Ana SayfaManşetPolitikada 45 yıl – 2

Politikada 45 yıl – 2

CHP ve DP, daha doğrusu İnönü ve Bayar arasında giderek yükselen tansiyon, gelecekte kopacak fırtınayı haber verir niteliktedir. 1950 seçimlerini DP ezici bir üstünlükle kazanır. Parti sarsılır, İsmet Paşa şaşkına döner. İktidarı kaybeden İsmet Paşa birden yalnızlaşır. Çevresi ıssızlaşır, onun daha birkaç ay önce “Milli Şef unvanı taşıyan eski cumhurbaşkanı olduğuna bin şahit ister.”

İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı olmasıyla birlikte Çankaya’da köklü değişiklikler olur. Paşa, Atatürk’ün yakınında bulunan ve onun koruduğu kimseyi etrafta bırakmaz. Sadece Atatürk’ün çevresini dağıtmakla kalmaz, onlardan boşalan yerleri birtakım yeni kimselerle ve Atatürk’le arası bozuk olanlarla doldurur.

“Çankaya, Atatürk’ün son günlerinde içime korkusu düştüğü gibi, oranın eski gediklileri için ‘erişilmez, sarp ve yalçın bir dağ, bir Kafdağı, bir Himalaya’ halini almış ve İsmet Paşa’nın bu Himalaya tepesinde bir Dalaylama’dan farkı kalmamıştı. Ona, artık, sadece cumhurreisi denilmiyor, ‘Milli Şef’ adı takılmış bulunuluyordu.” (s. 136)      

Posta pullarından ve kâğıt paralardan Atatürk’ün resmini çıkarıp yerlerine kendi resimlerini koyan İnönü, Atatürk için ihtişamlı bir Anıtkabir inşasını da sürekli komisyona havale edip uyutur. Falih Rıfkı, Atatürk’ün Çankaya’ya gömülmek istediğini ve bu isteğini adeta bir vasiyet şeklinde tekrar ettiğini belirtir. Ancak İnönü ve ekibi, bunu doğru görmezler. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kemal Gedeleç, Atatürk’ün Çankaya’ya gömülmesi isteğini “İnönü’ye bir türbedarlık vazifesinin verilmesi” olarak yorumlar. Nihayetinde Anıtkabir’in bugünkü yeri bulunur ve İnönü “türbedar” olmaktan kurtulur.

En ateşli Kemalist hatip: Necip Fazıl!

Yakup Kadri, ölümünden sonra Atatürk’ün hatırasına kayıtsız kalınmasından büyük bir rahatsızlık duyar. 1939’da yaşanan bir hadiseyi bu ilgisizliğin “pek göze batan bir belgesi” olarak kayda geçirir:

“Atatürk’ün ölümün birinci yıldönümü idi. Türk Ocağı binasının tiyatro salinde Halkevi gençleri bir anma töreni tertiplemişlerdi. Sali dolduran kalabalık içinde, dikkat etmiştim ki, ne hükümet ne de Halk Partisi erkânından orada hazır bulunanların sayısı göze çarpacak kadar azdı. Cumhurbaşkanı locası ise bomboştu. Milletvekillerine ayrılmış öbür localarda ise rahmetli Recep Peker ile Mahmut Esat Bozkurt gibi beş on devrimci siyaset adamından başkası görülmemekte idi ve sahnede konuşan üç dört genç arasında –yanık sesle okuduğu ağıtları gözlerimizden yaşlar getiren Behçet Kemal Çağlar’ı ayırırsak, en hararetli hatip kimdi bilir misiniz? Necip Fazıl Kısakürek!…”  (s. 142-143)

“Prensip sahibi büyük devlet adamı”

İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Almanya’nın hızlı ilerleyişi, Ankara’da Nazi rejiminin yıldızını parlatır. Medyada Hitler ordularının zaferinin eli kulağında olduğuna dair peş peşe yorumlar yayınlanır. Dışişleri muhitlerinde hâkim kanaat, Almanya’nın kesin bir zafer kazanacağıdır. Birçok kimse gelecekte daha önemli bir pozisyon kapmak için Alman yetkililere yakın olmak ve Alman siyasetine yakın görünmek için yoğun çaba harcar.

“Böylece bir an gelmiş, Almanya Büyükelçisi Von Papen tarafından davet edilmek, Von Papen’le ahbaplık etmek birçok diplomatlarımız, siyaset adamlarımız ve basın mensuplarımızca bir şeref, bir mutluluk telakki olunmaya başlanmıştı.” (s. 151) 

Fakat Lahey’den memlekete dönen ve öncesinde Berlin’deki siyasi atmosferi teneffüs eden Yakup Kadri, Ankara’daki “Almanya’nın galibiyeti yakın” havasının yanıltıcı olduğunu söyler. Ona göre, Hitler’in bütün hesabı, Fransa çöktükten sonra İngiltere’nin hemen sulha yatmasıydı. Oysa Fransa yenilmiş ama bu İngiltere’yi azminden geri döndürmemişti. İngiltere’nin direnmesi ve Amerika’nın devreye girmesiyle, Almanya’nın bir çıkmaza girmesi kaçınılmazdı. Dolayısıyla Almanya’nın mutlak başarısını esas alan bir siyaset izlemek, Türkiye’yi de zora sokacaktı.

Yakup Kadri’nin bu görüşleri en yakın arkadaşları tarafından bile ciddiye alınmaz. Onu sadece iki kişi ilgiyle ve gereken önemi vererek dinler: Başbakan Refik Saydam ve Cumhurbaşkanı İnönü. Paşa da benzer görüşte olduğundan, basının ağır eleştirilerine rağmen, İngiliz dostluğu politikası yürütür. İsmet Paşa’nın bu dirayetli duruşunu takdir eder Yakup Kadri:

“İtiraf ederim ki, İsmet paşa, bana, ilk defa …prensip sahibi büyük bir devlet adamı olarak görünmüştür.” (s. 150)     

“Sizin partiniz mi var Paşam?”

Savaşa girmemiş olsa da savaş koşulları ülkenin iktisadi yapısında ağır bir tahribat yaratır. Yoksulluk, karaborsa, sırtını nüfuzlu politikacılara dayayanların oluşturdukları tekeller gibi sorunlar da buna eklenince memleket büyük bir ekonomik buhranın içine düşer. Halkta isyanımsı bir hal alan şikâyetleri dindirmek için hükümet bazı sert tedbirler alır.  

Varlık Vergisi de bunlardan biridir. Yakup Kadri, felsefesi ve ruhu itibariyle bu kanuna taraftardır. Lakin kanunun tatbik şeklini gayri-medeni, gayri-hukuki ve gayri-insani bulur. Uluslararası ilişkilerde, bu kanun nedeniyle Türkiye’ye karşı menfi bir tutumun yükseldiğini belirtir.

1946’da İstanbul’a ülkeye döndüğünde siyasi ve sosyal olarak CHP’ye karşı bilenmiş bir kamuoyu ile karşılaşır. Soluğu İsmet Paşa’nın yanında alır, kendisini endişeye sevk eden manzarayı tafsilatlı bir şekilde Paşa’ya anlatır. İsmet Paşa ortada kendilerini telaşa düşürecek bir durumun olmadığını ve parti teşkilatının çok iyi çalıştığını söyleyince Yakup Kadri kendini tutamaz ve “Hangi partinin? Sizin partiniz var mı Paşam?” diye mırıldanır.

“Gerçi benim bildiğim bir Halk Partisi vardı ama teşkilatı valilerin, kaymakamların eline teslim edildikten sonra halk ile alakası kesilmiş, tamamıyla bürokratik bir şekil almıştı.” (s. 157)

“Kara kuvvetlerini kışkırtan Halk Partisi’dir”

1946 seçimlerinden sonra Demokrat Parti’nin yükselişine karşı bir çare olarak CHP’nin attığı bazı adımları Atatürk devriminden sapma olarak nitelendirir Yakup Kadri. Okullarda din dersinin okutulması, Köy Enstitülerinin baltalanması ve tarikatlarla yakınlaşma çabalarını bu bağlamda zikreder.

1949’un sonbaharında Yakup Kadri, Bern’den Tahran’a tayin olur. Tahran’a giderken İstanbul’da geçirdiği günlerden birinde bir akşam Celal Bayar ve DP’nin önde gelenleri ile Park Otel’de karşılaşır. Hal hatır sorulur, Yakup Kadri masaya davet edilir, sohbet başlar. Bayar “Giriştiğimiz demokrasi mücadelesini nasıl buluyorsun?” diye sorar.

“Pek kırıcı ve sert buluyorum, Celal Bey. Korkarım ki, bizim aramızda açılan bu saç saça baş başa kavgalarından en son ‘kara kuvvet’ istifade etmesin.

  • Siz bunu İsmet Paşa’ya söyleyin.
  • Ne münasebet? Anlayamadım.
  • Çünkü kara kuvveti kışkırtan biz değiliz, Halk Partisi’dir.” (s. 161)

“Kara kuvvet” ifadesinden kasıt irticai hareketlerdir. Bayar’ın rahatsızlık bildirdiği mesele ise, Bursa’da laikliği savunan bir konuşmasından ötürü CHP’liler tarafından “dinsizlik” ile suçlanmasıdır. CHP’liler halkı kışkırtmak için bu konuşmayı çoğaltıp dağıtmışlardır. Yakup Kadri, önce kulaklarına inanamaz ve İsmet Paşa’nın böyle bir iş yapacağına ihtimal vermez. Ancak sonradan duyduklarını İsmet Paşa teyit edince “lal ve ebkem” kalır.

“Sanki bir zamanlar bütün gençlik heyecanlarımızın, şevklerimizin çabalarımızın mesnedi olan ve adına Atatürkçülük İlkeleri dediğimiz inançlar, kanaatler ve hedefler, şu beş yıldan beri esen ve Türk milletini birbirine katan küçük politika ihtiraslarının kasırgasında, yerlerini karşılıklı ithamlar, inkârlar gibi birtakım hiçlere bırakıp uçup gitmiştir ve bir zamanlar Atatürk’ün sağ kolu telakki ettiğimiz İsmet Paşa bir çınarın kırılan dalı gibi sarkmaktadır.” (s. 163)  

“Şimdi bunun sırası değil.”

CHP ve DP, daha doğrusu İnönü ve Bayar, arasında giderek yükselen tansiyon, gelecekte kopacak fırtınayı haber verir niteliktedir. 1950 seçimlerini DP ezici bir üstünlükle kazanır. Parti sarsılır, İsmet Paşa şaşkına döner. İktidarı kaybeden İsmet Paşa birden yalnızlaşır. Çevresi ıssızlaşır, onun daha birkaç ay önce “Milli Şef unvanı taşıyan eski cumhurbaşkanı olduğuna bin şahit ister.”

Seçimin ardından CHP’nin genel kongresi yapılır. İsmet Paşa’nın genel sekreterlik için gösterdiği Nihat Erim’in karşısına Kasım Gülek çıkar. Herkes Erim’i favori görürken delegeler Gülek’i seçerler. Halkın neden kendilerini tercih etmediğinin sorgulanması parti içinde yapılırken bir grup faturayı halka ve DP’ye keser. Bir grup ise partinin kendi politikalarını gözden geçirmesi gerektiğini belirtir.

Sorumluluğu karşı tarafa yükleyenler çoğunlukta,  partinin oto-kritik yapması gerektiğini savunanlar ise azınlıkta kalır. Yakup Kadri’ye göre bunun nedeni “autocritique yoluyla girişilebilecek bir araştırmanın sonucunda Halk Partisi’ni on yıldan beri için için kemiren çelişmelerden başka bir şey bulamayacaklarından korkmuş” olmalarıydı. (s. 175) İsmet Paşa’da da bu korkuyu sezen Yakup Kadri, vaziyeti onunla tartışır.

“Her ne vakit ona ‘Paşam, içinde bulunduğumuz durumun bütün sorumluluğunu karşı tarafa yükleyip durmamızı doğru bulmuyorum. Bu, bizi bir yılgınlığa ya da yersiz birtakım deprenişlere, taşkınlıklara sürüklemekten başka bir şeye yaramaz. Derlenip toparlanmamız için her şeyden önce geçmişteki hatalarımızı gözden geçirmemiz ve zaaflarımızın nerden geldiğini bilmemiz lazımdır sanıyorum’ tarzında bir mütalaada bulundumsa ondan daima şu karşılığı almışımdır:

  • Şimdi bunun sırası değil.” (s. 176)      

 “Memleketin her yanını saran kör dövüşü”   

1955 yılında emekli olur Yakup Kadri, zaten uzak durmadığı siyasetin içine tamamen dalar. CHP ve DP arasındaki mücadele kızgınlaşmıştır. Adnan Menderes de İnönü de ateşin üzerine benzinle gitmekten imtina etmemektedir.

“Elli yaşını geçtikten sonra bile on dört-on beş yaşının his ve gönül tazeliğini taşır gördüğüm şu içli ve romantik Adnan Menderes dahi birbiri ardı sıra şiddet tedbirleriyle hür düşünceyi her yanından kıskıvrak bağlamak yolunu tutmamış mıydı? Ve onun karşısında temkinli, itidalli bir devlet adamı olarak tanıdığım İsmet Paşa gençlik çağlarında bile göstermediği bir atılganlık, bir coşkunlukla açtığı mücadelede bütün bir memleketi bir muharebe meydanına çevirmek üzere değil miydi? Ve o kişi arasındaki kördöğüşüne katılmaktan kim kurtulabilmişti. O kördöğüşü memleketin her yanını sarmıştı.” (s. 186)

Peki, “evladı babayla, kardeşi kardeşle, dostu dostla saç saça baş başa getiren” bu kavganın nedeni neydi? Her iki taraf da birtakım değerler adına mücadele ettikleri söylese de Yakup Kadri’ye göre bu hengâmenin asıl sebebi “bir yanda ikbal ve iktidara erişmiş olanların böbürlenmeleri, öte yanda nikbet ve hüsrana düşenlerin deprenişleri arasındaki çatışmalar” idi. Bir ara fırtına durulur gibi olur, iki partiden hem Menderes’e hem de İnönü’ye yakın isimlerin araya girmesi ile iki lider arasında sıcak rüzgârlar eser. Fakat bu, çok uzun sürmez; tekrar hava setleşir. İnönü’ye göre ortamı yumuşatma girişimi Bayar baltasıyla kesilir.

“İhtilalin manevi babası”

Böylece TBMM Meclisi yeniden bir arenaya döner. Diller her geçen gün daha bir çatallaşır. İsmet Paşa her kürsüye çıktığında kimi kez DP’lileri çocuklar gibi azarlar, kimi kez de “Beni kızdırmayın, yoksa size yapamayacağım yoktur” ya da “Başınıza gelecek felaketten sizi ben dahi kurtaramam” diye tehdit eder. Hele bir de “meşruiyetini kaybetmiş bir iktidara karşı milletin direnmesi haktır” deyince, DP’liler bunu bir hükümet darbesi ya da bir ihtilal hazırlığı olarak yorumlar. Ve bu tehlikeyi “Tahkik Komisyonu” ile önlemeye çalışır. Fakat bu 27 Mayıs’a giden yolu daha da kısaltır.

Yakup Kadri, 27 Mayıs’ın doğrudan İsmet Paşa tarafından kurgulandığını kabul etmez. Ömrü boyunca ihtiyatlı davranmış Paşa’nın böyle tehlikeli sulara dalacağına inanmaz. Ancak Paşa’nın Meclis içindeki ve dışındaki sert sözleri ve kırıcı davranışlarıyla “ihtilal değilse bile bir ihtilal ortamı” hazırladığını söyler. “İhtilalin manevi bası İsmet Paşa idi.” (s. 217)

Yakup Kadri, Milli Birlik Komitesi kontenjanından Kurucu Meclis’e girer. Bir yıllık çalışmaları esnasında, MBK’nın da -bütün devrimlerden sonra olduğu gibi- hınçlar, kinler, korkular ve ihtiraslar kasırgasına tutulduğunu gözler. Hukuk âlimlerinin “eski zaman ulemasının fetvalarını andıran hükümleriyle çağdaş hukuk prensiplerini Kara Kitab’a uydurmakta birbirleriyle adeta yarışa girmiş gibi” olmalarına tanıklık eder. Yassıada’nın bir halk mahkemesi haline getirilmesiyle adalet ihtimalinin baştan ortadan kalktığını söyler. Yargılamaların “köpek ve bebek meselesiyle” açılmasının derin bir hayret ve utanç yarattığını belirtir.

Dinlenen tanıkların ya CHP üyesi ya da CHP taraftarı olması, DP’lilerin CHP’liler tarafından yargılanması muhakemeyi bir DP-CHP kapışmasına dönüştürür. Böylece “dünkü ‘kardeş kavgalarının’ yarın daha şiddetli olacağı endişesi baş göstermişti ve bence asıl o andan itibarendir ki 27 Mayıs’ın memlekette uyandırdığı şevk ve heyecan yavaş yavaş soğumaya, sönmeye yüz tutmuştu.” (s. 225)

İnönü fobisi

Ortada CHP’ye karşı koyacak bir güç olmamasına ve basın tekmili birden CHP’yi desteklemesine rağmen, 1961 seçimlerinden CHP umduğu sonuçla çıkmaz. Manisa’dan milletvekili adayı olan Yakup Kadri, seçim çalışmalarında halktaki CHP ve İnönü karşıtlığının yükseklerde seyrettiğini görür. Mesela İsmet Paşa’nın konuşacağı bir miting yapma düşüncesini açtığı Manisa CHP İl Başkanı, onu “Aman ha sakın böyle bir şey yapayım demeyin; burada bir avuç oy alma şansımız var, sonra ondan da oluruz” diye uyarır. Birkaç kez benzer durumlarla karşılaşınca halka, İnönü’den neden bu kadar sakındığını sormaya başlar:

“Vallahi, biz de bunun sebebini açıklayamıyoruz. İnönü denince adı intikamcıya, kinciye çıktığı için m, yoksa memleketi bu huzursuzluğa düşürdü diye mi yüreğimize bir işkillenmedir geliyor, şeklinde açıklamalar yapmakla yetiniyorlardı.

Bu ‘İnönü fobisi’nin yalnızca benim konuştuğum o güngörmüş, üç devrin tecrübelerinden geçmiş yaşlı başlı, okur-yazar kasabalılar arasında değil görgüsüz, cahil dediğimiz köylü tabakaları içinde de dikkati çeken belirtilerine şahit olmuşumdur. Bazı köy kahvelerindeki konuşmalarımızda onun adını övgü ile her anışımızda bir sevgi ve saygı gösterisiyle karşılaşacağımızı sanırken yüzlerde gördüğüm ifade sadece sessiz bir umursamazlıktan ibaret kalmıştı.” (s. 231)   

Yakup Kadri, kitap boyunca İsmet Paşa’nın birçok zaafını sayıp döker. Onun devrim konularında “kararsız ve hatta muvazaacı” (s. 53) olduğunu söyler. İsmet Paşa’yı farklı dönemlerde birbirine zıt davranışlar sergileyen “her şeyden önce maharetli bir taktikçi”(s. 54) bir kişi olarak tanımlar. Onun zora geldiğinde adam harcamaktan kaçınmadığını, yani “iktidar balonunu kurtarmak için safra atmaya alışık”  (s. 118)  olduğunu belirtir. “Siyasi ikbal ve nikbet yellerine göre yön alan bir huy sahibi”  biri olarak resmettiği İsmet Paşa’nın tüm boyunca bir “Atatürk kompleksiyle yaşadığını” vurgular. (s. 178)

“Damokles kılıcı”

Fakat bütün bunlara rağmen Yakup Kadri, Paşa’da her zaman “meşruiyetçi” ve “nizamcı” bir devlet adamı vasfı görür ve kendisini ona bağlayan asıl faktörün de bu olduğunu belirtir. Ancak 27 Mayıs’tan sonraki tutumları, İsmet Paşa’nın bu vasfını Yakup Kadri’nin nazarında kaybetmesine yol açar.

“İhtilal yoluyla iktidara gelmenin en büyük aleyhtarı bildiğim bu büyük siyaset adamı, şimdi iktidarda kalmak için ihtilal havasını besleyen sözler söylemekten sakınmıyordu. Siyasi muarızlarını sindirmek ya da kendi parti arkadaşları arasındaki görüş ayrılıklarını bertaraf etmek için, ikide bir: ‘Üç güne kadar ne olacağını ben de bilmem’ veya ‘Çok vahim olaylarla karşılaşmamız tehlikesi vardır’ gibi üstü kapalı tehditler savurmayı mubah telakki ediyordu. Yani orduyu, daima silahlı bir müdahaleye hazır göstermek suretiyle TBMM’nin üstünde bir ‘Damokles kılıcı’ gibi sallayıp duruyordu.” (s. 241)   

45 yıl boyunca bütün ömrünü verdiği partisinin ve gençliğinde bir serdengeçti edasıyla savunduğu liderinin düştüğü bu hal Yakup Kadri’ye derin bir acı verir. Hayatın en büyük hayal kırıklığıyla 1962’de partisinden istifa eder. 1965’te de köşesine çekilir.

Politikada 45 Yıl, öğretici bir kitap; herkesin çıkaracağı dersler var.

* Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politikada 45 Yıl, İletişim Yayınları, 8. Baskı, İstanbul, 2013.

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik