Şunu baştan belirtmeliyim ki, bu bir intikam öyküsüdür. Kanlı hesaplaşmaları içiniz kaldırmıyorsa, buradan sonrasını okumayınız. Gözlerin ne denli tehlikeli ve ölümcül olabileceğini, bakışlar aracılığıyla kitlelerin yönlendirilebileceğini, insanların linç ettirilebileceğini anlatıyor.
Bazen yüzünüze dikilmiş gözler, üzerinize çevrilmiş namlulardan bile daha dehşet verici olabiliyorlarsa, bakışların delip geçmelerinden falan değildir bu. Lafın gelişi söylenmiş sözlerdir bunlar. Bakışlar delip geçmezler. Keşke delip geçseler… Keşke kurşun gibi bedeninizi delip geçseler de, gidip sizin dışınızda bir yerlere saplansalar. Ama delip geçmezler, delmezler bile. Yapışıp kalırlar. Tesir gücü en yüksek silahlardan bile daha yıkıcı olabilirler. Hayır nazardan, nazar değmesinden söz ettiğim yok! Nazarı bile çatlatır, o ısrarlı bakışlar…
Şu satırlardan başlayarak üzerinize yöneldi bile o bakış. Biliyorum, beni ciddiye almıyorsunuz. Birçoğunuz, okumaya devam edeceksiniz belki de. Üzerlerine oyuncak tabanca doğrultulmuş yetişkinler gibi hissediyorsunuz çünkü kendinizi. Çocukların hevesini kırmamak gerekir öyle değil mi? ‘Aman çok korktum. Çok korktum’ diyorsunuz içinizden. Hatta ellerini kaldırıp şakacıktan teslim olanlar bile vardır aranızda. ‘Git işine be çocuğum. Oynayamam şimdi seninle, işim var, gücüm var’ deyip atıverseniz ya kitabı elinizden!
Eh! Madem öyle… buralara kadar geldiğinize göre peşimden, günah benden gitti. Bundan sonra olacakları kısaca özetleyeyim de bilin bari başınıza gelecekleri. Üzerinize yapışıp kalmış bakıştan öylesine yılacaksınız ki, hayatınızda belki de ilk defa bir insanın ölümünden üzüntü duymayacağınızı düşüneceksiniz. Ya da, hatta, hayatınızda ilk defa bir insanın ölmesini isteyeceksiniz. İşte bu kadar iyi bir insanken, kötü bir insan olduğunuzu düşünmeye başlayacaksınız. Ama durun daha, bunlar iyi sayfalarınız. İlerleyen sayfalarda, üzerinize yapışan bakışlara tek bir gücün yetebileceğini keşfedeceksiniz. Kendi gözlerinizdeki gücün… Kendi gözlerinizdeki, bakışlarınızdaki gücü keşfedeceksiniz. Bu gücün sarhoşluğuyla da…
Yazık! En masum, en savunmasız olduğunuz anda geldi yapıştı üzerinize bakışlar. Kitap okurken… Kitap okumak, bir insanın en masum eylemidir gerçekten de. Karnınızın en yumuşak, bünyenizin enfeksiyonlara en açık olduğu zamanlar, kitap okuduğunuz zamanlardır. İlk üç beş sayfada bir çocuk masumiyetiyle anlatıcının ellerine teslim ediverirsiniz korunma kalkanınızı. Uykuya dalarken avuçları gevşeyen, en sevdiği oyuncağını elinden kaydırıp yere düşüren bebeğe dönersiniz. Kendi fikirlerinize sıkı sıkıya sarılmaktan vazgeçersiniz. Kendinizi unutup, başkalarının fikirlerine, duygularına açarsınız gönlünüzü. Elbette en tehlikelisi, bakışları çekersiniz üzerinize… Bakışlara açık hale gelirsiniz. O bakışlar o kadar iyi bilirler ki kime ne zaman yöneleceklerini!..
Görüyorsunuz işte, kötü bakışlar değil bunlar. Gülen bakışlar… Alaycı da değiller, neyse! Kötü kötü bakmanızı ya da ‘ne bakıyorsun kardeşim’ diye çıkışmanızı gerektirecek bir durum yok yani ortada. Sanki sizi çok iyi tanıyormuş gibi ısrar ve ilgiyle bakıyor, ama daha önce hiçbir yerde karşılaşmadığınızdan da eminsiniz. Selam vermenin de bir alemi yok yani. Belki de en iyisi o gözlere bakmamak. Bakmazsanız o da vazgeçer herhalde. Sizin durumunuzda bu, kitabı kapatmak, bir daha elinize almamak üzere bir kenara fırlatmak anlamına gelir ki, bunu yapmak için henüz çok geç kalmış sayılmazsınız. Ama sizin için hiçbir şey ifade etmeyen, ilginizi çekmeyen, bir serüven bile vaat etmeyen bakışlara, hâlâ üzerinize çevrili olup olmadıklarını anlamak için, sırf meraktan yani, geri dönecek olursanız, yandınız demektir.
Bakışınızı çevirmekle kurtulamayacağınızı anlamış oldunuz işte! Ondan yana bakmayacak olsanız bile, aynı ilgi ve ısrarla sizi seyretmeye devam edeceğini biliyorsunuz artık. Tuhaf şey! Şimdi, bakmasanız da biliyorsunuz bedeninizin tam olarak hangi noktasını incelediğini. Nasıl oluyorsa, oluyor… hissediyorsunuz işte! Elinizi ayağınızı nereye koyacağınızı şaşırıyorsunuz. Eski rahatlığınızdan eser kalmadı. Bakışlarında hatırladınız kendi yüz ifadenizi. Ayaklarını hatırladığı anda tökezleyen ip cambazına döndünüz. Kendi yüz ifadenizden sıkıldınız. Artık burada olduğunuz sürece rahat olamayacaksınız ve bunun için de öfke duyuyorsunuz haklı olarak.
Hıncınızı almak için o bakışlara geri dönüyorsunuz sonunda. Kötü kötü bakmak için. Yıldırmak için… Ne kadar ters ters baksanız da, aldırmıyor işte! Hatta sizin öfke dolu bakışlarınız daha da neşelendirdi, daha da canlı, daha da gülen gözlerle bakıyor suratınıza. Daha da büyük bir öfkeyle çeviriyorsunuz bakışlarınızı… ama bu kez kendinize! Sizin o öfkeli halinizi seyrettiğini biliyorsunuz çünkü şimdi de. Kendinize öfkelendiğinizi ona belli etmek istemiyorsunuz, rahat görünmeye çalışıyorsunuz. Bakışlarını unutmuş gibi yapıyorsunuz, başka şeyle ilgilenir görünüyorsunuz. Ama nafile, siz de anladınız ya, o biliyor numara yaptığınızı. Onu umursadığınızı, onun uğruna zahmetlere girip numara yaptığınızı bilmesi en kötüsü! Öfkelendiğinizi bilmesinden bile kötü. Zaten, öfke duymuyorsunuz artık. Utanç duyuyorsunuz. Bu utançtan sıyrılmak için, kendinizi öfkelendirmeye çalışıyorsunuz. Utancınızı değil de, öfkenizi hissetmesini istiyorsunuz yeniden. Ama artık çok geç! Şimdi kalkıp gidecek olsanız, kitabın kapağını şimdi ya da bundan sonraki herhangi bir sayfada kapatacak olsanız, öfkenizi değil de, yenildiğinizi, korktuğunuzu, kaçtığınızı ilan etmiş olacaksınız yalnızca. Hem de en başta kendinize. Bunun için kalkıp gidemiyorsunuz da artık hiçbir yere. Bekleyeceksiniz çaresiz. Kaçacak hiçbir yeriniz yok. Onun bakışları altında bekleyeceksiniz. Yağmurun dinmesini bekler gibi bekleyeceksiniz. Beklerken de ıslanır gibi…
Çaresizliğinizi, korunaksızlığınızı ondan başkaları da biliyor şimdi işin fenası. Başka bakışlar da yapıştı üzerinize. Açıkta kalmış, sırılsıklam olmuş, yağmurun dinmesini bekleyen bir kişi dikkat çeker ne de olsa. Herkes farketti işte sizi. Çaresizliğinizi… Acıyarak, yadırgayarak bakıyorlar yüzünüze. Garipsiyorlar. İşin tuhafı, eskisi kadar utanç duymuyorsunuz yine de. Siz farkına varmadan içinize gelip çöreklenen o korku, giderek büyüdü, utancınızı bile bastırdı çünkü sonunda.
Silkinebilir, kitabın kapağını kapayabilir, kalkıp gidebilir ve bu bakışları saçma bulduğunuzu, sıkıldığınızı haykırabilirsiniz, bakışların sahibine de, kendinize de, üzerinize dikilmiş diğer bakışların sahiplerine de! Böyle bir saçmalığa kendi noktanızı kendiniz koyabilirsiniz… En başta kendiniz olmak üzere, kimseler inanmayacak olsa bile size… Hem şu noktaya geldiğinize göre inandırıcı olup olmamanızın ne önemi kaldı ki! Zaten yenilmişsiniz işte! Açıkta kalmışsınız. Ayaza kalmışsınız. Nokta!.. Bütünüyle yalnız kaldığınız, bundan böyle tek başınıza, desteksiz, dayanaksız ilerleyeceğiniz nokta, işte bu nokta.
O, sayfaya dökülen her satırla birlikte biraz daha eğleniyor, eğlendiğini gittikçe daha da belli ediyor gülen bakışları. Oysa diğerleri sana gittikçe daha fazla acıdıkları için, doğrudan bakmıyorlar artık yüzüne. Seni daha da fazla utandırmamak için göz ucuyla, kaçamak bakışlarla izliyorlar. Ama sen onların acıyan bakışlarını bile özlüyorsun. Onların bakışlarına sığınmak istiyorsun. Seni onun bakışları altında tenhalarda, kuytularda tek başına bıraktıkları için küskünlük hissediyorsun. Küçülüp yok olmak istiyorsun ama sanki daha da irileşiyor, hantallaşıyorsun. Onun bakışlarından başka bir bakış, ya da en azından bir başka ifade yakalamak için etrafına bakınıyorsun. Ama sen yüzünü çevrende gezdirdikçe telaş telaş kaçışıp saklanıyor bakışlar, sonra da yüzüne yavaşça kapanan kapılar gibi öne eğiliyor ya da başka yöne çevriliyor başlar. Oysa bir başka varlığın dayanışmasını hissedebilsen, utancın öfkeni uyandıracak, onunla birleşecek; korkunu yenecek, güçleneceksin, karşı koyabileceksin, isyan edebileceksin. Seninle dayanışma içine girecek tek bir bakış yakalasan, o gözün itici gücünü sende kalan son güç kırıntılarına katıp yerinden kalkacak, o bakışların sahibine doğru ilerleyecek, suratına sıkı bir tokat aşkedeceksin. Ama yardıma gelmiyorlar işte. Onlar da korkuyorlar çünkü artık. Onlar da hissettiler o bakışlardaki gücü. Değil yardıma koşmak, arka çıkmak, olaya şahit olduklarını bile farkettirmek istemiyorlar. Sen o gözlerin tesiriyle yerin yedi kat dibine geçip ufalanıp gittikten sonra, bakışların kendilerine bulaşmasını, yerin kendi ayakları atından da kayıp gitmesini önlemek için, hiçbir şey görmemiş, hiçbir şey farketmemiş hatta oralarda bile değilmiş gibi davranabilmek için, sağlam bir zemin hazırlıyorlar kendilerine.
Dikkati çekmek, diğerlerine kendini farkettirmek için yerinde kıpırdanıyorsun, öne arkaya sallanıyorsun, elini ayağını oynatıyorsun, yerinde hafifçe doğrulup, başını yukarı kaldırıp, oralarda olduğunu bildiğin bir arkadaşını aranıyormuşsun gibi dört bir yanını kolaçan ediyorsun. ‘Biz onu farketmemiştik, hiç gözümüze ilişmemiş’ diyemesinler sonradan. Tek bir baş bile senden yana hafifçe dönecek olsa, için rahat edecek. Kendini korumaya almış, bakışların sahibine de göz dağı vermiş olacaksın böylece. ‘Bak işte, benim burada olduğumu hatırlayacak birileri var. Onlar, benim de, olan bitenin de farkındalar. Ona göre!..’ Ama tek bir kapı bile aralanmıyor. Sıkı sıkı örtülüyor kepenkler. Kasketler öne indiriliyor, başlar arkaya yaslanıyor, eller göbekler üzerinde kavuşturuluyor, uykuya geçmeye hazırlanılıyor. Kulaklara kulaklıklar yerleştiriliyor, çantalara uzanılıp, örgüler çıkarılıyor. ‘Biz evde yoktuk’. ‘Biz erkenden yatmıştık. Uykumuz da ağırdır. Ruhumuz bile duymadı.’ ‘Müziğin sesini çok açmıştık, kendimizi işimize gücümüze kaptırmıştık iyice, ondan duyamadık, göremedik herhalde.’
Vazgeçtin… Sonunda vazgeçtin işte, diğer bakışlara kendini… yerini belli etmeye çalışmaktan. Artık tek istediğin, küçülüp, silinmek onun gözünün önünden. Başarıyorsun da bu kez. Bütünüyle silinmeyi değilse de, kendi içine büzüşüp ufalmayı… Minicik elleriyle çıplaklığını örtmeye çalışan savunmasız, küçük bir çocuktan daha içe dokunan bir şey olabilir mi? Sonun yaklaşıyor mu ne? İçin için ürpermeye başladın bile. Ürpertiler dalgalar halinde derinlerinden yükselip tenini kamçılıyor, yüzünü karıncalandırıyor, tüylerini diken diken ediyor. Buz kesiyorsun. Tehlike adım adım yaklaşıyor, hissediyorsun. Ruhun o kadar üşüyor ki ağzından dumanlar çıkıyor. Ne kadar büzüşüp saklanmaya çalışsan da… kurtulamayacaksın. Son darbeyi indirmezden önce oyalanıyor yalnızca. Son darbenin zevki daha da büyük olsun diye… Gözleriyle okşuyor çıplak bedenini. Gülen, neşeli, artık içli dışlı bir samimiyet ifadesine bürünmüş, fütursuz gözleriyle… Son darbeyi indireceği noktayı işaret ediyor bakışı, orada biraz oyalanıyor sonra yine tüm bedenini baştan aşağı okşamak için uzaklaşıyor. Ama geri dönecek, biliyorsun. Yine tek bir göze indirgenecek… Ve gözbebeğine indirecek son darbesini. Son darbeyi indireceği noktayı o kadar yakından işaret ediyor, o kadar sokuluyor ki, gözleri alnının ortasında birleşip ifadesiz, duygusuz tek bir göze dönüşüyor… şimdi senin de alnının ortasında birleşmiş o tek gözüne dikiliyor. Sonra bedenini okşamak için uzaklaşırlarken yine o içli dışlı olmuşluğun, o samimiyetin sırnaşıklığıyla gülen gözler… Son bir silkinişle, ayakkabılarının içine saklanıp kurtulmaya çalışır gibi, oturduğun yerde iki büklüm olup öne eğiliyorsun. Ayakkabılarının burnuna dikiyorsun gözlerini.
Ne fena, hiçbir zaman hissetmediğin kadar çaresiz, zavallı hissediyorsun şimdi kendini! Çıplaklığını minik elleriyle örtmeye çalışan o çaresiz küçük çocuk bütünüyle çıplak da değilmiş meğer. Ayağında şirin patikleri varmış. Bağları çözülmüş, eskimeye yüz tutmuş bir çift şirin patik. Ayak bileklerinin kırılgan inceliğini, bebek tombulluğunu sürdüren gövdesinin çıplaklığını daha da vurguluyor, daha da iç dağlıyor ayağında bırakılmış o patikler. Bu içler acısı görüntüden alamıyorsun kendini, gözlerini ayakkabılarından ayıramıyorsun. Gözlerine yaşlar hücum ediyor, bedeninin derinlerinden yükselen hıçkırıklar boğazında düğümleniyor. Burnunun direği sızlıyor. Neden sonra, kendine gelip, ayakkabılarına baktığın sürece o bakışları unuttuğunu fark ediyorsun, şaşırarak başını kaldırıyorsun ve onun da gözlerini kendi ayakkabılarına dikmiş olduğunu görüyorsun.
Ne zaman çekilmişler üzerinden? Hem neden? Bakışlarınla ayakkabılarını işaret ettiğini mi sanmış? Öyle olsa, kendi ayakkabıları yerine, onun da seninle birlikte senin ayakkabılarına bakması gerekmez miydi? Her nasıl olmuşsa olmuş, içgüdüsel olarak sığındığın ayakkabıların, gerçekten de kurtuluşun olmuş işte! Hem de dibe vurduğun anda… Kendine duyduğun acıma yüzünden ağlayacak hallere gelmişken. Daha da alçalabilecek, bir adım bile geriye gidecek yerin kalmamışken. Tam anlamıyla köşeye kıstırılmışken… Kurtulmuşsun işte! Derin bir nefes alıp, başını zafere ulaşmış kişilerin erinciyle havaya dikip, kalkıp gitmenin tam zamanıdır. Kendilerini uykuya, müziğe, el işlerine ya da vapurun pencerelerinden dışarılara, martılara, yaklaşmakta olan iskeleye teslim etmiş görünen o insanlara en küçümser, en aşağılayıcı, en alaycı bakışlarını fırlattıktan sonra, olaya kendi noktanı koymanın, sonra da kitabı kapayıp, özensizce, hoyratça çantana sıkıştırıp, çıkış kapısına doğru ilerlemenin tam zamanıdır. Kendini kurtarmak için hâlâ geç kalmış sayılmazsın. Yeter ki dön bu satırlardan, daha da ileri gitme! Başkalarının ne denli kötü, bencil, umursamaz olduklarıyla ilgili daha da derin bir anlayışa ulaştığınla kal! Bütün kötü insanları avucunun içine alıp, onları daha da kötü insanlar haline getirebileceğin bilgisini yerleştirme zihnine. İstediğinde onlardan çok daha kötü olabileceğini bilme! Ama şu noktaya gelmişken kendi noktanı koyamıyorsun işte. İntikam isteğinin önüne geçemiyorsun. Sonuna kadar devam edeceksin. O an geldi çünkü. Sana kötülük yapanlara daha da büyük kötülükler yapabilecek gücü hissettiğin an…
O an, senin bakışlarını üzerinde hissettiğinde, başını kaldırdığı an. Göz göze geldiğinizde bakışlarındaki o bir anlık gafleti, bocalamayı, yakaladın ya, bırakamazsın artık. Bırakmayacaksın. Bırakıp, hiçbir şey olmamışçasına, kalkıp gitmeyeceksin. Gidemezsin… Bunca zaman canı yanmış olan sensin ne de olsa!
Oysa o, bakışlarını kaçıracağını sanıyordu. Bakışlarını bir an için bile gözlerinden alacak olsan, güçlenecek yeniden, o eğlenen, gülen bakışları alıp yerlerine yerleştirecek. Hoş, senin için hiçbir anlam ifade etmeyecekler artık. İstesen, sen de gülerek bakıp, geçip gidebilirsin yanından. Korkmuyorsun çünkü artık ondan. Bunca zaman neden korktuğunu, seni nasıl bir ruh durumuna sokmuş olabileceğini merak ediyorsun yalnızca.
Bakışlarını kaçırmadığını görünce daha da bocalıyor, gözbebekleri ne yana kaçışacaklarını şaşırmışlar gibi bir iki titreşiyorlar önce, sonra vazgeçip senin gözlerinde sabit kalmak için telaş içinde çırpınıyorlar, ama başaramıyorlar. Ani bir düşüşle, ayakkabılarına sığınıyorlar yeniden. Peşleri sıra aşağı kayan gözkapaklarıyla örtünüyorlar.
Sen, ağını salmış, işin zahmetli kısmını geride bırakmış avcıların keyifli bekleyişi içinde, yan gelmiş gözlerini dinlendiriyorsun onun yarı örtülü gözlerinde… Nasıl olsa, göz diktiğin gözler kıpırdanacaklar sonunda, kıpırdandıklarında ağa takılmış olduklarını anlayacaklar, kaçışmaya, silkinip kurtulmaya çalışacaklar, ama debelendikçe daha da fazla dolanacaklar bakışlarına. Sen bakışlarını gerip gevşeterek, kurtuluş umudu vereceksin. Hemen teslim olmasın, daha da debelensin, daha da fazla dolansın diye… Avın en zevkli kısmı hemen son bulmasın diye.
Sonunda göz kapakları kocaman kocaman açılarak, kıpırtısız kalmış gözbebeklerini sana teslim ettiklerinde, saçılan bakışlardan dehşet okunuyordu… yalnızca dehşet!
O kıpırtısız kalmış gözbebeklerine son darbeyi hemen indirebilirsin istersen. Anında ulaşabilirsin doyumun zirvesine. Oysa sen, hemen doyup son vermek istemediğinden zevke, doruk noktası dalga dalga yaklaşırken uzaklaşıveriyorsun, bakışlarını bir bıçak gezdirir gibi hiç kaldırmadan, kesintisiz gezdiriyorsun bedeninde. O da biliyor, sen de biliyorsun bıçağı rastgele saplamayacağını. Yine de… Onun korkusu, senin zevkin daha da artıyor. Sonun ne derece acı verici, ne derece zevkli olacağını hissettiriyor çünkü. Yeterince eğlendikten sonra, son darbeyi vurup işini bitirmek için geri göndüğünde, yerlerinde kımıldamadan durmuş seni beklediklerinden emin olduğun gözlerde o dehşet ifadesini bulamayınca değiştirdin kararını. O dehşet ifadesinin yerine geçip yerleşmiş yalvarma ifadesini görünce… Daha fazla uzatmaman, işini bir an önce bitirmen, son darbeyi daha fazla bekletmeden indirmen için yalvaran gözleri görünce… Madem öyle! Umduğu kadar kolay ve ani gelmeyecek sonu. Tek darbede bitmeyecek işi. Bakışlarını gevşetip, salıveriyorsun gözlerini. Gözler, serbest bırakıldıklarına inanamadıklarından ya da tutsaklığa fazlaca alışmış olduklarından, kısa bir süre, belki birkaç saniye kımıldayamıyorlar. Sonra bir hamlede silkinip hareketleniyorlar ve kendilerini bekleyen sonun nasıl da korkunç bir son olduğunu anlıyorlar. Etraflarını saran, gittikçe çoğalan, yavaş yavaş yaklaşan bakışları farkettiklerinde. Tutsaklıktan aniden kurtulmanın vermiş olduğu sersemlikle anlayamamışlar, aç bırakılmış, azdırılmış gözlerin önüne atıldıklarını. Kendilerini salıveren bakışların, o birkaç saniyelik gaflet anında, gidip başka bakışları uyandırdıklarını, üzerlerine saldıklarını… Öylesine büyük bir dehşete kapılıyor ki gözlerin sahibi, kendini kaybedip, kendinden geçip haykırmaya, senden yana bakıp, küfürler, tehditler savurmaya başlıyor. Aslında demek istediği: ‘Bana gelmeyin. Ona gidin, gidin onu parçalayın, onu yiyip bitirin.’ Azgın bakışlar bir an duralıyor, onu bırakıyor, sana yöneliyorlar gerçekten de. Sen gözlerini, avının üzerinden ayıramıyorsun yine de… Aç bakışlar üzerinden uzaklaşmışlarken kaçıp kurtulacak yerde, o buz gibi dehşetin etkisinden sıyrılamadığını, sıvışıp uzaklaşamadığını görmek, durduğu yerde titreyip, yaşlar döküşünü seyretmek çok hoşuna gidiyor çünkü. Sana yaklaşan aç bakışlarla ilgilenip bu anın zevkini kaçırmak istemiyorsun. Nasıl olsa, son anda hakkından gelirsin o bakışların da! İyice yaklaştıklarında, soluklarını yüzünde hissedeceğin kadar yanaştıklarında… gözlerini bedenine felç inmiş avının üzerinden yavaşça ayırıp, yanında oturan kişiye çeviriyorsun. Aranızda bir diş mesafesi kalacak kadar yakınına sokulmuş saldırganlar için hiç de uzak bir hedef değil gösterdiğin gerçekten de… Seni bırakıp bir sıçrayışta yanındakine geçiriyorlar azgın dişlerini. Yanındaki kurbanın, kendisine saldıran bakışlardan kurtulmak için çaresizlik içinde çırpınıyor, ‘hayır bana değil, ben tanımıyorum ki onu, bana değildi o küfürler, tehditler’ oluyor duyduğun son sözleri. Sonra yerinden kalkıyorsun, yavaşça çıkış kapısına doğru ilerliyorsun. Tam yanından geçip gidecekken, durup son bir kez daha doluyorsun bakışlarını avına. Kurbanını yiyip bitirdikten sonra, tekrardan kendisine yönelmiş vahşi bakışların saldırısından kaçıp, ayakkabılarının içine saklanmaya çalışan bakışlarını son bir kez sana çevirmesi için, bakışlarındaki o yenilmişlik, dehşet, teslimiyet… utanç ifadesini son kez görmek için asılıp sürüklüyorsun gözlerini. Gözlerinle…