2016 yılında bu yana hızlanarak devam eden kutuplaştırma politikası bardağı dolu hale getirdi ve artık bardaktan taşıyor. Bu 19 Mart Ekrem İmamoğlu davası ile beraber tersine işleyen bir bardak taşıması artık.
Dün, kutuplaştırmayı temel strateji haline getiren iktidar karşısında şimdiye kadar olmayan bir şey gerçekleşti. 10 yıldır sokağı ‘sokak eşittir darbe ve terörizm’ tehdidi ile susturan politika hızla bir çöküşe doğru gidiyor ve bu sefer bloklaşmış bir ideolojik karşı çıkışı yerine, başını apolitik gençliğin çektiği ve gitgide her kesimden toplumsal yapıları içine alan bir suskunluk uykusunun bitişini görüyoruz.
Yıllardır biriken suskunluk nefret dolu bir gençliğin harekete geçmesine neden oldu. Derler ya biriken umutsuzluk bir kıvılcımla sosyal patlamaya neden olur diye…
Öyle görünüyor ki; hızı azalsa da bu öfke seli şu veya bu şekilde kendisini daha dev dalgalarla ortaya çıkaracaktır. Bunda muhalefet partilerinin bu süreci iyi kullanmaları değil, mevcut iktidarın güç körlüğü ile olup biteni okuyamaması ve bunun üzerine sürekli hatalar yapması etkili olmuştur. Ekonomik krizin dayanılmaz boyutu toplumun nefesini keserken ve ülkenin her yerinden iktidarın ayrıcalıklı işleri toplumun gözünün içine sokulurken, üzerine adaletsizlik ve yarınlara yönelik hayalsizlik de binince; bir kıvılcım yeter ve artıyor bile…
Yolsuzluğun kol gezdiği, rüşvetin yaşamın bir parçası olduğu, liyakatsızlığın ödüllendirildiği,kara paranın rol model olduğu, sonradan zenginliğin toplumun gözünün içine sokulduğu, böylesi bir dönemde başta gelecekten umudunu kesmiş gençlik olmak üzere milyonlarca insanın yoksulluk içerisinde yaşadığı böyle bir tabloda sanki hiçbir şey yokmuş gibi davranan, geçmişin sermayesini sürekli tüketmesine rağmen kendisini hâlâ vazgeçilmez gören bir iktidarın hata üzerine hata yapmaması mümkün değil zaten.
Sorun, bu hatalar zincirinin ne zaman kopacağı ile ilgili. Gidişat böyle devam ederse bu zincirin uzak olmayan bir zaman diliminde kopacağı aşikardır. Siyaset mühendisliği ile hukuku siyasallaştırarak ve yargı ile güvenlik bürokrasini güçlendirerek belki biraz zaman kazanabilir ama bunun da garantisi yoktur. Eğer toplumsal öfkeye dönüşecek bir sesleniş gerçekleşirse, önce siyasal mühendislik çöker. Bunu en iyi bilen mevcut iktidar olması gerekirken iktidardan böylesine bir sinyal henüz alınmış değil.
Kürt meselesindeki barış hamlesi ile bir mesafe kaydetmeyi başarabilir ama onun da önünde engeller var. Toplumun sesine kulak vermeme hali ve en azından hukuksal iyileştirmelere yönelik adım atmama durumu bu süreci entübe edebilir. Bunun belirtileri de yavaş yavaş görülüyor.
Hal böyleyken iktidarın önünde bir de dünyada durduğu yer ile alakalı hayati derecede bir denklem var. Avrupa Birliği ile mi, yoksa yarın ne yapacağı belli olmayan Trump’ın inşa etmeye çalıştığı dünya ile mi olacak? Bu tercihlerden biri kendisine hayat öpücüğü olabilir. Avrupa Birliği ile gireceği yeni bir ilişki hem kendisini hem de toplumu rahatlatacaktır. Türkiye’nin demokratikleşmesi herkese bir nefes aldıracaktır.
Çok söylenen güçlü ve demokratik Türkiye ancak bu birliktelikle sağlanabilir. Bir diğeri olan ve Trump’ın iktidar ömrü ile sınırlı olan birliktelik ise Türkiye’yi daha da huzursuz ve iç çatışmalı hale getirecektir.
Bununla kalmayıp İsrail’in dizginlenmeyen saldırıları ile artık gizlenmeyen İran’a savaş açma politikası bölgeyi bir ateş çemberine dönüştürecektir. Yemen’le devam eden saldırılar ve 2003 yılından bu yana görülmemiş ölçüde Irak’a ABD’nin silah sevkiyatı da göz önüne alındığında bu cehennem topunun bir parçası olmamak gerektiğini söylemek istiyorum.
İktidar açısından bir üçüncü yol yoktur ve tercihini yakın zamanda vermek durumunda olan bir Türkiye’den söz ediyoruz. İçeride gitgide biriken gaz sıkışması ve buna ateşle yaklaşmak isteyen hem iktidar, hem de muhalefetin varlığı çok da ertelenemez kararlar almayı gerektiriyor.