Ana SayfaManşetKırılgan çiçekler ve tepedeki dikenlik

Kırılgan çiçekler ve tepedeki dikenlik

İktidar bir ‘İnsan Hakları Eylem Planı’ hazırlamış. Herhalde jest olsun diye… Çünkü insan hakları konusunda nasıl davranması gerektiğini zaten biliyor. Ne yapılacağını bilen ama uygulatmayan, iş bir raddeye gelene kadar kılı kıpırdamayan, derken mecbur kaldığı için aynı reform teranesini bir kez daha tekrarlayan bir devlet geleneğimiz var.

Tarihçiler belgeleri sever. Onları ele aldıkları dönemi anlamanın araçları olarak kullanır. Padişah fermanları da Osmanlı dünyasını, zamanında yaşananları anlamak için zengin bir malzeme. Bu fermanların toplumun gündelik hayatını ilgilendiren büyük çoğunluğu yasak getirir, kulları suistimal eden uygulamaları yeniden düzenler.

Sultanların sürekli ‘yanlış düzelten’ ferman yayınlaması fermanların gerçekte fazla bir hükmünün olmadığını gösterir. Fermanlar ne derse desin yanlışlar devam etmektedir… Tabii ki bu durum örneğin Sultan’ın değiştirilmesini gerektirmez. Yanlışların hesabı ondan sorulmaz. Sanki hiç tükenmeyen kötücül bir rüzgârın önünde savrulunmakta, hiçbir Sultan’ın bu rüzgârı durdurma gücü bulunmamaktadır…

Ahali ise zaten Sultan’la devleti ayırt etmekte zorlanmaktadır. Kişiliğinin kurumsallaşması sayesinde Sultan ‘devlet’ olur. Devlet de Sultan’ın kişiliği sayesinde insani özellikler edinip ‘baba’ olur… Bu bütünleşme kulları tamamen acz içinde bırakır. Durumları düzelmez, ama düzeltilmesi gerektiği en yüksek makamdan söylenegelir. Sultan’ın sorumluluğu ‘düzeltme gereğini’ söylemesini gerektirir ama haksızlıkların, eşitsizliklerin devam etmesinden sorumlu tutulmaz. Ve sonuçta ahali düzeni kanıksar…

Bu güzel sistem bugün de (yabancılara inat) bütün haşmetiyle devam etmekte. Yanlış yapan, onları tespit eden, düzeltilmesi için karar alan ama yanlışı sürdüren yönetim anlayışını kıskançlıkla koruyoruz.

İktidar bir ‘İnsan Hakları Eylem Planı’ hazırlamış. Herhalde jest olsun diye… Çünkü insan hakları konusunda nasıl davranması gerektiğini zaten biliyor. Ne yapılacağını bilen ama uygulatmayan, iş bir raddeye gelene kadar kılı kıpırdamayan, derken mecbur kaldığı için aynı reform teranesini bir kez daha tekrarlayan bir devlet geleneğimiz var. Şundan eminiz: Eğer Batı dünyası da bize benzeseydi böyle bir reform planı hiçbir zaman gerekmeyecekti.

Dolayısıyla Reform Eylem Planı’nın içeriğinden hareketle devletin ya da iktidarın niyetini, ideolojisini veya zihniyetini deşifre edemeyiz. Nitekim Erdoğan’ın çevresinde ‘insan haklarını’ kökü dışarıda, ‘bize’ aykırı bir hassasiyet (hatta manipülasyon) olarak görenlerin varlığı bizi hiç de şaşırtmıyor.  

Eylem Planı’nı değerlendirmek için işe aksi yönden, zihniyetten başlamak gerekiyor. Fıtratımızı temel alan bir bakışımız var… Evrensellikle işimiz yok… ‘Ataerkil İnsan Haklarına’ yoğunlaşan bir eylem programının peşindeyiz. Ve bu da ‘ataerkil insanın’ haklarını temel almayı ima ediyor. Dolayısıyla koşullar ‘Batılı’ bir eylem planı kaleme almayı gerektirince iktidar bunu ‘olması gereken’ ile (yani ataerkil zihniyetle) dengelemek zorunda kalıyor.     

O nedenle söz konusu Eylem Planı’nın içeriği önemli değil. O içeriği başka ülkelerin uygulamalarından hareketle neredeyse hazır şekilde internette rahatlıkla bulabilirsiniz. Asıl önemli olan Erdoğan’ın sunuş cümleleri…

Hatırlayalım: “Medeniyet müktesebatımız bize, adaletin yerini bulmasının çok hassas bir dengeye bağlı olduğunu anlatıyor. ‘Bir çiçeğe az su vermek onu kuruturken, fazla su vermek de soldurur’ gerçeği, adaletin kuyumcu titizliğiyle uygulanmasını gerektiriyor. Ayrıca öyle her gördüğümüz çiçeğe su vermeyeceğiz. Susuzluktan boynu bükülmüş bir çiçeğe su vermek adaleti yerine getirmek olurken, dikene su vermek zulüm anlamına gelebiliyor.”

Demek ki öncelikle bizim farklı bir ‘medeniyet müktesebatımız’ var… Bu müktesebat Batılılarınkine benzemiyor. Bizim adalet anlayışımız Batılılar gibi olamaz. Bizler iki şeye dikkat etmek durumundayız: Bir, hak ve özgürlükleri verirken bunların sınırını ‘doğru’ çizmeliyiz; iki, hak ve özgürlükleri kimin hak edip kimin etmediğini ‘doğru’ belirlemeli ve ona göre davranmalıyız.

Batılılar gibi ‘kim olursan ol’ aynı haklara sahipsin diyemeyiz… Çünkü bizim tasavvurumuzda insanlar fıtraten eşit değiller ve farklı fıtratları nedeniyle eşit fırsat sahibi olmadıkları gibi, eşit muamele görme hakkına da sahip olamazlar. Kısacası insanlar arasında bir hiyerarşi vardır ve hiyerarşinin alt kısmında yer alanların üsttekiler kadar hak sahibi olması ‘doğru’ değildir.

Peki, hak dağıtırken dengeyi kim, nasıl saptayacak? Neyin çiçek neyin diken olduğuna kim, nasıl karar verecek? Erdoğan tabii ki buna değinmemiş… Çünkü apaçık… Hiyerarşinin tepesinde kim varsa o verecek bu kararları. Tepedekinin o konumda olmasının nedeni zaten kendi benzersiz fıtratı! Bu yargıları ‘O’ vermeyip de kim verecek?

Kısacası Erdoğan ataerkil zihniyetinin sonucu olarak ve büyük bir samimiyetle, devletin ayrımcılık yapacağını, bunun son derece doğal ve doğru olduğunu söylüyor…

Kritik nokta, aynen Osmanlı’da olduğu gibi, bugün de kişi ile devletin bu konuda çok benzer bir bakışa sahip olması. Dağlara yazılmış olan ‘önce vatan’ ibareleri bunun basit bir göstergesi. Vatanın ‘öncelik’ taşıdığı vurgulanırken insandan daha kıymetli olduğu da söylenmiş oluyor. Diğer deyişle insan ‘vatan’ bağlamı içinde kimlik (kişilik?) kazanıp somutlaşıyor. Kişi vatan sayesinde insan oluyor…

Bu durumda ‘insan hakları’ kimliğe göre, kişinin vatan anlayışına göre değişecektir. Devletin anlayışını benimseyenler ‘insan’ sayılıp vatandaş muamelesi görecekler, ama bu anlayışı paylaşmayanlar ‘yeterince insan’ olmadıkları için hak ettikleri muamele ile karşılaşacaklardır. İlk grup ‘başımızın tacı, aziz’ çiçekler, ikinci grup ‘kökü belirsiz, ihanete meyyal’ dikenlerdir…

Bu ortak anlayış bugün Sünni dindarlarla İttihatçıları sorunsuz şekilde yan yana getirebiliyor. Bu nedenle ‘reform’ dendiğinde sekter, cemaatçi ve kimlikçi bir eylem planı tahayyül ediliyor. ‘Doğrusunun’, ‘bize uygununun’ böylesi olduğu düşünülüyor. Ne var ki (gözü kör olsun) kader bizi başkalarının ‘reformuna’ mahkûm ediyor ama (neyse ki) Rehber güzel bir girişle devletin gerçek muradını cümle âleme söyleyerek onurumuzu koruyor…

Erdoğan’ın söz konusu sunuş cümleleri ağızdan kaçmış değil. Halisane bir duruşu, hatta inancı yansıtıyor. Ataerkil zihniyet söz konusu duruşu ve ardındaki niyeti meşrulaştırıyor. Dolayısıyla bu iktidardan insan hakları konusunda demokratik bir düzenleme beklemek naiflik olur… İktidarın içinde demokratik yönelimi destekleyecek hiçbir unsur kalmadığı gibi, Erdoğan/Devlet iş birliği sınır hissetmeden kendi anlam dünyasında serbest kalmış durumda.

Dolayısıyla bu planla ilgili içerik analizi yapmanın bir getirisi yok. Zihniyete odaklanmak ve inandırıcı olmak istiyorsak sadece Erdoğan’ın değil, devletin zihniyetini de muhatap almak lazım. Çünkü devlet istediği her çiçeği kısa sürede dikene çevirme konusunda çok becerikli ve çiçekler de o denli kırılgan ki, tüm çiçekleri solduran tepedeki dikenliğe kör…

- Advertisment -