Olmadık zamanlarda olmadık kitaplar okuduğunuz olur mu? Bana çok olur. Eski bir alışkanlığımdır bile diyebilirim. Lise zamanlarında ne zaman zorlu bir kimya ya da fizik sınavı olsa önceki iki gün boyunca dayanılmaz bir roman okuma açlığı çekerdim. Ne olduğuna nasıl olduğuna bakmaksızın her türlü edebi metnin içinde sımsıcak bir dünyanın yattığına dair dayanılmaz bir çekim hissederdim (Ancak böylesi zamanlarda ilgi gösterip okuyacağım türden bir kitaptı, Jacqueline Susann’ın Bir Defa Yetmez’i. O gün bugündür tadı damağımdan gitmez.) Ne zaman gecikmiş bir raporu bitirmeye çalışsam kütüphanemde okunmayı bekleyen kitapların canlı birer varlığa dönüşüp yalvarırcasına bana baktıkları gibi bir hisse bürünmüşümdür. Herkes hazır halde bir toplantı için beklerken elimdeki konuyla ilgisiz kitaptan sırf birkaç cümle daha okuyabilmek için geciktiğim epeyce vakidir.
Geçmişe dönüp bakınca bütün bunlar bir tür kaçıştı elbette ama sonradan fark ettim ki mantığa galip gelen her türlü tutku aslında bir tür kaçışla başlar. Evinden hiç kaçmayan insanlar için hayat bitmeyen sınavlardan ibarettir belki de. Hep yapılması gerekeni yapılması gerektiği gibi yapmak insanın asla kaçamamasının ardındaki gerçek neden değil midir zaten! Bu sayede anladım ki insanlar bir tutkuya kapıldıkları için kaçıyor değillerdir ve de. Kaçtıkları için tutku dolular! Konforundan vazgeçmeden korkularla yüzleşmek diye bir şey yoktur. Diğer bir deyişle, korkularımız nedeniyle konforlu dünyamıza mahkum olmayız, böylesi bir dünyanın esiri olduğumuz için korkularımızın mahkumuyuzdur.
En iyi sanat eserlerinin en kasvetli zamanlarda yazılması da boşuna değildir. Olmadık zamanlarda okuduğumuz kitaplar ne olduğumuza dair daha şaşmaz birer göstergedir; hiçbir neden yokken yapılan işler gibi içimizin derinliklerinden kendi başına süzülüp gelen duyguların tezahürü olduklarından dış dünyanın yüzeyselliğinden derinlere birer çağrı gibidir. Tutku da tam olarak böyle bir şey değil midir! Öylesine okunan kitaplar tutkularımızın gösterişsiz bir davetidir. Öylece bırakıverdiğimizde bir anda başka bir dünyanın içine girdiğimiz eşsiz bir yolculuk gibi.
Şimdilerde yine çok işim var! Bekleyen zorunluluklar, gündemin ağır kasveti ve gündelik hayatın ne yapsanız azaltıp vakit arttıramadığınız rutinleri… Böyle bir zamanda elime geçen bir kitap, dış dünyanın baskısından sıyrılıp kendimi dinlememe çok yardımcı oldu. Erich Fromm’un Dinleme Sanatı’nı (Say Yayınları) okudum hiç de lüzumu yokken! Evde nereye kafamı çevirsem karşıma çıkıp durdu ve kelimenin tam anlamıyla -ve başlığıyla tezat bir ironiyle- canlı bir varlık gibi benimle konuştu. Dinle beni diyor gibi geldi! Dur ve dinle! İyi bir öğrenci gibi harfiyen dinlemem gerektiğini hissettim. Okudukça nedenini anladım. Bu kitap okunmak için değil dinlenmek içindi. Çok iyi şeyler söylüyordu.
Okuyunca ilk fark ettiğim çarpıcı görüşlerden biri, nesnel gerçeklikten kaçışın zannedildiği gibi psikolojik bir zayıflık değil belki de tam aksine öznel deneyimin, doğası gereği kontrol edilemez olan nesnel gerçekliği denetim altına almasının bir yolu olduğuydu. Şöyle diyordu Fromm: “Bir şey, toplumsal faaliyetlerimize engel oluyorsa onu semptom olarak ilan ederiz. Bu yüzden, en ufak bir öznel deneyimi olamayan ve şeyleri tamamen gerçekçi olarak gören birinin sağlıklı olduğu farz edilir. Bu kişi gerçeği, kontrol edilebilir veya idare edilebilir bir şey olarak ayırt edemeyip sözde normal birini etkileyemeyecek içsel bir deneyimin, bir duygunun, en üstü kapalı duygunun farkında olabilen bir psikotik kadar hasta olabilse bile.” (s.48).
Kitabın alt başlığı, psikanaliz ve psikanalitik terapiler üzerine notlar; fakat içinden çıkılamaz psikanaliz kitaplarına hiç benzemiyor. Dinleme sanatı derken elbette ki terapiste gelen insanların dinlenmesine göndermede bulunuyor ama mesajın bununla sınırlı olmadığı açık. Fromm, psikanalizin amacını basitçe, “kendini tanımak” olarak belirtiyor ve şöyle diyor: “‘Kendini tanımak eski bir insani ihtiyaç; Yunanlardan ortaçağa, modern zamanlara kadar kendini tanımanın, dünya hakkındaki bilginin temeli olduğu fikrini görürsünüz ya da Meister Eckhart’ın çok çarpıcı bir şekilde ifade ettiği gibi, ‘Tanrı’yı tanımanın yegâne yolu, kendini tanımaktır.” (s.45). Bize hiç de yabancı şeyler değil elbette ama bizim için kendini tanımak nedense hep zor ve yabancı olagelmiştir ve kitaba her şeyden sıyrılıp kulak verdiğinizde buna dair çok şeyler duyabilirsiniz. Kitabın iddialı görüşlerinden biri -ki son derece önemli- her insanın kendini tanımaya çalışarak iyileştirebilmesinin -bunu, herkesin kendi başına yapabilmesinin mümkün olduğudur.
Bu nasıl yapılır peki? Fromm’a göre, psikanaliz bir geçmiş araştırması değildir. Her zaman eksik olan şimdinin ve nesnel gerçekliğin geçmişe gidip tamamlanması, bilinçsiz süreçlerin kavranmasıdır. Dolayısıyla, kendini tanımak demek gerçekliği görmeye çalışmak değil, sadece sizde olan bir şeyle onu tamamlamaktır. Bu noktada geçmişe gitmek bir anlamda en derinlere inmektir çünkü en fazla yapmak isteyip yapamadığımız şeyler en gerilerdedir. Çocukluk, bilinçten çok bilinç dışında yaşanan bir dönemdir. Bu nedenle, kendini tanımak geçmişin bitmeyen analizidir: “Kendimi analiz ederken -bu her gün yaptığım bir şey- kasıtlı olarak beş yaşındayken, on beş yaşındayken…hissettiklerimi hissetmeye çalışırım; bu duyguları içimde hissetmeye, çocukluğumla ilgili bağlantımı, canlı kalması için sürekli açık tutmaya çalışırım çünkü bu, içimde şimdi olan biten ama farkında olmadığım şeyleri anlamama ve farkında olmama yardım eder. amaç, geçmiş araştırması yapmak değildir.” (s.57).
Fromm için “Çocukluktaki deneyim ancak tekrar yaşanırsa, hatırlanırsa önemlidir” ve kendini tanımanın amacı “şimdi olanı, geçmişte olan neyle açıklayabilirim sorusu değildir” (s.58,59). Amaç, şimdi olanı eksiksiz deneyimlemek ve hissetmektir. Ancak bu sayede tam anlamıyla anlamak mümkündür. Nesnel gerçeklik, kendimizi ona kattığımızda tadı olan bir şey halini alır ki her türlü acıya ve anlaşılmazlığa rağmen yaşama neşesi buradan gelir. Başka bir ifadeyle, hayata neşesini veren şey yaptıklarımız değil yapmayıp içimizde tuttuklarımız ya da yapmak isteyip yapamadıklarımızdır.
Modern yaşam, her şeyin mümkün olduğunu ve bunun için gerçekçi bir realist bakış açısının gerekliliğini dayatır. Buna göre, fizik sınavından önce roman okuyan çocuk sınavı kesinkes kaybeder. Duyguları ve öznel deneyimleri geride tutmaya, hayatın her alanında gerçekçi olmaya zorlar. Oysa Fromm’a göre hastalık tam olarak budur: “Hiçbir şey hissetmiyorsanız, hiç öznel deneyiminiz yoksa önemi olan tek şeyin icraat, gerçek icraat olduğu bir toplum için en uygun kişisiniz. Oysa tam da bu nedenle sağlıklı değilsiniz. Kim daha hasta, psikotik denilen kişi mi yoksa gerçekçi denilen kişi mi?” (s.79).
Fazla gerçekçi olmak, aynı zamanda öteki insanlardan ve onların öznel deneyimlerinden faydalanamamaktır. İnsanın nesnelliğe yenik düşüp kendinden uzaklaşmasıdır. İnsanın her şeyin akılla idare edilebilir olduğunu, başarı kazanması halinde mutlu da olacağını sanmasıdır. Fazla gerçekçi insanlar, diğer insanlarla kopuk ve hakikiliği düşük bir ilişki kurduklarından, açığı kendilerine yönelerek kapatma eğilimindedirler ama bu tam da hastalık nedenidir. “İnsanın sadece kendi problemleriyle ilgilenmesi, iyileşmesini veya tam bir insan haline gelmesini sağlamaz. İnsanın tek ilgi alanı kendisiyse güçlü, mutlu ve bağımsız bir şekilde yaşayamaz.” (s.165).
Fazla gerçekçilik eleştirel düşünmeyi de öldüren bir etki yapar. Bu yaşandığında, hayat bizim olmaktan çıkar, kendini bize zorlar ve dayatır, altında ezilmemek için sürekli daha fazla başarılı olmak gerektiği duygusuyla karşımıza sayısız fizik sınavı çıkarır. Fizik sınavı varken roman okumak, olanı olduğu gibi kabul etmeyen bir duygunun peşinden gitmek, tehlikelere karşı gelmektir. “Eleştirel düşünme, hayattaki tehlikelere karşı insanın sahip olduğu yegane silah ve savunmadır. Eleştirel düşünmezsem cidden ilk günden beri beynimi yıkayan, tüm yayılmış etkilere, telkinlere, bütün hatalara, yalanlara maruz kalırım. Eleştirel düşünemezse insan özgür olamaz, kendisi olamaz, kendi içindeki merkezine sahip olamaz.” (s.167).
Başa dönersek eğer, olmadık zamanlar olduğumuz zamanlardır!