Sermaye, atasözlerindeki sabra, tevekküle, “bana ne”ciliğe bayılır da, “Tek elin nesi var, iki elin sesi var”ı hiç sevmez. O örgütlü servet düşmanlarının sloganıdır. Onu sadece devletin tek eline karşı kullanır bazen. Hele onu büyük harfle, TEKEL diye yazarsa…
Ülkemizde sıvı ya da duman olarak tüketilen keyifverici maddeler bir dönem TEKEL’in narasıyla kulağımıza gelirdi: “Sual eylen bizden evvel gelene /Kim var imiş, biz burada var iken?” Bu tür şeylerden tek başına sorumlu, daha doğrusu arkanda devlet olduğu için sorumsuz olmak harika elbette. Geç kasanın arkasına, ne yaptık, ne içtik, ne kadar içtik, sal gitsin.
“O kadar tatlı ve hoştur ki rakım /İki yudumlar bir satarım…”a dönüşmüş müydü bilemiyorum ama… Zamanla o da sıkıyor tabii. İnsanın sıkıntısı cürmü kadar da, kurumsal, hele hele bürokratik sıkıntı tehlikeli. Genel Müdür’ün canı sıkılsa, çaycı depresyona girer.
Hep sıkıntıdan… TEKEL de saltanatının Lale Devri’nde önce rakılarla oynamaya başladı. Tadı zaten her sürümde değişirken, rengi de attı rakının. Anason Başmüdürü fiyatını fazla bulunca artık “son” demiş anasona, güvenilir -rakıcı- kaynaklardan duyduğuma göre.
Ağarmayan rakılar…
Ne kadar su eklesen boş… Ağarmıyor meret. O zamanın musluk suyunu bardağa koyduğunda, içindeki kireç vs. nasıl saniye saniye yok oluyorsa… Aynısının, salisesi. “Ne kış dedim ne bahar /İçtim sabaha kadar /Erken ağardı saçlar /Yılların günahı ne” diye sızlanan müdavimi de aranan günahı o vesileyle bulmuştu sonunda: Ağarmayan ama saç ağartan rakı…
Ağıtlar, uzun havalar Yurttan Sesler’e dönüşünce, anasona kıydılar biraz. Mâliyeti başka yerden düşürmek için bu kez, rakı şişesinin kapağıyla oynamaya başladılar. Öyle ki, çocukluğumuzun Lik vs. gazoz kapağı oyunları, TEKEL’in yaramazlıklarının yanında yetişkin tombalası kalır.
Kapak Başmüdürü kapağın iyice inceltilmesi talimatını verdikten sonra, Başyardımcısı da Gelincik Sigarası paketinin kartonuna çiziktirdiği ek kararname taslağıyla gelmiş: “Kapağın çevrilerek açılmasını sağlayan işlemde de mâliyeti düşürebiliriz, şemasını çizdim Sayın Başmüdürüm.”
Naparsan yap içerler
Böylece fabrikada kapağı “tık” diye açılmaya hazır hâle getiren kesme bıçağını, kullanım ömrü bittiğinde, öldüğünde bile değiştirmediler. Bir süre sonra da boşuna gıcırdamasın diye kaldırıp attılar muhtemelen: “Varsın kesmeyiversin, tüketici nasıl olsa çaresini bulur, onu her ahvâlde içer…” Tiryakinin, “İçen İnsan”ın değişmeyen akıbeti her çağda böyle maalesef: “Naparsan yap, içer…” İktidardaki iyi bilir bunu.
Lâkin rakı kapakları hakikaten açılmıyor. Sen gazete kâğıdını masaya serip, tuzlu can eriğini, tulum peynirini, kavunu ortaya şekilli şekilli koyduktan sonra rakıyı açamamanın ıstırabını bilemezsin Ey TEKEL!
Nitekim yeni, ince ve de çentiksiz kapaklı rakılar, kurumun Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda öngöremediği iki büyük toplumsal soruna yol açtı o zamanlar. Ya şişede durduğu gibi durmuyor; o ince kapağı tuttuğunda komple elinde kalıyor, şişe düşüp kırılıyor… (Islak vakumlu elektrik süpürgesi de henüz yok, gitti rakı…) Ya da kapağı açmada -48 parça alet çantası dışında- hiçbir şey işe yaramıyor.
“Acil Servis”te izdiham
Öyle ki şişenin kapağını “saldırma” azametinde kesicilerle zorlayanlar, Acil Servis’leri doldurdu o günlerde. Yatak, yoğun bakım sayısı Covid 19’dan önce bir tek o dönem, ağır kapak yaralıları Kurban Bayramı gazileriyle birleşince kifayetsiz kalmıştır.
Votkayla da çok ve derinden oynadılar. Zaten o yıllarda votkalar bugünün evde rakı hammaddesinden hallice bile değil. Ivır zıvırı göz kararı damıt, saftirik alkolüne terkos suyunu ekle, bi sigara içimi mayşelendir, kimse görmeden şişele… Ama onda bile her sürümde vardiya usulü yaptıkları oynamalar, sabaha çeşitli boyun tutulmaları, baş ağrılarıyla dönüyor tüketicisine. Votkacıları gündüz boynu yana yatık, başını hiç kıpırdamadan, tin tin tini mini yürüyüşünden tanıyoruz artık.
Cep Kanyağı’nın sırrı…
Memleket yine ayaklanmanın eşiğine gelince… Onları da eski hâline benzetmek zorunda kaldılar. En iyisi; bildik acı tat, bildik baş ağrısı… (Aynı mantık, Genel Seçimler’de de -iktidardan yana- geçerli.) Rakı da, rakıcı da bünye itibarıyla sürpriz kaldırmaz. Sürpriz yaparsan, o da sana feriştahı, zihni siniriyle mukabele eder. Bu böyle biline…
Cep Kanyağı’na ekstra bir şey yapılmadı diye hatırlıyorum. Zaten beter… “Konyak” uluslararası, tescilli bir marka olduğu için onun adında bile yapmışlar yapacaklarını; minik bir dokunuşla “Tabii Kanyak”. Bu kadar isabetli isim nadir görülür. “Beni yak, kendini yak”la bilhassa kışın ağzından ateş çıkaran ejderha gibi dolaşıyor insanlar. Bir kısmı “cep alkoliği”. O zamanlar elde portföy filan da yok. Her şeyin “cep”i makbul… “Best Seller”lar bile Cep Fotoroman.
Uzun Samsun’la oynamaca
Ama mümkünü yok oynayacak bir şeyle. TEKEL’le neyi, ne kadar oynayacaksa… “Elde var sigara” deyip, bu sefer ona el attılar. Uzunuyla daha kolay oynandığı için de önce Samsun’a… “Uzun Samsun”lardan boyu kadar kıymık çıkmaya başladı anında. Tiryakiler onu kâğıdına zarar vermeden cerrah titiziyle çıkardığında, içindeki tütün de yarıya iniverdi, oldu “Yarım Samsun”.
Ne yapacaklar, bu kez sorumluluğu -sürdürülebilir gelenekle- Ey Avrupa’ya, dönemin fason üretim cenneti Bulgaristan’a attılar. Avrupa üretimi başka oluyor doğrusu… Gelen paketler, fason sigaralar pırıl pırıl… Mâliyetten boya giderini düşürme hevesiyle eskiden asla tutturulamayan kırmızısı, tam bayrak rengi. Paketini çıtaya sabitle, sallaya sallaya çık sokağa, mahalleli peşine takılsın.
Meclis, Silahlı Kuvvetler sigarası
Hem asla kırılmıyor. Bir sigara çıkarıyorsun, ortadan katlayıp iki ucunu buluşturuyorsun… Sapasağlam; bırakınca Hacıyatmaz misali ayakta. Ama tadı bir tuhaf… O alıştığımız karbon monoksit lezzeti kaybolmuş, sanki biraz plastik tadı. Hani tiryakisi soğan kabuğu, çer çöp, katran tadına filan alışık da, bu biraz tuhaf…
Kâğıdına onay verilen standartları aşan ölçüde plastik katıldığı anlaşılınca, “Hakiki Samsun” piyasası açıldı tabii. O yıllarda da çoğu markanın bir üvey kardeşi, bir de “Hakiki”si, “En Hakiki”si filan var. Tabelalarına yazıp, yemin billah satıyorlar… Samsun’un paketinden de, açtığında sigaranın filtresinden, kendinden çizgili kâğıdından da kolayca anlıyorsun. Hakikisini de, ya seçilmiş milletvekili sigarasından bulacaksın, ya da o dönemde 10 yılda bir seçilen Türk Silahlı Kuvvetleri’nden…
Samsun’un “zata mahsus” Meclis ve Silahlı Kuvvetler sigaraları, karaborsadan yahut “hâmili tiryaki yakınımdır”dan ediniliyor. Onlara vekil-asker kıyağıyla kiloyla satıldığı için karaborsası hemen hemen varolanla eşitleniyor, fiyatı pek koymuyor yani. Vatandaşa taneyle, perakende, öbürküsüne, “zat”a toptan, kiloyla… Devlet kredilerinde kullanılan benzer “ağırlık birimi”nin pervasızlığı, ta oralardan.
Tatmadığım zevk kalmadı
Tecrübenin iyisi kötüsü olmaz. Şükür, o dönemi, o badireleri de gördü bizim kuşak. “Tatmadığım zevk kalmadı dünyada /Taşa geçer kendime geçmez sözüm” nidasıyla sahne alsak, bir tek kuşsütü alkışlamaz. “Punduna getirir beni de sağarlar” korkusuyla, kıpırdamaz yerinden…
Saydım döktüm, verdim veriştirdim… Peki, hiç mi iyi, güzel bir şey yapmadı rahmetli? TEKEL’in hakkı öbür eline… Dillere destan birasını, likörünü unutmadım mesela. Hayırla, vefayla anıyorum, ışıklar içinde, Fener Alayı’na komşu yatsın.
TEKEL Birası boylu poslu, doyuran, koyu şişeleriyle efsaneydi o dönem. Beyaz-sarısını mı istersin, siyahını mı… Şerbetçiotu miktarı tam kıvamında; kendine özgü tadı, hesaplı fiyatıyla sevenine şerbet. Şimdikiler gibi ne sersemlik yapıyor, ne de sepetlik… Üzerinde gururla “TEKEL fabrikalarında imal edilmiştir” yazılı. Bizden önceki kuşağın kuytuya depoladığı gövdeli tahta kasalarıysa, ilk Rosebud’ımız, markalı tornetimiz.
Alkolsüz bira sarhoşluğu
Ama onun da sefası önce Kızılay’daki o ünlü Piknik’le başlayan sifonlu “Arjantin Bira”ya, ardından da içine bolca su katılan çeşmeli halk versiyonuna kadar… “Su akar güldür güldür /Gel de yâr beni güldür” gelişmeler, tam zamanlı biracıları o günlerde yarattı sanıyorum.
1970’lerde ise “Bira bu kapağın altında”lar… Reklamında görüp neredeyse yarı fiyatlı alkolsüzüne abananlar bile sarhoş. İçine bir şeyler ekleyip birayı ucuza getirmiyorlarsa, esrikliğini o fiyakalı, baş döndüren reklamından psikolojikman alıyor. Yeni bir şey için bu kapağın, bu markanın, bu torba yasanın “altında” filan derlerse dikkat edeceksin. Vardır bir mesele…
TEKEL’in likörü, onun baş döndüren aroması da başka efsane. Yanında çikolatası, incecik, dantel kristalli shot ebadında ama “yudumla” kadehleri, kuğu boyunlu, zarif sürahisiyle likör takımları, bayramların açılış seremonisi. Buzlukta donsun diye atık camdan kütük gibi yapılan “shot” halefleri, şanlı geçmişini hatırlayıp da utanmalı biraz.
Kahvenin yanında da şık gidiyor. Sonradan likörünü -çikolatasından bile- kaldırdılar, kahvenin yanına da Fındıkkıran Lokumu’nu yakıştırdılar, ayrı mesele. İktidar inceliğe de düşman, hiç sektirmez. Kırar bir yerinden…
Kafa yapan “Tutti Furitti”
Neyse likör diyordum, başka bir şey demiyordum. Bayramlarda muzlusu, vişnelisi-çileklisi, portakallı-mandalinlisi, kayısı-şeftalilisi, nanelisi, ahududulusu… Az muhafazakârsan, güllüsü. Yüz bir çeşit… O kesmezse, muhallebeci çocuğun ortasına gelince “Acıııı” diye feryat figan anneciğine koşturduğu, sokakta, başıboş gezeninin çaktırmadan hüplettiği likörlü çikolatası, konyaklı Truf pastası… “Akşama babacığım unutma likör getir” miydi o reklam?
Severdik bazı hâllerini. Şimdi alkolü buharlaşan ama o dönem içine nane likörü filan da katılan “Tuttifrutti” dondurmaları da aklımızda… Yola, aynı yıllarda TV’lerde boy gösteren, sanıyorum ilk “mahçup ve amatör striptease” programı “Tutti Frutti”yle devam eden de çok oldu… Alkolsüzdü ama kafa yapardı bayaa.
Tarihte ilk Big Lebowskiler
Şu “bayağı” meselesi de tuhaf; grameriyle, tam vurgusuyla “Bayağı güzel” dedin mi “epey, oldukça, iyice, enikonu” anlamında iltifat mı ediyorsun, yoksa sözlük anlamıyla afedersiniz “pespâye, adi, basit, aşağılık, seviyesiz, sıradan”ı mı sokuşturuyorsun aradan… Belli değil. Niyete kalmış yani. Ama “Bayaa güzel” dersen, -denedim- sorun yaratmıyor. Bazı şeyleri İstanbul Türkçesi’yle değil basbayaa telaffuz edeceksin. Yoksa “İstanbul Medyası”ndaki anlamına gider.
Sonra da tatlı, kolay içimli alkol sevenler için gelsin her türden likörlü kokteyller; Big Lebowski misâli, yarım avuç buz, kahve likörü, süt, votkayla White Russianlar ya da süt yararlı olduğu için çıkarılan terkibiyle Black Russianlar, nane likörlü Cin Menta’lar… Becherovkalar… Doğrudan aynı sınıfa girmese de bazen ikramlarda aynı işi gören aromasıyla Vermutlar, bilhassa içine gazoz karıştırılınca “alkollü meşrubat”a dönüşen yüzde 16 alkollü Cinzanolar…
Hele Attila İlhan’ın Paris hatırası o uzun “Kaptan” şiirinin, “Bistroya yıkılır çırılçıplak bir quantro (cointreau) içerdim” dizesindeki Fransız portakal likörü… İster iç, ister imren şiirini oku. “Hayatın gerçek tadı”nı, Cola’nın sloganı mı sanıyorsunuz hâlâ?
Bakan yetkisinde işletmeci
Kulaklarını çınlattık ama… Likör de önceki yazımda (“Tadı var, kokusu var, kendisi yok”) çarkına dokunduğum aromaydı sonuçta. O günlerde bilmez, düşünmezdik aroma meselesini… Şahsen ben o yıllarda Ankara’nın “karbonmonoksitli sonbaharlarından”, TV’lerde içilen radyasyonlu çaydan ibaret çevre bilincimi, epey sonra pek çevre dostu olmasa da ahbap bir restoranda geliştirmiştim.
“Yaw nasıl da buram buram tereyağı tadı, kokusu geliyor buğulamadan” diye damağımı şaklatırken, tereyağını hiçbir üründe kullanmadıklarını, o ayrıntıyı “tereyağı aroması”yla hallettiklerini öğrendim. Kaşıklamaya devam ederken… Makamın, mekânın işletmecisi-garsonu-kasiyeri olan fakat sahibi, karar vericisi olmayan yetkilisi (“Bakan” kadar yetkili yani), dibini sıyırdığım deniz ürünleri ezmesinin de karides, yengeç ve ıstakoz aromalarından oluşan bir nevi balık sosisi (surumi) gibi bir şey olduğunu söyledi. Sosis deyince içine tavuk, hindi, -her şey anlamında- vs. ne katsan serbest nasıl olsa.
“Ama”yı kondurup, “Yengecin kıskacı dişime takıldı” dediğimde, “Ha o mu… Keçiboynuzu kıymığı, mezeye gerçeklik katıyor hocam” diyerek bir püf noktasını daha benden esirgemedi, sağolsun. Ben “Vay be…” beden diliyle yemeyi sürdürünce… O zengin aromalı ürün menüsünü sihirbaz kibriyle tek tek saydı.
Viski aromalı muamma
Aromasıyla limon kolonyası ferahlığındaki cheesecake’imi bitirdikten sonra, “Şöyle aromasızından bir çay ver bari” dedim, kalbini kırmadan. “Keşke… Olsa da içsek abi…” deyip içini çekti: “O da Bergamut aromalı, içine karbonat da attıydık rengi için”… Hüzünlendi, yutkundu, logosuz önlüğüne indirdi gözlerini: “Burası da zaten Balık Restaurant değil tek tek birahanesi. İçeriye İyotlu Ege Yosunu aromalı oda spreyi sıkıyoruz, yıldızını, ambiyansını oradan alıyor”… Ne diyeyim, “Doydum bana müsaade…”
Eksik olmasın, var olsun… Önemli bir tecrübeydi benim için. Kârlılığını, faydasını, yıllar geçince ev yapımı anason aromalı rakımı, viski aromalı muammayla dolu bardağını bana kaldıran arkadaşımla tokuşturduğumda anladım. Nispeten zararsızdı… Onlarınkine nazaran bizimkisiyle “Şerefe…” denilebiliyordu en azından.
Gelecek yazımda, aromanın icadının ardından semt pazarına dönüşen içecek meselesine, çay bozumuna, bitki çaylarına filan değinmeye çalışacağım… Yani bizi tatsız-tuzsuz bir mevzu bekliyor.
(¹) İçmedim doya doya: Yazımın başlığının “Kadehimde gül oya /İçmedim doya doya” olması, hem o onlarca çeşit likörü, dantel kadehlerini anarak, o bildik türkünün “Pembe gül idim soldum /Ak güle ibret oldum” diye devam etmesi… Hem de gözümün önüne bizde “Ahududu” adıyla sahnelenen oyununu getirmesi.
Arsenikli Ahududu likörü: Joseph Kesselring’in “Arsenic and Old Lace (Arsenik ve eski oya, dantel)”oyunundanuyarlanan”Ahududu”,ilk kezlikörün altın döneminde Vasfi Rıza Zobu’yla sahne almış.Bir cümleyle konusu, durma dantel ören yaşlı, zalimce sevimli iki kızkardeşin arsenik katkılı Ahududu likörüyle her misafirini zehirlemeseydi. Dört yıl önce Kenter Tiyatrosu’nda Tiyatrokare versiyonuyla sahnelenen oyunun ardından seyircilere Ahududu likörü de ikram edilmişti. Ama içenlere bir şey olmadı.
YAZI FOTOĞRAFI: Fena halde yakışıklı farkındalığında Attila İlhan ve elinde White Russian’la ondan cool olmasın Jeff Bridges, nâm-ı diğer Jeffrey Lebowski. Fotoğraf Altı: “Kadehinde likör olsa, ben içerim bana getir”.