Rüyadayım biliyorum ama bir türlü görüntü netleşmiyor. Bir yerdeyim, neresi burası neresi. Yanımda birileri var, kim bunlar. Flu bir rüya. Bir nehrin ucundayım sanırım yok nehir değil bir ova. Sisler içinde. Sis ovanın üstünde salınıp duruyor. Ayağım toprağa basmıyor da ben de sisle birlikte salınıyorum. Endişeliyim. Birini arıyorum, birilerini. Gideceğim yönü bir türlü kestiremiyorum. İçimden sürekli kırk yılda bir rüya görüyorum onu da tam göremiyorum diye hayıflanıyorum. Sis koyulaşıyor ben sürükleniyorum. Birileri adımı sesleniyor, uyanıyorum.
Üşümüşüm, ayaklarıma dolanan örtüyü çekip sarınıyorum. Rüyayı hatırlamaya çalışıyorum bir tek sis gözümün önüne geliyor. Bir de bazı gölgeler. Gerisi yok. Bobo ısrarla elimi yalıyor, kalk diye dört dönüyor. Aklım siste kalkıyorum. Banyoda da peşimde. Diş macunundan bir fiskecik uzatıyorum şapur şupur yalıyor Bobo. Bayılıyor diş macununa, her şeye bayılıyor. Üzerimi değiştirip oyalanmadan dışarı çıkıyoruz beraber.
Çıkar çıkmaz hacetleniyor apartmanın girişine bizimki. Eğilip poşete topluyorum. Bobo mutlu, parka doğru yürümek istiyor neşeyle. Oysa daha gün yeni doğuyor. Sokaklar boş. Tramvay yolu ıssız. Birkaç sokak köpeği kıvrılmış yatıyor sokağın köşesinde. Bizi görünce içlerinden bir tanesi, Paşa olan peşimize takılıyor. Cebime doldurduğum ödül mamalarından veriyorum, yalayıp yutuyor. Üçümüz beraber yürüyoruz. Dışarda sis olmasını beklediğimi fark ediyorum. Yok ama. Sokağın ucuna doğru pastanenin poğaça kokuları sarıyor her yanı. Tepsi tepsi poğaça kokusu. Pastaneye değil sola dönüyorum. Çocuk yuvasının önünde durup iyice budanmış ve neredeyse kurumuş at kestanelerine bakıyorum. Birkaç sene öncesine kadar dallı budaklı, yemyeşil ağaçlardı bunlar. Mevsimi gelince kestanelerin, düşenleri toplamaya bayılırdım. Hele de dikenli kılıflarının içinde olanlar en sevdiklerimdi. Ceplerime doldururken birkaç meraklı mutlaka sorardı “neden topluyorsunuz, ne işe yarıyor biz de toplayalım’’ diye. Hiçbir işe yaramıyor ben sadece toplamayı, alıp eve götürmeyi, masamın üzerindeki çanağa doldurmayı, onlara bakmayı ve neden bilmem birkaç tanesini çantamda taşımayı severim, diyemiyordum. Sadece ’’Uğur benim için,’’ diyordum. Benim peşimden onların da aradığını, ceplerine attığını biliyordum. Efsunlu bir şey bulmanın ihtimaliyle ne var ne yok topladıklarını biliyordum.
Ağaca baktım bir süre. Artık sadece gölgesi kalmış bu sokakta. Uğuru gitmiş.
Bobo çekiştiriyor beni. Ağacın dibini sağını solunu koklaması kısa sürmüş. Bir şey yok buralarda, diye bakıyor koca kahverengi gözleri. Yürüyelim diye ısrarlı, yürüyoruz. Az ilerde apartmanların arasındaki sadece yerlilerin bildiği ara yoldan geçip sokağın paraleline geçiyoruz. Kafeler buralara kadar ilerlemiş ne yazık ki. Birkaç masa, üç beş sandalyelik kafelere hayret ediyorum hep, ay sonunu nasıl getiriyor bunlar diye.
Adı Think olan kafenin önünde duruyorum. Sabah hala serin. Rüzgarlığımın fermuarını kapatıyorum içeriye doğru bakarken. Buranın kahvesi nasıl ekşi anlatamam. Ucuz da değil üstelik. Daha da içeriye doğru bakıyorum. Bobo bahçesinden içeriye girip sağı solu inceliyor, Paşa çok mesafeli, dışarda birkaç adım uzakta bekliyor. Burası eskiden kitabeviydi diyorum Bobo’ya. Annemle gelirdik. İçeriye doğru genişleyen bir galerisi vardı. Kitap, kırtasiye, orijinal oyuncaklar ve bazen tablolar olurdu, mini sergiler. Çocuk kitaplarıyla başlayıp klasikleri okuduğum yaşa kadar en sevdiğim yerdi. Benzersiz boya kalemleri vardı mesela. Sonra önce Müşfik amca hastalandı, Şefika teyze eşinin ölümünden sonra sessizleşti. Yenilenmeden, eklenmeden elindekilerle sürdürmeye çalıştı dükkanını. Gözlüklerinin ardından bakan yeşil gözlerinin feri soldu zamanla. “Uğrayanlar azaldı, zincir mağazalara gidiyorlar artık’’ demişti bir seferinde. Sonra mal sahibi çıkın dedi, epey sürdü gene de sonuçlanması. Mahalleden üç beş kişi protesto etti. Birkaç kişi eylem yapmak istedi, burası bu semtin kilit noktalarından biri, dediyse de olmadı. Çıktılar ordan. Şefika teyze Bodrum’a taşındı. Dükkanı bunlardan önce kebapçılar kiraladı. Aylık kirasını duyunca yok artık! demiştik o zaman. İlk tutanlar battı. Bunlar sonradan gelen. Ekşi kahveciler. Bir de Think koymuş adını, neyi düşünecek, ödeyeceği hesabı mı? Bir duvara kitaplık, birkaç dergi, ne bileyim duvarlara tablo filan assaydınız bari. Yok ama yapmazlar. Yaa Bobo işte böyle.
Bobo onunla konuştuğuma mutlu ama sesimin tonundan huzursuz olunca sustum. Yürümeye başladım, üçümüz yan yana, keşif yapar gibi.
Ara sokak bitince yeniden sahile doğru çıkıyoruz. Bobo tasmasının çıkarılacağını anlayınca kendi etrafında birkaç tur atıyor sevinçle. Koklamayı, yanında vakit geçirmeyi sevdiği ağaçlarda mola veriyoruz bir süre. Paşa, Bobo’yu izliyor sakince. Hiç karışmıyor. Küçük çocuğunu seyreden sabırlı bir baba gibi. Romalılardan kalma kemeri geçince deniz görünüyor. Bu sokak en sevdiklerimden. Bir yanı okulun bahçesine dayanıyor. Okulun bahçesi de bahçe ha!
Buraya bakan evlere imrenirim hep, onlarca ağacın olduğu bu bahçeye bayılırım. Ben burada okurken de severdim ama tek derdim dışarıya çıkmaktı. Okulun ağırlığına hazır değildim sınavı kazandığımda. Herkes çok gururlanmıştı hatırlıyorum. Kaç kuşaktır aynı okulda liseyi okumak marifet sayılıyordu bizim evde. Okulu ve semti sevmiştim ama derslerden nefret etmiştim. Gene de çalışırdım ama. Sinema delisi bir çocuk bir çeşit sinefil, sınıfta benim gibi birkaç kişi daha vardı gerçi. Başka okulda okusa daha mutlu olacak çocuklar…
Babam okul aile birliğinin başkanıydı o zamanlar. Elinden gelse hiç çıkmayacak okuldan. İşsiz bir de o sıralar. Etrafında bir sürü sarışın kadın. Mezunlar derneğine de seçilince iş bulmuş gibi sevinmişti adam. Okulun yüzüğünü hiç çıkarmazdı parmağından. Gerçek bir Martı. Talaş günü için büyük bir proje üretmeye çalışıyorlardı, ses getirecek unutulmayacak bir şey. Ne gereksiz. Babamı uzaktan görür görmez sıvışıyordum ben. Babam coğrafyacıyla konuşurken ya kömürlüğe kaçıyordum ya da dışarıya. Okulun arka tarafındaki tellerin yırtık olduğunu çoktan keşfetmiştim. Sonradan duvar ördüler oraya ama yılmadı gençlik. Üzerinden atlayan kızların efsaneleştiğini bilirim sonradan. Sabahları Sakız büfenin çayı sigarası olmasa kendime gelemezdim. Velhasılı babam benden daha sadıktı okuluna. Geçende biri okulun hocalarından birinin televizyona çıktığını söylediğinde nedense üniversite değil de maarif gelmişti aklıma da şaşmıştım kendime. Okul diye hafızama kazınan yer meğer liseymiş. Ne tuhaf, içindeyken hiç de öyle düşünmezdim.
Paşa peşimizden yürümekten vaz geçmiş öylece duruyordu arkamızda. Bobo etrafında bin bir şaklabanlık yapıyordu. Yanına oturdum. Koca gövdesini, gıdısını sevdim. Kulağına “ha gayret aslanım yürümen lazım,’’ dedim. Islak burnuyla itti beni. Geri dönüp yürümeye başladı. Peşinden baktım. Kara köpekler sülalesinden bir sen kaldın Paşacık, dedim. Gün içinde Paşa’yı kontrol etmeye karar verdim. Ağır adımlarla kuyruğu havada gidiyordu Paşa.
Bobo hiç de anlayışlı değildi yürüyüş konusunda. Tasmadan kurtulmak, sahildeki çimenlerde koşmak istiyordu. Adımlarımı hızlandırdım. Tasmayı gevşettim iyice. Bir yandan da babamı düşünüyordum, arasam diye geçti aklımdan vazgeçtim. Daha uyuyordur onlar, aradığımda ortalığa yayılacak artık hangi müzisyene taktıysa bu ara onun müziği yayılır eve. Ruh haline göre seçer zillerini. Eve dönünce ararım Bobo, dedim bana sabırsız bakan kahverengi gözlere.
Okulun arkasındaki yola indim. En sevdiğim mimozalar çoktan çiçeğe bürünmüşlerdi. Yan yana iki ağaç. Yanında meyvelenmiş birkaç yenidünya ağacı, bir de nedense selvi. Şifa’ya saptık oradan. Merdivenlerden denize doğru indik. Bu basamaklar bir vakitler gökkuşağı rengine boyanmıştı. Gelen geçen foto çekmişti buralarda. Her gece tencere tava çalınmıştı ne güzel. Kadıköy gaza boğulmuştu. Genzimizi yakan o gaz kokusu bitmek bilmemişti. Geçti gitti. Bobo biliyor musun o zamanlar, Bobo neredesin oğlum? Bobo’nun ipini çektim. Baktım terkedilmiş bir arabanın lastiklerine yapışmış kokluyor. Eskimiş paslanmış bir Taunus. Demek oraya geldik. Bu araba Bobo’nun en sevdiği şey. Bıraksan saatlerce koklar. Bulduğu şey ne onu o kadar çok merak ederim ki. Kim bıraktı gitti bu aracı buraya, kim vazgeçti, kim unuttu. Camları az açık olduğundan kedilere pansiyon olarak çalışıyor neyse ki. Kedi barınağı bir tür. Eğilip içine baktım, boş. Edepsiz sokak köpeklerinin tuzak kurduğu yer burası. Kedileri sıkıştırıp avladıkları yer. Cebimdeki köpek kaçıranı çıkardım ne olur ne olmaz diye. Bu alet de bazen etkili bazen etkisiz. Şerbetlenmiş bazı köpekler var ki aletin çıkardığı sesi sevdiklerine yemin edebilirim. Bobo’yu çekiştirip adımlarımı hızlandırdım. Bombayla patlatılmış gibi duran aracın yanından uzaklaştım.
Sahile inince çıkardım tasmasını, deliler gibi koştun Bobo, kulakların sallanıyor iki yanından. Raşitik bacakların çabuk yorulur oysa. Tenis kortuna doğru yürüdüm, Bobo gelip yokladı beni bir iki defa. Çocuk parkındaki salıncaklara oturdum, usul usul sallanıyorum bir yandan. Bana doğru koşup sonra birden geri dönüp tekrar uzaklara koşarak eğleniyor. Birkaç kişi daha var benim gibi bu saatte köpeğiyle dolaşan. Tanıyorum onları. Şu beyaz saçlı tombul kadın buranın yerlilerinden Lizet, diğeri mavi saçlı olan genç bir şarkıcı kız, öbürü at kuyruklu genç bir adam, buralarda Küba yemekleri sattığı küçücük bir lokantası var. Birkaç kere uğramıştık Bobo’yla. Saatlerce pişirdiği etleri harika. Daracık bir ara sokakta köşkün arkasında. Eskiden yanındaki evin girişinde çocukluk arkadaşım Aşina otururdu. İlkokuldayken paso onlara giderdik okuldan sonra. Annesi Yıldızteyze öyle tatlı bir kadındı ki. Portakallı keki onun gibi güzel yapan yoktu kanımca. Kayınvalidesi sert bakışlarıyla oturur örgü örer ya da bulmaca çözerdi hep. Bizi izlerdi. Ürkerdim kadından. Ödevleri yapardık Aşinayla beraber sonrası hep oyun. O ev de yıkıldı gitti. Yandaki evin duvarında izi kaldı uzun süre. Sonra bir baktık hop bir bina dikilmiş yerine. Balkonsuz, koyu kahverengi duvarlı, kocaman camlı. Balkon sevmeyen ama cam seven müteahhitler zamanı…
Babaanne öldü, Aşina Amerika’ya gitti, Yıldız teyzeler Çanakkale’ye yerleşti.
Baktım Bobo paçama yapışmış çekiştiriyor beni, yorulmuş. Eve gidelim demek istiyor. Gidelim annem gidelim. Tasmasını takıp denize doğru bakıyorum. Adalardan bu tarafa doğru bir sis yayılıyor. Üşüyorum.
Sahile arkamı dönmeden önce köpekli gruba bakıyorum. Birkaç kişi daha eklenmiş, el sallıyorum hepsine. Bir tek Lizet görüyor, neşeyle el sallıyor o da bana. Lizet de benim gibi, gideni çok, kalanı az.
Sis basmadan, sakız ağaçları siste kaybolmadan eve dönmek istiyorum. Aklımda hep gördüğüm rüya. Güneş çıktıkça artıyor sis. Aydınlandıkça soluyor dünya. Tasmayı daha sıkı tutuyorum. Eve götüren bir harita.
Bobo yanımda uslu uslu yürüyor. Sokağın köşesine geldiğimizde Paşa yanıma gelip başını elime sürüyor. Okşuyorum. Bir ödül maması daha veriyorum Paşa’ya bu kadar uzun süre ayakta kaldığı için. Bobo benden önce giriyor eve.