Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIKatı olan her şey buharlaşıyor, Diyarbakır’da da

Katı olan her şey buharlaşıyor, Diyarbakır’da da

Solcuların, liberallerin, AK Parti iktidarının çözüm çabalarıyla muhafazakar kesimin farkına vardığı bu acı hakikatlere, bu sergi sayesinde bugüne kadar buraya dönüp bakmamış beyaz Türkler de baktı. Bunlar onların da ortak hakikatleri olmaya biraz daha yaklaştı. Hafıza Odası sergisi, ortak bir hafızanın kurulmasına hizmet etmiş oldu. Bu sırada, sanatın, diyaloğun, iyi müziğin ve iyi yemeğin etkisiyle Marx’ın meşhur sözündeki gibi katı olan her şey buharlaştı.

Azad Bedran, HDP mitingleri ve Newroz kutlamalarının favori Kürt müzisyeni. Sert siyasi şarkıları var. En son “Hayde hayde Partizan” adlı şarkısı yüzünden örgüt propagandası yapmaktan 3 yıl 9 ay hapis cezası aldı.

Feryal Gülman ise İstanbul cemiyet hayatının en ünlü isimlerinden bir iş kadını. Bebek’te bir yalıda oturuyor ve moda tasarımları yapıyor, sık sık açılışlarda ve dergilerde görünüyor.

İlk bakışta bu iki isim arasında hiçbir ortak nokta görünmüyor.

Ta ki geçen hafta Cumartesi gününe kadar…

Her ikisi de Diyarbakır Keçi Burcu’nda açılan Ahmet Güneştekin’in Hafıza Odası sergisini gezdi ve sergideki eserlerden Çürüme’nin renkli tabutları önünde fotoğraf çektirip sosyal medya hesaplarından yayınladı.

whatsapp-image-2021-10-25-at-15-53-27-copy.jpg
whatsapp-image-2021-10-25-at-15-53-28-copy.jpg

Ve ikisi de bu çok benzer kareler için bir haftadır linç ediliyor.

Dünyanın en birbirine benzemeyen iki insanı olabilecek Azad Bedran ve Feryal Gürman’ı bir grup duyarsızlıkla, saygısızlıkla suçluyor.

Gürman’ın Instagram’daki 200 bine aşkın takipçisi ise onun hesabında görmeye alışık olmadıkları bu sert siyasi mesajlı sergide çektirdiği fotoğraflara binlerce like atmış.

Bedran tepkiler üzerine sergide çektirdiği fotoğraflarını kolajladığı tweetini silmiş.

Halbuki, Aziz Bedran’ın Keçi Burcu’na yerleştirilmiş tabutların önünde çektirdiği fotoğrafta, hemen arkasında benzer fotoğrafları çektiren çok sayıda Diyarbakırlı da görünüyordu.

Zaten bütün eleştirilere rağmen serginin önünde bir haftadır kuyruk var, çoğunluğu genç çok sayıda Diyarbakırlı da bir haftadır sergide çektirdikleri çok benzer fotoğrafları sosyal medya hesaplarından paylaşıyor.

whatsapp-image-2021-10-25-at-15-53-30-2-copy.jpg

Ama Diyarbakır’da, gerçek hayatta oluşmayan hassasiyet, uzaktan, sosyal medyada oluştu, sergiye yönelik sanal ortamda başlayan tepkiler, fiziki saldırıya kadar vardı.

Çürüme adlı eserde önünde gülümseyerek fotoğraf çektirilmesi bile tepki çeken tabutlardan biri burçlardan aşağıya atıldı, diğerleri tekmelendi.

Eleştiriler tek bir cepheden de gelmedi.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da son bir hafta içinde üç kez sergiyi eleştiren açıklamalar yaptı. En son dün “Terör sanatı kullandı” dedi.

Hafta sonu Ahmet Güneştekin, Diyarbakır’da basın toplantısı düzenleyip, eleştirilere cevap verdi.

Ama bu harala gürele içinde esas fark edilmeyen ‘tuhaflık’ şu: Diyarbakır, bir haftadır bir modern sanat sergisi etrafında tartışılıyor.

Üstelik bu sergi bugün hakkında kamusal alanda konuşmanın bile zor olduğu meseleler hakkındaki bir sergi.

Serginin açıldığı Keçi Burcu, altı yıldır yasaklı bölgeydi.

Bütün bu anormallikler arasındaki bu normalleşme pek az insanın ilgisini çekti.

Bu da bu normalleşmenin artık ne kadar normal hale geldiğini gösteriyor.

Ama bu normalleşmenin bu şehir için kıymetini anlamak için belki bundan tam 30 yıl öncesine, bugün böyle bir sergiye ev sahipliği yapan, beş bin yıllık surların gözdesi, Hevsel Bahçeleri’nin, On Gözlü Köprü’nün, Gazi Köşkü’nün, Suriçi’nin en iyi göründüğü görkemli Keçi Burcu’na geri dönmek gerek.

10 Temmuz 1991 günü Keçi Burcu’nun önünde yine büyük bir kalabalık toplanmıştı.

Ama bu kez genç bir adamın cenazesi için…

O cenazenin oraya nasıl geldiğini anlamak içinse bir yıl daha geriye, Ankara’daki bir kongre salonuna gitmemiz gerekiyor.

1990 yılının Ekim ayında Ankara’daki o salonda, dört yıl önce kurulan İnsan Hakları Derneği üçüncü kongresi yapılmaktadır.

Dernek, 12 Eylül’den sonra cezaevine atılan ve işkence gören mahpuslarla dayanışma için Türkiye’nin sol entelektüelleri ve aktörleri tarafından kurulmuştu.

Kongre başkanlık kürsüsünde “Denizlerin avukatı” Halit Çelenk oturmaktaydı.

Kürsüye bir yıl sonra Meclis’te Kürtçe konuşunca linç edilmekten zor kurtulacak İHD Diyarbakır Şubesi Başkanı Hatip Dicle’nin ardından aynı şubenin genç yöneticilerinden 37 yaşındaki avukat Vedat Aydın çıktı.

Aydın, kürsüde Kürtçe konuşmaya başladı. Bir iki cümle değil, bütün konuşmasını Kürtçe yapıyordu.

Henüz 12 Eylül’ün Kürtçe yasakları yürürlükteydi. Bir derneğin resmi kurulunda Kürtçe konuşmak, özellikle de söz konusu olan rahatsız edici bir dernekse kapatma gerekçesi olabilirdi.

Başkanlık kürsüsünde oturan avukat Halil Çelenk, belki biraz bu kaygıyla, belki de İHD’nin bazı kurucuları bile henüz ideolojik olarak buna hazır olmadığı için Aydın’ı “Konuştuklarınızı anlayamıyoruz. Lütfen Türkçe konuşun, dinleyenler ne dediğinizi anlasın” diye uyardı.

Ama Vedat Aydın, konuşmasını Kürtçe yapmaya devam etti.

Salondan da homurtu ve itiraz sesleri yükseldi. Çelenk ve kongre başkanlık divanı ve bazı dernek üyeleri salonu terk ettiler.

Vedat Aydın, kürsüde Kürtçe konuşmaya devam ediyordu. Yanına İHD üyesi avukat Ahmet Zeki Okçuoğlu gelip söylediklerini Türkçe’ye çevirmeye başladı. Derneğin salonda kalan üyeleri 12 Eylül’ün dil yasağına karşı bu yaratıcı protestoyu alkışlıyorlardı.

Nihayet kongreyi izleyen polisler salona girdiler ve Vedat Aydın ile Ahmet Zeki Okçuoğlu’nu gözaltına aldılar. Mahkemeye çıkarıldılar, ikisi de tutuklanıp hapse atıldı.

whatsapp-image-2021-10-25-at-15-53-28-1-copy.jpg

Bu olaydan önce adı bilinmeyen genç bir avukat olan Vedat Aydın, hapisten çıkıp Diyarbakır’a dönünce yine o sırada Kürt meselesi yüzünden SHP’den ihraç edilen ve bunu protesto için istifa eden milletvekillerinin kurduğu Halkın Emek Partisi’nin (HEP) Diyarbakır İl Başkanlığına seçildi.

Siyasete girmesinden kısa bir süre sonra 5 Temmuz 1991 gününün gecesi kapısı çalındı.

Kapıda ellerinde uzun namlulu silahlar bulunan ve kendilerini polis olarak tanıtan sivil dört kişi vardı.

Vedat Aydın’ı ifadesini almak üzere karakola götüreceklerini söylediler. Panikleyen Aydın’ın eşini görevliler “Bacı korkma, ifadesini alıp bırakacağız” diyerek teskin etmeye çalıştı.

Aydın, daha önceden tanıdığı için resmi görevli olduğunu bildiği bu kişilerle birlikte evden ayrıldı.

Ama günler geçmesine rağmen geri dönmedi.

Ailesi polise haber verdi ve aranmaya başlandı.

Nihayet üç gün sonra cesedi Diyarbakır il sınırına yakın Elazığ Maden’de bir köprünün altında vurulmuş ve işkence edilmiş olarak bulundu.

Başbakan Mesut Yılmaz, karanlık provokatörleri işaret etti. İçişleri Bakanlığı ve Olağanüstü Hal Bölge Valiliği, cinayeti nefretle kınadıklarını, Vedat Aydın’ı evinden alanların resmi görevli olmadıklarını açıkladılar, faillerin bulunacağı sözünü verdiler.

Belki de sahiden ne olduğunu bilmiyorlardı.

O sırada Diyarbakır Emniyeti’nde İstihbarat Şube Müdürü olan Hanefi Avcı, Susurluk Kazası sonrası Meclis Komisyonu’na verdiği ifadede, yıllar sonra faili meçhul cinayetlerin soruşturulması için açılan davada ve “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabında Vedat Aydın cinayetinin gizemli faillerini anlatmıştı.

O gece, Vedat Aydın ve onu evinden alan sivil görevlilerin içinde olduğu üç aracın rahatça ilerleyebilmesi için yol güzergâhındaki trafik kontrol polisleri, sahte bir kaza ihbarı yapılarak ters yöne gönderilmişti. Devlet devleti aldatmıştı.

Avcı, o günlerdeki araştırmaları sonucunda bu talimatın Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Harekât Merkezi’nden geldiğini öğrendiğinde faili de anlamıştı: Yine ilk olarak Avcı’nın varlığını ifşa edeceği JİTEM…

90’larda bölgedeki faili meçhuller sayfası Vedat Aydın cinayetiyle açıldı.

38 yaşındaki genç avukat Aydın’ın bir köprü altında cesedinin bulunması bölgede büyük bir toplumsal infiale neden oldu.

Cenaze, beş bin araçlık bir konvoyla 10 Temmuz günü Maden’den alınıp Diyarbakır’a getirildi.

100 bine yakın insan cenaze için toplanmıştı.

12 Eylül’den beri suskunluğun bozulduğu bir gün yaşıyordu Diyarbakır.

Polis ve asker dağınık ve öfkeli korteje sık sık müdahale ediyordu.

Cenaze korteji Mardinkapı Mezarlığı’na doğru ilerlerken, gençler Mardinkapı Karakolu’nu taşlamaya başladılar.

whatsapp-image-2021-10-25-at-15-53-29-copy.jpg

Bunun üzerine karakolun yanındaki Keçi Burcu’nda konuşlanmış güvenlik görevlileri kalabalığa ateş açtı.

İlk ölü sayısı 3 olarak açıklandı. Sonra sayı 8’e yükseldi. Yıllar sonra o gün cenazede 23 kişinin öldüğü ortaya çıktı.

whatsapp-image-2021-10-25-at-15-53-28-2-copy.jpg

Silah sesleriyle yaşanan izdiham sırasında surlardan düşüp ağır yaralananlar olmuştu, polis ve asker şiddeti mezarlık çıkışında da sürdü.

Polis tarafından darp edilip hastaneye kaldırılanlar arasında HEP Genel Başkanı ve milletvekili Fehmi Işıklar, Mardin Milletvekili Ahmet Türk ve parti yöneticilerinden Sırrı Sakık da vardı.

whatsapp-image-2021-10-25-at-15-53-32-copy.jpg

Keçi Burcu yıllarca o günün kötü hatıralarıyla anıldı.

2015 yılının Haziran ayında Çözüm Süreci’nin çökmesinden sonra başlayan hendek olaylarında Keçi Burcu yine kötü hatıraların mekanı oldu.

Suriçi’nde özerklik ilan eden silahlı gruplara güvenlik güçleri her yeri gören bu burcun üzerinden müdahale ettiler.

28 Kasım 2015’de Tahir Elçi’nin Dört Ayaklı Minare’yi korumaya çalışırken öldürülmesinden kısa bir süre sonra Keçi Burcu’nun da içinde olduğu Suriçi bölgesi halka kapatıldı, yasaklı ilan edildi.

2016 yılında çatışmalar bitince Keçi Burcu’na dev bir Türk bayrağı asıldı.

2021 yılında New York’ta asılan Erdoğan karşıtı pankartlara cevap için tüm Türkiye’de başlayan “Erdoğan’ı Seviyorum” kampanyası için yine Keçi Burcu’na Kürtçe “Em ji Erdoğan hez dikin” (Biz Erdoğan’ı seviyoruz) yazan dev bir pankartı asıldı, aylarca orada kaldı.

Ve bugünlerde yasaklı bölge Keçi Burcu’nda başka bir dev pankart asılı: Ahmet Güneştekin’in Hafıza Odası sergisinin posteri…

whatsapp-image-2021-10-25-at-15-53-31-1-copy.jpg

1991’deki kanlı cenazeden 30 yıl sonra Keçi Burcu’nun önünde yine bir kalabalık toplanmıştı.

Daha önce yan yana gelmesini dahi tahayyül edemeyeceğiniz insanlardan oluşan tuhaf bir kalabalıktı bu.

O kalabalığın içindeydim. Orada yaşananlarla, uzaktan, sanal ortamda hissedilenler arasında son bir haftada büyük bir hakikat farkı oluştu.

Evet, o kalabalığın bir tarafında İstanbul’daki bir davetten farksız şık kıyafetler içindeki, özel bir uçakla İstanbul’dan gelen adlarını cemiyet haberlerinden bildiğimiz tanıdık yüzler vardı:

Leyla Alaton, Gülden – Yılmaz Yılmaz, Başak Sayan, Zeynep Demirel, Emin Hitay, Evin-Selçuk Tümay, Feryal Gürman, Sedef Orman, Ayşe Boyner, Emek Külür, İnci Aksoy, Fulya Nayman, Erol Özmandıracı-Naz Elmas…

Onlarla birlikte kültür sanat dünyasının önemli isimleri, sanat ve magazin dergilerinin yöneticileri, muhabirleri, mankenler de Diyarbakır’a gelmişti. Yurtdışından gelen sanatçılar, galeri sahipleri, sanat eleştirmenleri de vardı.

Kalabalığın içinde çoğu ana akım televizyonlarda yasaklı, muhtemelen daha önce hiç bir araya gelmemiş her kesimden ünlü gazeteciler de vardı; Mustafa Karaalioğlu, Yavuz Oğhan, Ertuğrul Özkök, herkesin fotoğraf çektirmek için sıraya geçtiği İsmail Küçükkaya, Akif Beki, Nihal Bengisu Karaca, Sevilay Yükselir, İsmail Saymaz, Ali Duran Topuz, Nevzat Çiçek, İrfan Aktan…

Ama bir haftadır yapılan “Onun orada ne işi var” eleştirilerinde kaçırılan şu oldu.

Diyarbakır denince isimleri akla ilk gelen, Kürt meselesini denince görüşlerine ilk başvurulan, yıllarını bu meselenin çözümüne vermiş, bu meselenin mağduru olmuş neredeyse herkes oradaydı. Sergide ve gala yemeğinde bir anket yapılsa HDP yüzde 80 ile birinci parti çıkardı.

Bölgedeki tüm ticaret odalarının yöneticileri dışında, altı yıl önce eşi Tahir Elçi’yi Dört Ayaklı Minare önünde kaybetmiş avukat Türkan Elçi, 30 yıl önceki Vedat Aydın’ın cenazesinde hastanelik edilen eski milletvekili Sırrı Sakık, o gün cenazede olan, yıllarca bu bölgede yaşanan hukuksuzlukları edebi bir dille kaleme almış yazar Şehmus Diken, bütün hayatları bölgedeki hukuksuzluklara karşı mücadeleyle geçmiş Diyarbakır Barosu’nun eski ve yeni başkanları, hala süren fail meçhul cinayetler davasının avukatlarından Mehmet Emin Aktar, yıllarca hapiste yatmış insan hakları savunucusu avukat Muharrem Erbey, 10 yıl hapis yatmış eski DEP milletvekili Sedat Yurtdaş, 1996’da ilk Kürtçe kitap yayınlayan yayınevi Avesta’yı kuran Abdullah Keskin, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin ünlü hocaları Fazıl Hüsnü Erdem, Vahap Coşkun, 10 yıldır barış süreçleri üzerine uluslararası çalışmalar yürüten DPI’in genel koordinatörü Kerim Yıldız, Diyarbakır merkezli araştırma şirketi Rawest’in genel müdürü Roj Girasun, hendek olayları sırasında Sur’da yaşananları kitaplaştıran yazar Nurcan Baysal, yıllardır bölgede zor şartlarda habercilik yapan gazeteciler, dünya çapında meşhur Diyarbakır merkezli iç giyim markası Jiber’in sahibi İhsan Oğurlu, Diyarbakırlı BigChef’in sahibi Gamze Dicleli gibi Diyarbakır ve bölgeden iş insanları ilk göze çarpanlardı…

Tabii serginin açılışına ve gala yemeğine katılan siyasetçilerde de Türkiye ortalamasının hayli üstünde bir çeşitlilik hakimdi: HDP eş genel başkanı Mithat Sancar, CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve eşi Dilek İmamoğlu, Kadıköy Belediye Başkanı Şerdil Dara Odabaşı, eski Batman milletvekili, DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Emin Ekmen, Helün Fırat, AK Parti eski Diyarbakır milletvekili İhsan Arslan, gönderdiği çelengiyle İYİ Parti lideri Meral Akşener ve bütün partilerin Diyarbakır il teşkilatları….

Böylesine zor bir ortamda böyle politik göndermeleri olan bir serginin altına sponsor olarak adını yazdıran şirketler de dikkat çekiciydi: Arçelik, Denizbank, UPS, Lokal Enerji, Tatko 1926, Pernod Ricard, Jiber…

Hiçbir ortak noktaları olmayan bu kalabalığın ortak noktasında ise iki isim vardı:

Batmanlı sanatçı Ahmet Güneştekin ve ev sahibi Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası başkanı Mehmet Kaya.

Aralarında neredeyse hiç bir ortak nokta olmayan bütün bu isimleri ve markaları altı yıldır yasaklı bölge olan ve halka kapatılmış Diyarbakır Keçi Burcu’nun önünde bir araya getiren siyaset ya da devlet olmadı, sanatın ve sermayenin birleştiriciliği oldu.

Bu birbirine benzemez insanlardan oluşan kalabalık kapılar açılınca sergi salonuna girdiler.

Girişte onları serginin siyaseten en açık mesajlı ve çarpıcı işi “Kayıp Alfabe” karşıladı.

90’lardan bu yana faili meçhul cinayetlerin kurbanı olmuş, İHD kayıtlarına girmiş 600’ü aşkın insanın ismi tabelalara yerleştirilmişti.

whatsapp-image-2021-10-25-at-15-53-30-copy.jpg

Kütüphane, çarşı, sokak, cadde, park, mahalle, konferans salonu, vakıf, fuar alanı, köprü, konser salonlarına ismi verilmiş faili meçhullerin kurbanlarının isimleri yıllar sonra bir sanat eserinde misafirleri karşıladılar.

Ve çeşitli sosyal ve siyasi çevrelerden gelen misafirlerin çoğu artık hiçbir yerde adları anılmayan, sokaklarda annelerinin gösteri yapmasına bile izin verilmeyen bir Türkiye’de, faili meçhul insanlarının önünden büyük bir saygıyla geçtiler.

Bu bir anıt değil, bir modern sanat eseri olduğu için bir anlık yaşanan yabancılaşmanın da etkisiyle çekilmiş bir kaç Instagram hatıra pozu için harcanmayacak bir eser vardı karşımızda.

Buradan geçenler arkadaki duvardaki “Yoktunuz” ile karşılaştılar.

Adı Sur’daki operasyonlar sırasında bazı asker ve polislerin duvarlara yazdığı “Geldik, yoktunuz” yazılamalarına bir atıftı.

2017 yapımı eser, Sur’da harabeye dönen evlerden çıkarılan gündelik eşyalarından yapılmıştı. Yoktunuz aynı zamanda “bizim başımıza bunlar gelirken siz yoktunuz” anlamında bir ithamdı da…

whatsapp-image-2021-10-25-at-15-53-29-1-copy.jpg

Daha sonra bu seçkin kalabalık 2012 yapımı “İnkar” da Kürtçede olan ama Türkçe alfabede bulunmayan harflerin seslerini çıkaran Kürtleri izlediler.

Hrant Dink’in ayakkabısı, Soma’da ölen işçilerin ayakkabılarından esinlenen Hafıza Tepesi’nde plastik kara ayakkabılarından oluşan yanık kokulu tepenin önünde durdular.

whatsapp-image-2021-10-25-at-15-53-30-1-copy.jpg

Keçi Burcu’na çıkanlar önce eğilerek 5 Nolu Koridor’dan geçtiler.

Onlara yol boyu Diyarbakır 5 Nolu cezaevine asılan “Türkiye Türklerindir”, “Türkçe Konuş çok konuş”, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sloganları eşlik etti.

Sonra 2012 yapımı “Bellek” adlı videoda 1909 Adana’daki Ermeni Katliamı’ndan 2016 darbe girişimine kadar Türkiye’nin trajik ve yine okul kitaplarında yazmayan cesur bir sesli tarihini izlediler.

Burada eleştirilerin aksine PKK’nın öldürdüğü gençler ve çocukların adları da duyuldu.

Ardından “Dil” adlı video eserde Kürtçe’deki Q, W, X harflerinin kamçılanarak yok edilişini gördüler.

Ve burcun çatısına çıkanları en çok tartışılan ve saldırıya uğrayan yine 2017 yapımı “Çürüme” adlı video enstalasyonu karşıladı.

Renkli tabutlar da bu videonun bir parçası olarak oradaydı.

Video; parmaklarında zil çalan entarili erkek köçeklerle açılıyor. Sonra yan yana tek sıra dizilmiş siyahlar içindeki postallı siviller ellerindeki tabancalarla sırayla havaya tek el ateş açıyorlar. Toprağın üzerine dizilmiş yüzlerce renkli, isimsiz, numaralanmış tabut görünüyor. Tabutların birinin başında köçekler dans ediyor. Sonra sesler kesiliyor. Bir kalabalık giriyor, taşıdıkları katır semerlerini bazı tabutların üzerine bırakıyorlar. Katır semeri bırakılan tabutların sayısı 39. Tabutların üzerindeki numaralarda illerin plakaları yazılı. 39 tabutun üzerindeki numara 73. Yani Şırnak. Bu tabutlara ad ve soyadların baş harfleri de yazılmış. Çoğu E. ile bitiyor. Yani Encü… Bu 39 tabutun renkleri de dikkat çekici: Yeşil, sarı, kırmızı… Kısa film renkli tabutlarla dolu arazinin yukarıdan görüntüsü eşliğinde fonda duyulan jet sesleriyle kapanıyor.

Ahmet Güneştekin’in, 2017 yılında yaptığı bir dakikalık “Çürüme” adlı bu video enstalasyonunda Uludere Katliamı’na açık ve cesur göndermeler var.

Tabutların başında oynayan köçeklerin 28 Aralık gecesi Uludere Katliamı hiç yaşanmamış gibi o yıl yapılan yılbaşı kutlamalarına atıf olduğunu da düşünebilirsiniz.

Bir tarafta kaldırılmamış cenazeler varken diğer tarafta yapılan eğlenceyi “Çürüme” kavramı çok iyi anlatıyor.

Ama karşımızdaki yine de bir anıt değildi, bu da bir anma toplantısı değildi, burca yerleştirilenler de gerçek tabut değildi. Ancak o video enstalasyonu içinde anlamlı olan, bir sanat eserinin parçalarıydılar.

Bu eserlerin sanatsal değeri hakkında uzmanları muhakkak konuşuyordur ama Türkiye’nin bu ortamında bu eserlerin ve bu serginin cesaretini takdir etmek için galiba modern sanattan anlamaya gerek yok.

Üstelik Güneştekin, ‘Çürüme’yi ve ‘Yoktunuz’u bunun için daha fazla cesaret gereken 2017’de yapmıştı.

Ve 2017’de Nişantaşı’nın ortasında açılan Contemporary İstanbul’da sergilemiş, 80 bin kişi bu sergiyi gezmişti.

Sonra bir kere de 2019’da Mecidiyeköy’deki Plevneli Galerisi’nde sergiledi.

İnan Kıraç’tan Mustafa Süzer’e, Feryal Gürman’dan Sabancılara kadar iş ve cemiyet hayatının önde gelen isimlerinin katıldığı büyük bir açılışla üstelik.

Yani İstanbul’dan bu sergi için Diyarbakır’a gelenlerin çoğu neyle karşılaşacaklarını, bunun politik anlamalarını ve risklerini de bilerek gelmişlerdi.

Sadece bunun için bile takdir edilmeyi, cesaretlendirilmeyi hak ediyorlar.

Muhtemelen aynı konularda yapılacak bir konferansa ya da toplantıya aynı gönül rahatlığıyla gelmezlerdi.

Ama bu örnekte iyi bir organizasyon, PR ile popüler hale getirilmiş bir sanat olayı, en sert siyasi mesajları bile yumuşattı, önyargıları kaldırdı. Azad Bedran ile Feryal Gürman’ı, Ertuğrul Özkök ile Ahmet Kaya şarkıları söyleyen Kardeş Türküler’i aynı karede bir araya getirdi.

Sadece bir araya getirmekle kalmadı, faili meçhuller, Sur’da yaşananlar, Uludere Katliamı, Kürtçe yasakları, Diyarbakır Cezaevi gibi bugüne kadar sadece dar bir siyasi çerçevede, raporlarda, salon toplantılarında kalmış, radikal ve riskli gerçekler, bir akşamlığına da olsa inkar edilemeyecek, kamusal kabul görmüş genel kabuller oldular.

Solcuların, liberallerin, AK Parti iktidarının çözüm çabalarıyla muhafazakar kesimin farkına vardığı bu acı hakikatlere, bu sergi sayesinde bugüne kadar buraya dönüp bakmamış beyaz Türkler de baktı. Bunlar onların da ortak hakikatleri olmaya biraz daha yaklaştı.

Hafıza Odası sergisi, ortak bir hafızanın kurulmasına hizmet etmiş oldu.

Bu sırada, sanatın, diyaloğun, iyi müziğin ve iyi yemeğin etkisiyle Marx’ın meşhur sözündeki gibi katı olan her şey buharlaştı.

Belki katı ile buhar arasında yaşanan o laçkalık hali uzaktan kötü ve absürt göründü ama bu hayatın içinde bir normalleşme olarak yaşandı.

Bazı münasebetsiz fotoğraflar da bu ara geçiş halinde ortaya çıktı.

Bütün bunlar her iki kesimin radikallerini, affetmeyenlerini, çatışmadan itibar kazananlarını kızdırdı. Aynı sergiye hem sol ve Kürt radikaller, hem de Süleyman Soylu öfkelendi.

Ama günün sonunda çok cesur siyasi göndermeleri olan bu modern sanat sergisi; belediye başkanları, milletvekillerinin bazıları hapiste olan, kayyumlar tarafından yönetilen, bir kısmı altı yıldır halka kapatılmış, altı yıldır sokaklarında en küçük bir basın açıklamasının bile uzun izinlere tabii olduğu bir şehirde yapıldı.

Uzaktan, sanal ortamda geçirilen kalp spazmlarına ve mide bulantılarına rağmen, anormal zamanlar geçiren Diyarbakırlılar o akşam son altı yılın en normal akşamını yaşadılar.

Yüzlerindeki mutluluğu bizzat gördük. O gala gecesinde halayları İstanbul’dan gelenler başlatmadı. Erbanileri İstanbul sosyetesi çalmadı, halayların çekildiği “Kara Üzüm Habbesi” istek parçası değildi, bizzat yıllarını Kürt müziğine vermiş Kardeş Türkülerin repertuvarındaydı.

Diyarbakır sadece acıların, sadece sert politik tavırların ve sloganların şehri değil, bu şehirde kimlikleri ve siyasetleriyle hayata devam etmek isteyen insanlar da yaşıyor.

Ekonomik zorluklara mücadele eden Diyarbakır’da bir orta-üst sınıf hayat da var.

O sergi ile acıların şehri olmak dışında mutluluk yakıştırılmayan bir şehrin eşrafı, saygı görme ve anlaşılmanın yarattığı büyük tatmin duygusu yaşadı.

O yüzden o salonda olanlar, geçmişe takılmayıp Kürtçe müzikler eşliğinde Ertuğrul Özkök’ün ya da beyaz Türklerin halay çekmesinden memnuniyet duydu.

Belki de sorunun çözümü artık panellerde, basın açıklamalarında, konferanslarda, sıkıcı raporlarda ve herkesin birbirini tanıdığı çalıştaylarda değildir.

Belki de çözüm sergi salonlarında, konserlerde, galalardadadır.

Esas meziyet de hatırlayıp öfkelenmekte değildir, hatırlayıp görmezden gelmektedir.

Türkiye’de Kürt sorununu çözmeyi sosyalistler başaramadı, İslamcılar da başaramadı, hatta liberallerin tezleri de bir ölçüde başarısız oldu.

Bırakalım bir kez de kapitalistler denesin.

- Advertisment -