türkiye’de daha fazla yaşama gibi bir niyetlerini farklı zamanlarda dile getirmişti. Buna karşılık son yüzyüze görüşmemizin gerçekleştiği yılda—yanılmıyorsam 2017 idi—Fransızca’nın yaygın bir dil olduğu Fas’ın Agadir şehrinde mukim, Risale-i Nur’la da ilgilenen çok iyi bir akademisyen grubuyla tanıştıklarını ve artık oraya yerleşeceklerini söyledi. Artık Türkiye’ye gelmiyorlardı. Ama benim tembellik ve çekingenliğim sebebiyle çok sık olmasa da, e-mail üzerinden irtibatımız devam etti. Bu temas kanalından da daha yoğun bir şekilde, Alanya’dan tanıştıkları çok kıymetli bir isim vesilesiyle ondan haberler almaya devam ettim.
Sonra, sadece on gün kadar önce, 15 Şubat 2024 Perşembe günü, beni İzmir’den İstanbul’a götürecek uçağa yetişmek üzere Tire’den otobüse bindiğim ilk dakikalarda telefonumda bir mesaj gördüm. Bir akademisyen arkadaşım, “Fred abi vefat etmiş, haberin var mı?” diye soruyordu. O da, McGill’de doktora yaptığı günlerde kendisiyle tanışan başka bir akademisyen arkadaşından bu haberi almıştı. İnanamadım. Bir önceki paragrafta sözünü ettiğim isme, Emin abiye yazdım, “Doğru mu?” diye. Cevap ertesi gün geldi. Maalesef doğruydu.
O günden bugüne günlerim, gecelerim ve hatta uykularım Fred abinin yazdıkları ve yaklaşık çeyrek asırlık dostluğumuzdan hatıralarla dolu şekilde geçti. En çok da, son görüşmelerimizden birinde, bir dizi ortak arkadaşla birlikte bizim evde yemek masasında başlayan sohbetin sonuna doğru söylediği bir sözü hatırladım. Kur’ân’daki cennet tasvirlerinden biri, Rablerinin türlü çeşit nimetine mazhar olan mü’minlerin karşılıklı divanlarda dostlarıyla ettikleri sohbeti de cennet nimetlerinden biri olarak zikrediyordu. “Bugün burada” dedi Fred abi, “ben cennetin tadını damağında hissettim.”
Dilerim ilham verici bir hayat yaşayan o güzel insan o lezzeti ebedî cennetlerde bitimsiz şekilde hisseder ve bize de ona refakat etmek nasip olur.
Otobiyografik eserinin son cümlesi ise, şu günlerde bir nevi vasiyeti gibi geliyor bana: “Yolculuk edilen yola geri dönüp baktığımda, İslâm’ın tekrar tekrar Allah’a atfettiği rahmetin merkezîliğini ve onun geniş alanında gerçekle, hakkaniyetle, adaletle ve barışla ilgili görevleri görüyorum. Said Nursî’nin dediği gibi: Kalbinizdeki düşmanlık hissine düşmanlık edin ve sevilmeye değer herşeyi sevin…”