Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIHerkesin iki ruhu vardır

Herkesin iki ruhu vardır

Her insanın iki ruhu vardır. Doğumla edindiğimiz ruhumuzun yanı sıra atalardan kalan ikinci ruh, kişisel olmayan ruhumuzdur. Sayısız kere aktarılmış, ruhsal genetiğimizdir. Hiçbir bebek hayata sıfırdan başlamaz. Tam aksine, tamamlanmış bir ruh ve beyinle dünyaya gelir. Yaşam sadece bunun açığa çıkması ve kendini bulması için geçirilen süreden ibarettir. Jung’a göre kişisel psişemiz ile bu kişisel olmayan psişemiz genellikle birbiriyle çelişir ve çatışır.

Jung Konuşuyor’u (Alfa Yayınları) okuyorum. Adından da anlaşılacağı gibi bu bir söyleşi ve karşılaşmalar kitabı. Dünyanın her yerinden gazeteciler, psikanalistler ya da hiçbir pratik nedeni olmaksızın Jung’un görüşlerine kapılıp hayranlık duymuş romancılar, diplomatlar gibi çok farklı geçmişlerden, mesleklerden insanların bilge bir düşünürle karşılaşmalarını ve konuşmalarını içeriyor.

Onun yanına gelen insanlar, aynı anda bu sade ve güçlü insanda adeta ruhlarının diğer yarısını arıyor ve onun şahsında bunu bularak, zayıflıklarından, kin ve hasetlerinden ve her türlü güvensizliklerinden kurtulmuşçasına hafifliyor, güçleniyor, bilgeleşiyor ve hayatın yüzeysel akıntısının altına inerek derine dalmanın büyüsüyle kendi gözlerinin içine bakma cesareti yakalıyorlar.

Hep yavaş hareket ediyor Jung; Zürih gölünün kenarında, Ortaçağ’dan kalmış gibi gözüken, zamanın dışındaki evinden bakıyor dünyanın her yanına uzanan dürbününden. “Kendi odasında tek başına oturan bir adamın doğru düşünceleri düşünmesi halinde binlerce kilometre uzaktan işitileceğini” (s.382) söyleyen Çin deyişinin izinden gidiyor belli ki. Hiç acelesi yok. Dingin ruhlar için hız ve acele henüz iyileşememiş yaralar gibi huzursuz edici bir etki yapıyor. Modern yaşamın hızından uzaklaşmak için çaba sarf etmiyor. Yeterince kendine dönen insan için yaşam, dünyanın her yerinden ona akıyor sanki. Hiç görmese de her şeyi kendi gözleriyle görüyor.

Yanına gelen kişiler saatlerine bakarlarsa bundan rahatsız oluyor. Hızlandıkça anlamın azaldığını düşünüyor. Zamanı unutmadıkça onun dışına çıkılamayacağını ve hayata dışarıdan bakılamayacağını biliyor. Ve dışına çıkılmadıkça gerçek anlamda içine girilemeyeceğini… San Francisco’dan Elizabeth Osterman’ın saatine baktığını gördüğünde, aceleye gerek olmadığını söylüyor ve ekliyor: “Zamanı doğaya geri vermeliyiz ki, annemiz olabilsin. Burada doğanın bir parçası olarak yaşamanın, kendi zamanımda yaşamanın bir yolunu buldum. Modern dünyadaki insanlar her zaman yarın daha iyi bir şey olacakmış gibi, daima gelecekte yaşıyor, bu nedenle hayatlarını yaşamayı düşünmüyorlar. Kafalarında yaşıyorlar. İnsan kendini bilmeye, geçmişin köklerini kendisinde keşfetmeye başladığında, bu yeni bir yaşam şekli oluyor.” (s.175).

Jung için en büyük sorun insanın kendini bilememesidir. Kendini bilmek, zannedildiği gibi insanın kendini iyi tanımasından, bütün karanlık ve zayıf yanlarıyla yüzleşebilme cesaretinden ibaret değildir. Kendini bilmek, bütün geçmişin mirasından süzülüp gelen etkileri bilebilme becerisi gösterebilmektir. Bilinçdışı, bilmediğimiz atalardan kalanlarla yüklü bir mirastır. Her insanın iki hayatı vardır bu yüzden: kendi hayatı ve devraldığı hayatı.

Jung, “Çoğu kimsenin, oldukları her şeyin, ruhsal egolarının gündelik olaylara verdiği her tepkinin, eğitimleri ve çevreleri tarafından belirlendiğine inanmaya devam ettiğini” (s.78) oysa bunun çok eksik bir düşünme biçimi olduğunu ileri sürer.

Her insanın iki ruhu vardır. Doğumla edindiğimiz ruhumuzun yanı sıra atalardan kalan ikinci ruh, kişisel olmayan ruhumuzdur. Sayısız kere aktarılmış, ruhsal genetiğimizdir. Hiçbir bebek hayata sıfırdan başlamaz. Tam aksine, tamamlanmış bir ruh ve beyinle dünyaya gelir. Yaşam sadece bunun açığa çıkması ve kendini bulması için geçirilen süreden ibarettir.

Jung’a göre kişisel psişemiz ile bu kişisel olmayan psişemiz genellikle birbiriyle çelişir ve çatışır. “Çoğu zaman, kişisel ve kişisel olmayan psişe…doğrudan karşıtlık içindedir..yüzlerce yıl önce yaşanan olaylar hakkında tasavvurlara sahip hastalar tedavi ettim. Bunların tamamı bilinçdışından, kişisel olmayan ruhtan, yeni doğanın tamamlanmış beyninden gelir…Hiçbirimiz ne bildiğimizi bilmiyoruz.” (s.79).

Buna karşın, modern insan çok şey bildiğini ve daha önemlisi yaşamı bildiğini düşünerek yaşar. Hayatı görülmemiş derecede ışıltılı ve parlaktır. Oysa ışığın ve parıltının yanıltıcı bir yanı vardır. Dışa yansıyan parlaklık genellikle iç dünyanın kararmasına neden olur. Jung’un deyişiyle, “Işık ne kadar parlaksa, gölge  o kadar karanlıktır!” (s.177). İnsanlar bu yüzden söylediklerini hiçbir zaman tam olarak yapamaz ve hatta tersini yaparlar. Her türlü çelişkiyi ve tutarsızlığı parlak bir ışığın altında görünmez kılarlar. İkinci ruh, her türlü hırsın, acının, zulmün ve yaşanmamışlıklardan gelen yok edici öfkenin karşısında yoldan çıkmayı engelleyen bir direnç sağlar. O ışığın, her şeyi görünmezleştirecek kadar parlamasına karşı çıkar. İnsanın karanlık yanlarını görünür kılar. Bilgelik ikinci ruhumuzla karşılaşmak ve ona uyum sağlamakta gizlidir.

Başka bir deyişle, bilinç, bilinçdışında olanın gelişmesine izin verdiği ölçüde insan kendisiyle karşılaşıp onu sevebilir hale gelir.

Masallar, efsaneler ve mitler ikinci ruhun hediyeleridir. Bilincin bilinç dışıyla karşılaştığı, dilden dile anlatılan kendilik hikayeleridir. Bilinç dışının serbestleşmesi ve kendi amacına doğru akıp gitmesi için son derece önemli sembollerdir. İnsan olmak, salt bilinçle mümkün olmayan gizemli bir geçmiş demektir. Belki de bu yüzden çocukluk, bilinmeyen bir ülke gibidir. Tanıyıp bildikçe koca bir dünyaya çıkan kapılara sahiptir. Bütünüyle bilinçdışının etkisine girmekse masalları gerçek zannetmek gibi bir kendinden uzaklaşma demektir. Jung için, “Akıl hastası, bütünüyle bilinçdışının tahakkümü altına giren bireydir.” (s.225).

Doğumdan sonraki kişiliğin gelişimi bu yüzden önemlidir. Her şeyi rasyonalize eden modern bilinç, bir süre sonra bilinçdışının reddedilmesine ve tek boyutlu bir yaşantının oluşmasına neden olur. Böyle olduğunda masallar bütünüyle gerçek-dışı hale gelerek, asla mutlu sonla bitmeyecek bir hayata neden olur. Bilgelik kaybolur. Her türlü yüzeysellik, bilgiyle kapatılmaya çalışılır. Ne var ki bu süreç, bütünleşmeyi engelleyici olduğundan, korkular ve güvensizlikler bilinci kaplar ve bilinçdışı da korkulan bir karanlık dünyaya dönüşür.

Tam bu noktada son uyarı rüyalardan gelir. “Neredeyse her rüyanın kendisine göre bir anlam taşıdığı söylenebilir. Varlığınızın derinlerinde bir şeylerin eksik olduğunu söylemekle kalmaz, bu krizden çıkmanız için bir çözüm de getirir. Zira size bu rüyaları gönderen kolektif bilinçdışı halihazırda çözüme sahiptir: İnsanlığın hatırlanamayacak kadar eski dönemlerinden beri hiçbir şey kaybolmamıştır, hayal edilebilecek her durum ve her çözüm kolektif bilinçdışı tarafından öngörülmüş gibidir.” (s.236-37).

Rüyalar bir anlamda, hayat hikayemizin boşluklarında oluşan gerçek hayallerdir. İçimizin derinlerinde belli belirsiz biçimde canlılığını sessizce sürdüren ve bizi yönlendiren arzularımızın görünüp kaybolduğu anlardır. “İnsanın içinde ezeli bir hakikat vardır” (s.291) ve rüyalar bu ezeli hakikatlerin sembolik dilidir.

Jung’un aşka bakışı da hayli farklıdır. Ona göre âşık olmak içimizde besleyip büyüttüğümüz hayalin ve sembolik bağlılığın dış dünyada karşılık bulmasıdır. Aşk, büyünün insanı ele geçirmesi gibidir. “İlk görüşte âşık olmak bunun gibi [büyünün ele geçirmesi gibi] bir şeydir. İçinizde, farkında olmadan, bir kadın imgesi vardır, o kadın. Sonra o kızı veya içinizdeki tipin iyi bir taklidini görürsünüz., aniden bir nöbet geçirirsiniz ve iş işten geçmiştir.” (s.292-93). Âşık olmak da bu yönüyle bilinçdışıyla bağlantı kurmanın kapılarını aralar. Kendimizden geçmemizin nedeni, kelimenin bütün anlamıyla, bilincin ötesine geçiyor olmamızdır ve bu oldukça derin bir ihtiyaçtır. Başka bir ifadeyle, âşık olmak ya da olmamak, bilinçli -ama zorunlu- bir tercihtir.

Onun analize bakışına da değinmek gerekir. Onun için analiz, bilinçdışının serbest bırakılması demek değildir. Ya da bundan ibaret değildir. “Analizin bilinçdışını serbest bırakmak olduğuna dair bir önyargı vardır, hayvanat bahçesindeki kafeslerin kapaklarını açmak gibi. Bu, analizin bir parçası olsa da sorumsuzca ve aptalca bir şekilde yapılmamalıdır. Bu yalnızca hazırlık kısmıdır. Asıl analiz, bilinçdışından ortaya çıkan şeylerle ne yapılacağıdır.” (s.350).

Ve son olarak analistin esas etkisinin nereden geldiğine ve yaşama dair görüşleri, son derece önemlidir. Analistin esas gücü ve önemi, sözlerinden değil kendi kişiliğinden süzülüp gelir: “Ne olduğunuz cılız sözlerinizden çok daha güçlüdür. Hastaya ne olduğunuz, gerçek varlığınız nüfuz eder; sözlerinize pek az dikkat eder. Canlı olduğu için analistin çözülmemiş problemleri vardır; yaşam her gün bir problemdir. Aksi takdirde ölü olur…Analist kendi kompleksleri hakkında bilgi sahibi olmalıdır.” (s.352).

Herkesin iki ruhu vardır ve tek ruhla yaşayan insanlardan uzak durmalıdır. Onlar, her şeyi bildiklerini, her şeye hükmedebileceklerini ve her şeye hakları olabileceğini düşünen zayıf ruhlardır. En çok da siyaset erbabı arasında rastlanır. Belki de bu yüzden siyasetin en çok ihtiyacı olan şey, kadim bilgeliklerden, uzak toplumlardan süzülüp gelen derin bilgidir ama bunun için önce sessizce durabilmelidir.

- Advertisment -