Abim, noter kâtibiydi. Şimdilerde sayısı sekize çıkmış, çocukluğumun Diyarbekir’inde ise sadece iki tane noter vardı. Abimin çalıştığı Birinci Noter Dağkapı-Dörtyol’da, İzzet Paşa Caddesi’nde, yani Hazreti Süleyman’a giden yolun üzerindeydi.
Bilen bilir, Aralık aylarında noterlerin iş yükü artar. Çünkü ticari işletmeler, yeni yılda tutmakla yükümlü oldukları defterlerini Aralık ayında mühürletip onaylatırlar. Dolayısıyla her zaman dolup taşan noterler, yılın son ayında defterler nedeniyle daha bir kalabalıklaşır.
Aslında mühürleme kolay bir iştir; nihayetinde bütün yapacağınız defterlerin her bir sayfasına mühür basmaktan ibarettir. Fakat eğer eliniz yatkın değilse ve biraz da yavaşsanız, hele bir de defterin sayfa sayısı fazlaysa, mühürlemek bir ıstıraba dönüşür. Bir saatten sonra sayfaya inen her mühür kafanıza inmiş gibi olur. Kâtipler, bu nedenle genellikle hazzetmezler bu defter mühürleme muhabbetinden. Zira bu, onlar için sıkıcı bir işe kurban edilen saatler ve istemeden kalınan mesailer anlamına gelir.
İlkokul sonu, ortaokul başı çağlardayım. Abim, kendisine düşen defterleri mühürlememe yardım etmem için beni notere götürmeye başladı. Önce mırın kırın ettim tabii, sokakta top peşinde koşmak varken bu noter de nereden çıkmıştı? Fakat çok geçmeden işin rengi değişti. Çünkü Başkâtip İbrahim Abi de yeğeni Zeki’yi aynı kutsal gayeye hizmetkâr kıldı. Zeki ile aynı mahalledendik; Alipaşa’dan Dağkapı’ya oraya buraya takıla takıla birlikte gidip birlikte gelmeye başlayınca moraller düzeldi.
Kısa sürede Zeki ile mühürleme işini söktük. Adeta makine hızına ulaştık. Büyüklerin sinir bozucu bulduğu bir işi oyuna çevirdik. “Defteri kim daha önce mühürleyecek?” diye yarışlar düzenledik aramızda. Ben de fena sayılmazdım ama Zeki benden daha hızlıydı; sayfalar arasında kayıp giden parmaklarına yetişmenin imkânı yoktu. Noterlik kariyerimizin başlangıcı parlak olmuştu; gösterdiğimiz performans tatillerde de notere kapak atmamızı sağlamıştı.
Film seti
Hâkim emeklisi bir noterimiz vardı. Her gün tıraşını olur, jilet gibi ütülenmiş takım elbisesini üzerine çeker ve kendiliğinden saygı uyandıran bir edayla notere gelirdi. Bir baş selamı verir ve ağır adımlarla odasına geçerdi. Gözlüğünün üzerinden keskin bakışlarla personelini takip eder, arada sırada çıkıp etrafta bir tur atar, asayişin berkemal olup olmadığına bakardı. Odasına evrak imzalatmak için girecek olanlar, kapıda üstünü başını düzeltir ve çekingen bir vücut diliyle içeri süzülürdü. Noter Bey, evraka göz gezdirir, mühim bir işlemse evvela bir-iki soru sorar ve akabinde imzasını atıp muhatabını azat ederdi.
Asla taviz vermediği bir zevki, bir alışkanlığı vardı Noter Bey’in: Gazete okumak. Bayilere ulaşır ulaşmaz gazeteleri aldırırdı. Noterin emektarı Salih Amca’nın (medrese eğitimi aldığından biz ona Hoca Emmi derdik, halen de öyle deriz, Allah ömrüne bereket versin) yaptığı sade kahveyi yudumlayarak zevkle satırların arasına dalardı. Geçmiş zaman, yalan olmasın; hatırlayabildiğim kadarıyla favorisi olan üç gazete vardı: Hürriyet, Milliyet ve Cumhuriyet. Sayfaları huşu içerinde çevirir, saatlerce okur ve okuması bittiğinde ihtimamla gazeteleri katlayıp masanın kenarına koyardı.
O çocuk aklımla ne yaptığını ve yaptığının tam olarak neye yaradığını kavrayamasam da ona imrenirdim. Bir film setindeydim sanki. Okumanın bütün ritüellerini bihakkın yerine getirirken hayranlıkla onu seyreder ve onun yerinde olmayı isterdim.
Bir süre sonra gazeteleri alma görevini kaşla göz arasında devraldım. Aklım futbolda olduğundan gazeteler elime geçer geçmez hemen arkalarını çeviriyor ve spor sayfalarına bakıyordum. (O alışkanlığım şimdi de sürüyor, gazeteleri halen spor sayfalarından başlayarak okuyorum.) Noter Bey öğlen yemek için dışarı çıktığında ya da akşam o gidip biz mesaiye kaldığımızda, yine gazetelere sarıyor ve sayfalar arasında geziniyordum.
Noter Bey de fark etti bendeki bu gazete sevgisini. Okumaya meraklı bir çocuk görmek, mutlu etti onu. Bir-iki defa beni karşısına aldı, büyüyünce ne olmak istediğimi sordu. “Avukat” cevabı hoşuna gitti, gülümsedi. “O halde çok okuman gerekir” dedi ve adamakıllı bir şekilde okumanın faydalarını anlattı. Koskoca hâkim bey, bir dostuymuşum gibi, benimle hasbıhal etmişti; artık ben de ciddi bir gazete okuru sayılırdım!
Mertliği bozan internet
Noterde başlayan bu gazete sevdası, bütün bir ömrüm boyunca büyüyerek devam etti. Çevremdekileri de etkiledi bu tutku. Mesela abim, bendeki bu bağımlılık sebebiyle eve her gün gazete almaya başladı. Çoğunlukla gazeteyi kendisi getiriyor, bazen de para verip beni gazete almaya yoluyordu.
İlk gazetelerimi Balıkçılarbaşı’nda Ragıbiye Camii’nin bitişiğindeki bayiden aldım. Hemen hemen yayınlanan bütün gazeteleri ve dergileri getiren o bayii asla unutamam. İlk dergi aboneliğimi de (Milliyet Çocuk) o bayide yapmıştım sanırım. Dolayısıyla bende bıraktığı iz bir başkadır. Şimdi yerinde yeller esiyor, oradan her geçtiğimde burnumun direği sızlar.
Büyüdüm, liseye, üniversiteye gittim. Fikirlerim değişti, okuduğum gazeteler de. Ama gazete okumanın zevki bende hep aynı kaldı, giderek derinleşti. Gazete okumayı kendimce bir şölene çevirmeye çalıştım hep. Misal, vaktinde Sur diplerinde çay bahçeleri vardı. Gazetemi alır, ağaç altı bir masaya kurulur ve tavşankanı bir çayın arkadaşlığında haberlere gömülürdüm. Ya da evde zor da olsa sessiz bir köşe bulur, sayfalara yumulur ve dünyayla irtibatı koparırdım. Benim için bunun yerini tutabilecek çok az keyif vardı.
Ancak dünya değişiyordu. Önce özel televizyonlar çoğaldı ve yaygınlaştı, sarsılmaz sandığım gazetelerin tahtı sarsıldı. Haberleri, yorumları ve tartışmaları ekrandan izlemek hem daha hızlı hem de daha kolaydı. Sonra internet denen bir şey icat oldu ve mertlik bozuldu. Gazeteler asıl büyük darbeyi internetten yedi. İnternet, gazeteleri başka bir forma zorladı, onları sanal ortama taşıdı. Telefonlarda, bilgisayarlarda, tabletlerde gazetelere zamandan ve mekândan bağımsız olarak her an ulaşmak mümkün hale geldi. Bir olay meydana gelir gelmez onu tüm dünyaya yetiştiren haber siteleri kuruldu. İnsanları her gelişmeden an be an haberdar eden sosyal medya ağları örüldü.
Böylece bildiğimiz gazetenin pabucu dama atıldı, ihtiyaç kalmadı ona. Kimi gazete sahipleri hiç direnmedi bu büyük dalgaya ve hemen kapısına kilit astı. Gazete bayileri, satacak gazete ve gazete alacak okuyucu bulamayınca, gazete satmayı bırakıp başka işlere yöneldi. Gazete okurlarının çoğu da hızla adapte oldular bu değişime, uzun bir dönem çantalarında veya ellerinde gururla taşıdıkları gazetelerini usulca bir köşeye bıraktılar. Onlar artık cep telefonlarına indirdikleri uygulamadan okur oldular gazetelerini.
Akıntıya çekilen kürek
Kıdemli gazete okuru olan çok sayıda dostum var. Ya yaşıtız ya da kafa kâğıtları benden birkaç yıl daha eski. Beraber arşınlıyoruz Diyarbekir caddelerini. Onlara “İlerleyin, gazete alıp geliyorum” dediğimde bana, nesli tükenmekte olan bir kelaynak muamelesi yapıyorlar. Sanki kendileri de yıllarca aynı işi yapmamış gibi biraz acıyan biraz da garipseyen nazarlarla süzüyorlar beni.
Bir itirazım yok, onları anlıyorum. Zamanın şartlarına uygun davranıyorlar, onları takdir de ediyorum. Lakin bu anlayış ve takdir, benim yolumdan dönmemi gerektirmiyor. Bu mevzuda çağa ters düşebilirim. Gereksiz bir nostalji yapabilirim. Alışkanlıklarımın esiri olabilirim. Akıntıya karşı kürek çekebilirim. Mümkündür, hepsi kabulüm, ama ne olursa olsun ben gazeteyi gazeteden okumaktan vazgeçmem!
Evet, gazetelerin sayısı azalabilir. Ama yine de okunacak bir gazete bulunur. Evet, bayi bulmak zorlaşabilir. Ama yine de kıyıda köşede gazete tiryakilerine güzellik yapmayı vazife bellemiş bir cengâver olur. Onlar var oldukça ben de çocukluğumda edindiğim ve özene bezene büyüttüğüm bu keyfimi bırakmam. Bayime gider, bir-iki kelimenin belini kırar, gazetemi alır, kâğıt kokusunu içime çeker, çayımı demler ve sindire sindire okurum.
Onun için bana müsaade, gazeteler gelmiş olmalı, gecikmeden bir koşu gidip almam lazım…