Bu topraklarda inananı da inanmayanı da kuşatan ağır yanılgılardan biri, geleneksel olan ile dinî olanın iltibas edilmesi, yani aynı şey zannedilmesi ve birbirine karıştırılmasıdır. Uzunca zamandır var olan, dolayısıyla ‘gelenek’ haline gelmiş şeylerin, İslâmın da çok uzun zamandan beri bu toplumun büyük çoğunluğunun dini olması dolayısıyla, din böyle söylediği ve Kur’ân’da böyle emredildiği için var olduğu zannedilir. Sonuçta, gelenekte olan o şeyi inananlar din gayretiyle, yani onu savunmayı dini savunmakla eş tutarak savunur; inanmayanlar ise, aynı şekilde dinden zannettikleri o şey üzerinden dini yargılamaya girişir.
Oysa Kur’ân’ın indiği zamanın ‘geleneği’ ile mücadele etmesi, ona itiraz edenlerin ‘atalarının dini’ni buna gerekçe kılmaları, inen âyetlerin ise onları sırf atalarından gördükleri bu diye yanlış bir yolda ve itikadda sorgusuzca yürümekten vazgeçmeye çağırması bir yana; Kur’ân’ın indiği zamandan bugüne ‘gelenek’ olarak intikal etmiş birçok şey de ‘Kur’ân sayesinde’ değil, ‘Kur’ân’a rağmen’ mevcut durumdadır. Meselâ geleneksel yönetim biçimi gibi gözükmekle birlikte saltanat rejimleri ile saray hayatını Kur’ân’ın ne öngördüğü söylenebilir, ne de hoş gördüğü… Keza kadınlar hakkında oluşan, düşüncenin ötesinde eyleme dönüşen birçok yerleşik yargı ve tutum, Kur’ân sebebiyle değil, Kur’ân’a rağmen varlığını sürdürmektedir.
Tıpkı bu örnekler gibi din sayesinde değil, dine rağmen var olup yerleşik hale geldiği halde, onlar kadar dikkat çekmeyen bir tutumun da gençler hakkında sözkonusu olduğunu düşünüyorum. İlle de Müslüman dünyada olması da gerekmez, genel olarak gençliğe dönük yerleşik yaklaşımın onu bir sorun alanı olarak gördüğü bir vâkıa. Milat öncesinden bugüne, hayata ve zamana dair yargıları büyüklerin oluşturduğu, tarihi de ekseriya onların yazdığı bir çerçevede, ‘dün’ün daha güzel, gidişatın ise kötü olduğu ve bundan gençlerin sorumlu olduğu söylenegelmiş, söylenmeye de devam ediyor. Sıradışı tarihçilerden Marshall G.S. Hodgson’da ilk kez okuduğum bir ayrışma idi bu. Genç adamın zaman tasavvuru, daha yaşlı olanların zaman tasavvuru… Yaşlılar dünü idealize edip güne ve geleceğe dair karamsar cümleler kurarken, gençler düne dair bir eleştirel bakışın beraberinde güne dair bir gayret ve geleceğe dair bir ümit yüklü. Yaşlılar “Çok şey yaptık, yeni kuşağa yapılacak birşey bırakmadık, muhafaza etsinler yeter” anlatısını tercih ederken, gençler “Yapılacak ne çok şey kalmış üzerimize ve değiştirilmesi gereken ne kadar da çok şey var” telaşında…
Neticede, yaşı daha ileri olanların belirleyici olduğu bir zeminde gençliğin bir problem alanı olarak görülmesi, dolayısıyla gençlerin sürekli gözetim ve vesayet altında tutulması gereken problem unsurları olarak kurgulanması ‘geleneksel’ bir bakış ve tutum olmakla birlikte, dönüp Kur’ân’a baktığımızda, aynı zamanda sorgulama ve itiraz çağı olarak gençliğin hakikatle temas açısından taşıdığı imkâna çekiyor dikkatlerimizi. Henüz çocuk yaşta köleleştirilmiş Yusuf’un Mısır’da azizin sarayında gençlik dönemine geçişini, “O tam erginlik çağına gelince, kendisine hikmet ve ilim verdik. İşte Biz, muhsinleri (güzel iş yapanları) böyle mükafatlandırırız” (Yûsuf, 12:22) diye anlatıldığını görüyoruz meselâ. Henüz bebek iken evlatlık olarak alındığı Firavun sarayında büyüyen Musa için söylenenlerin de neredeyse birebir aynı olduğunu görüyoruz: “Musa yiğitlik çağına girip olgunlaşınca, Biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte Biz, muhsinleri (güzel iş yapanları) böyle mükafatlandırırız” (Kasas, 28:14). İki peygamberin gençlik çağına erişmesi bu şekilde anlatılırken, peygamber olmayan gençler için de yine gençliğin içerdiği imkâna atıf yapıldığını, mağaraya sığınan gençlerin, yani Ashâb-ı Kehf’in kıssasından öğreniyoruz: “Biz sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatacağız. Hakikaten onlar, Rablerine iman eden birkaç genç idi. Biz de onların hidayetlerini arttırdık. Ayağa kalkarak dediler ki: Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O’ndan başkasına ilâh deyip tapmayız, yoksa saçmasapan konuşmuş oluruz. Şu bizim kavmimiz, Allah’tan başka ilâh edindiler. Onların ilâh olduğuna dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?” (Kehf, 18:13-15)
Gençliğin bir bozulma sebebi ve bozgunculuk unsuru değil, bozulmanın egemen olduğu bir ortamda dahi doğruyu bulmak için bir imkân olarak sunulduğu bu âyetler ile verilen ders, şimdiye kadar okuduğum belki en iyi siyer olup, dört veya beş kez usanmadan, her defasında yeniden öğrenerek, zevkle okuduğum Martin Lings’in Hz. Muhammed’in Hayatı isimli eserinde de vurgulanır. Son peygamberin etrafında ilk kümelenenler de gençlerdir. Yaşı daha ileri olanlar ya ‘atalarının dini’nin peşine ya statükodan edindikleri şeylerin derdine düşüp gelen davete karşı ayak diretirken, Hz. Muhammed’in getirdiği tevhid davetine ilk kulak verenler ağırlıklı biçimde gençlerdir. Bunu, yaşlılarda olup gençlerde olmayan bir özellikle açıklar Martin Lings: Onların, yaşlılar gibi, gelen vahye kulak kapatmalarına sebebiyet verecek hesapları, kibirleri ve kendini beğenmişlikleri yoktur!
Öte yandan, Kur’ân’ın gençler hakkında olumlu bir bakışa bizi yönelten âyetleriyle bütünlük içinde, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın da gençlere güvenini fiilen gösterdiğini görürüz. Hz. Yûsuf ve Hz. Musa’nın gençlik çağına erişmelerinin Kur’ân’da ‘ilim, hikmet ve hüküm’ gibi olumlu sıfatlarla anlatılmasıyla uyumlu biçimde, Hz. Peygamberi, ondokuz yaşında bir genci zorlu bir sefer için en az üç bin kişilik bir orduya kumandan olarak, fetih gününde Müslüman olmuş yirmibir yaşındaki bir genci ise fetihten sonra Mekke’ye vali olarak tayin eder halde görürüz. Asr-ı Saadet’ten gençlere olumlu bakışa dair örnekler, bu ikisiyle sınırlı da değildir. Büyüklerin gözünde gençlere ekseriya “Büyüsünler de sorumluluk verelim” diye bakılır ama onlar bizim gözümüzde bir türlü büyüyemezken, Peygamberin tavrı paradigmayı tersine çevirmemiz gerektiğini bize öğretir: “Sorumluluk verin, akıl ve iradelerine güvenin ki, büyüsünler!”
Sözün kısası, genç demek, içinde doğduğu kollektif kimliklerin elinde biçimlendirilecek bir nesne demek değildir. Bilakis her insan ve dolayısıyla her genç Allah’ın biricik olarak yarattığı birer ayrı âlem kıymetindedir; ve Yaratıcının gençlikle birlikte insana verdiği sorgulama, itiraz ve isyan özelliği dahi bu ferdiyetin, biricikliğin, şahsiyetin keşfi ve korunmasına yöneliktir. Yaşlılara ve toplumun yahut toplulukların geneline düşen, onları birer özne olarak kendi biricikliğiyle kabul etmek, dahası onların bu özelliklerle mevcudiyetini kendileri için de bir imkân olarak görmektir. Özne-nesne ilişkisi değil, özne-özne ilişkisi kurmak gerekir gençlerle; vesayeti değil, işbirliğini ve yol arkadaşlığını hak etmektedir gençler; yönetilmeye değil, en fazla yönlendirmeye ve yol göstermeye ihtiyaçları vardır; onlarla muhatabiyette emreden değil, teklif eden bir dilin geliştirilmesi gerekir.
Kur’ân’dan ve Peygamberden alınması gereken ders bu iken, gelin görün ki geleneksel tutumda gençler hep ‘büyümesi beklenen’ ama ‘hiç büyüyemeyen’lerdir. Kısaca özetlersek, vesayetçi bir bakıştır gençler için sözkonusu olan.
İşin geleneksel tarafı bu da, modern tarafı çok mu farklı? Gençleri salt tüketim unsuru olarak kurgulayan piyasa ideolojisi bir yana, onlara ‘misyon’ ve ‘ideal’ yükleyen sair ideolojilerin bakışı da bu vesayetçi tutumdan farklı değildir. Keza, özellikle bir ideoloji veya lider kültü üzerine inşa edilmiş ulus-devletlerin bakışı da.
Sadece geleneksel anlayışın değil, modern ideolojiler ile ulus-devletlerin gözünde de gençler bir türlü büyüyemez. Onlardan hep öğrenci olmaları, sadece ‘öğrenici’ olmaları beklenir. Hakikat, zaten keşfedilmiştir; ideolojinin bânisi veya devletin kurucusu veyahut el’an devleti idare eden devletlûlar zaten ‘herşeyi bilen’dir; gençlere düşen, onlardan öğrenmek, hep öğrenmek, sadece öğrenmektir. Baksanız, gençleri öne çıkarıyor, onlara değer veriyor gibi gözüken ideolojiler yahut güya geleceği onlara emanet eden devletlûlar, gerçekte onlara bir elbise biçmekte, bir rota çizmekte, bir sınır belirlemekte; ancak bu rota, bu kıyafet ve bu sınır içinde değerlisin, yoksa benim için tehdit ve tehlikesin demektedir. Onların nezdinde gençlerin değeri vardır; ama ferdiyeti ve şahsiyeti olan, kollektif kimliğin ve kendisinden önce doğup büyümüşlerin biçtiği rolü benimsememe ve eleştirme hakkı ve iradesi de bulunan ‘özne’ler olarak değil.
Bir ‘nesne’ değeridir ideolojilerin ve devletlûların gençlere yüklediği… İstendiği zaman istendiği şekilde yürüyüş yapan ayaklar, pankart taşıyan eller, slogan söyleyen ağız, talimat dinleyen kulak oldukları sürece değerlidirler ancak! İdeologlar ve devletlûlar için de, refleksleri ile makbuldür gençlik; soran, sorgulayan, korteksini çalıştıran genç ise ‘problem’dir. İnşa edilmiş bir yolda, belirlenmiş bir imalat hattında yürümesi, sonuçta hepi topu ‘duvardaki bir diğer tuğla’ya dönüşmesi istenir sürekli gençlerden.
‘Gençlerden öğrenmek’ diye bir ifadeye yabancıyız o yüzden. Haksızlık yapmamak üzere istisnaları bir kenarda tutarak söyleyeyim, gelenekseli için de bu böyle, moderni için de; dindarı için de bu böyle, seküleri için de.
Gençlere öğretilir. Gençlere anlatılır. Gençlere söylenir…
Gençlerden öğrenilmez. Gençleri dinlemek olmaz. Gençler söyleyemez.
Halbuki son on yıl içinde üç çocuğun birbiri ardısıra adım adım gence dönüşmesine şahit olduğum evimizde olup bitenlere bakarak kurduğum bir ifadedir bu: gençlerden öğrenmek.
Son on yılda ben çok şey öğrendim evimizdeki gençlerden.
Belki yüz yıla sığacak olayların müthiş bir hızla gerçekleştiği bu on yılda özellikle sosyal ve siyasal olaylar, olgular, gerilimler, gelişmeler ve çatışmalar üzerine nice konuşmamız oldu evimizdeki gençlerle. Olup bitene nereden bakılması, nasıl yorumlanması, neler ve kimler hakkında nasıl bir tutum takınılması üzerine mübahaseler… Bu konuşmaların her zaman sakin bir tonda olduğunu söylemem mümkün değil. Evin en yaşlısı olarak, vesayetçi bir tutumdan uzak, hakkıyla dinlemeyi ve söylenen doğru ise hak vermeyi başaran bir performansı her zaman gösterdiğimi de söyleyemem. Ama günün sonunda, ekseriya evimin gençlerinin haklı çıktığını gördüm. Bana göre, kağıt üzerinde öyle olmaması gerekiyordu oysa. Gidişat, sözümona çok şey görmüş geçirmiş, ‘tecrübeli,’ çok şey bilen, ‘o iş o kadar basit değil’ diyebilen, ‘bilmediğiniz şeyler var’ repliğini sıklıkla kullanabilen biz ihtiyarları değil, neredeyse hep, gençleri doğruladı. Onların analizleri daha isabetli çıktı, olayların akışıyla benim değil onların kişiler ve olgular hakkındaki değerlendirmeleri doğrulandı.
Çünkü bizim kadar uzun yaşamadıkları için, bizim kadar önyargıları yoktu onların. Çünkü bizim ‘tecrübe’ zannettiğimiz ama aslında bugüne dair bakışımızı bozan, dağıtan bagajları, ağırlıkları yoktu. İlle de isbatına çalıştıkları bir teorileri, doğrulanmasını istedikleri tekrarlanmış iddiaları da… O yüzden daha geniş, daha kuşatıcı, daha farklı açılardan ve daha tarafsız bakabiliyor; o yüzden benim gibi ihtiyarların ‘wishful thinking’le karışan düşünüşlerine karşılık, olması gereken haliyle ‘thinking’de kalmayı gayet iyi başarıyorlardı.
Kendi namıma, olayların da teyidiyle, ellisinden sonra ‘gençlerden öğrenme’ diye birşeyin de var olduğunu öğrendim. Açık söyleyeyim, bu, iyi de geldi bana; bakışımı, düşünüşümü, duruşumu iyileştirdi.
Bana öyle geliyor ki, bu toplumun da birçok kadim problemi gençlerden öğrenmeyi öğrendiğinde çözülecek ve birçok kronik hastalığı gençlerden öğrenmeyi öğrenirsek iyileşecek…