Apichatpong Weerasethakul’un 2010 tarihli Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor (Lung Boonmee Raluek Chat) filmi Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü aldığında jüri başkanı Tim Burton filmi “güzel, tuhaf bir rüya gibi” sözleriyle tanımlamıştı. Weerasethakul’un son filmi Memoria için olduğu gibi filmografisindeki diğer örnekler için de bu sözleri serdedebiliriz. Weerasethakul’un karakterleri dünyada olmak ile olmamak arasındaki bir sınır durumunda gezerler; hayal, rüya halleri ile fizik dünya arasındaki ayrım ortadan kalkar. Hayaletler filmin ana karakterleri ile aynı masa etrafında toplanıp sohbet edebilir ya da seneler önceye ait sesler bir anda odayı ya da bir zihni istila edebilir. İzleyicinin ilişki kurmakta zorlanacağı bir tuhaflık filmin diyaloglarını, karakterlerini, mekânlarını sarmış vaziyettedir. Yönetmenin bir diğer filmi Ashes’in (2012) diyaloglarında geçtiği üzere, izlediğimiz “rüya içinde rüya”dır. Başkasının rüyası ile irtibat kurmak ne kadar mümkünse Weerasethakul’un film rüyaları için de aynısı geçerlidir.
Bir filmde görüntüler kadar sesin de mevcudiyetinden bahsedebiliriz. Film diline dâhil olduğunda ses de adeta bir görüntüye dönüşür. Filmi izlerken misal bir köpek sesi duyduğumuzda bu, orada bir yerlerde bir köpeğin varlığına işarettir ya da bir çocuk sesi görmesek de çocukların varlığına delalettir. Ses her zaman bir imgeye ya da cisme tutunmak ister, eğer filmin evreni bize bu irtibatı sağlıyorsa kafamız rahat seyre devam ederiz fakat eğer bize aktarılan sesin karşılığını bulamazsak bu defa zihnimizin konforu bozulacaktır, verili anlamın ötesine geçmek artık farzdır ve bu da izleyiciden belirli bir çabayı talep eder.
Memoria, Apichatpong Weerasethakul’un ülkesi Tayland dışında çektiği ilk film. Weerasethakul’un filmleri de her zaman izleyicinin zihin konforunu bozar, ondan ciddi bir sabır ve düşünsel emek ister. Tilda Swinton’ın başrolde olduğu Memoria (2021), hasta kız kardeşini ziyaret etmek için Kolombiya’ya giden İskoçyalı bir kadının, Jessica’nın günlerine odaklanır. Jessica, sıradan hayatının içerisinde öylesine salınırken onun huzurunu kaçıracak olan, zaman zaman duyduğu garip, patlamaya benzer bir sestir. Geceleri yatmadan önce duyduğu bu sesin başlangıçta kaldığı evin yakınında bir inşaattan geldiğini düşünür fakat böyle bir inşaat yoktur. Jessica bu sesin izini sürmeye başlar, ilk olarak bir ses mühendisine gider ve ona duyduğu sesi tarif edip onu bulmasını ister. Bu tekinsiz sesin bir maddiyata kavuşması tıpkı seyircide olacağı gibi Jessica için de bir rahatlamaya sebep olacaktır. Ses mühendisi Hernán (Juan Pablo Urrego), önündeki karmaşık düğmeler arasında Jessica’nın tarifinden hareketle bu sese yakın birini bulur fakat bu sesin nereden/neden geldiği hala belirsizdir. Hernán ile daha sonra da farklı vesilelerle görüşürler. Bu genç adam, müzik yaptığı “Sanrının Derinliği Topluluğu’ndan bahseder. Fakat Hernán bir müddet sonra ortadan kaybolur, Jessica stüdyoya tekrar gidip onu sorduğunda kimsenin böyle bir kişinin varlığından haberdar olmamasına hayret edecektir. Jessica’nın tesadüfen tanıştığı bir arkeolog ise ormanın içinden geçen, inşaat halindeki bir tünelin kazılarında buldukları kemikleri gösterecek ve bunların 6 bin yıllık olduğunu söyleyecektir. Filmin yüzeyindeki “şimdiye” ait kabuğun katmanları teker teker kaldırılır. Weerasethakul’un filmlerinde şimdiki zaman diye bir şey yoktur. Şimdiki zaman, geçmiş zamanlardan mürekkep bir düğümden ibarettir. Fakat bir taraftan da bu zamanların hepsi sadece bu dünyaya aittir, her şey fizik dünyanın üzerinde varolmuş ve buraya sıkışmış vaziyettedir.
Yönetmenin kaleme aldığı filminin senaryosu için bir olay örgüsünden ya da karakterleri derinleştirme çabasından söz edemeyiz. Jessica, şehrin içerisinde kaybolmuş gibidir, nereye gideceği, kiminle karşılaşacağını kestirmek zordur. Zihnine belirli aralıklarla uğrayan tanımsız ses onu çoktan bir akıntıya katmıştır. Yönetmen karakterinin bu kaybolmuşluk hissine, bu “garip” seyirde izleyicinin de eşlik etmesini ister. Denetimsiz ve kontrolsüz bir şekilde hayatın akışı, Weerasethakul’un diğer filmlerinde olduğu gibi bu filmde de izleyicide bir dağınıklık hissi bırakacak ve burada da yönetmen karakterini, hemen her filminde olduğu gibi, ormanın derinliklerine bırakacaktır. Jessica’nın sonraki durağı tünel çalışmalarının yapıldığı alan ve ormandır. Orman köyünde tanıştığı bir başka tuhaf karakterle yapacağı sohbet filmi bambaşka bir boyuta taşır. Otların üzerine oturmuş avladığı balıkları temizlerken bir taraftan da Jessica’ya uzayda doğduğunu ve kendi türünün rüya görmediğini söyleyen bir adamdır bu. Hiçbir şeyi unutmadığı için gördüklerini sınırlamaya çalıştığından bahseden, “deneyimler zararlıdır, hafızama şiddetli bir telaş sarıyorlar.”, diyen; yerden aldığı taşı göstererek anlattıklarından hareketle “Bunlar uzun zaman önce oldu ama titreşimler hala taşın içerisinde.” diyen bu adamın ismi de Hernán’dır (Elkin Díaz). Jessica’nın isteği üzerine otların üzerinde uykuya yatacak ve izleyicide saatler geçmiş hissi bırakacak bir süre, yönetmen onun uyuyuşunu izleyiciye yakın plan sunacaktır. Ses mühendisi genç Hernán gibi orta yaşlı Hernán da var ile yok arasındadır. İkisi de belli ki bu dünyaya ait değildir.
Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eserindeki madeleine kurabiyeleri gibi Jessica’nın kafasının içinde belli belirsiz anlarda gürleyen bu irrasyonel ses de adeta hatıralara, hafızaya açılan bir kilit vazifesi görür. Onu belleğin katmanlarına davet eder, üstelik sadece kişisel tarihini kapsayan bir hafıza yolculuğu değildir bu, kolektif hafızayı da harekete geçirmiştir, taşlar yerinden oynamıştır bir kere. Hernán’ı dinledikçe onun anlattıkları ile Jessica’nın anlattıkları, rüyaları, hayalleri, mevcudiyetleri birbirine karışır. Jessica bir vakit sonra Hernán’ın yaşadıklarını anlatmaya başlar, onun hafızasını okur, evin dışından gelen, seneler önceye ait çatışmaların sesi odanın içini doldurur, onu sürekli huzursuz eden sesin kaynağını da böylece bulacaktır. Bu ses Hernán’ın hafızasına aittir. Seyir boyunca İspanyolca ve İngilizce konuşan Jessica’nın zihninde yankılanan ses, kendi kimliği ve ziyaret ettiği toprakların hafızasından bağımsız değildir. Yönetmen burada bir katmanı daha sıyırır, İspanyollar tarafından bir sömürge toplumuna dönüştürülen Kolombiya’nın tarihi de dolaylı bir anlatımla işin içine katılır. Yönetmen Jessica ile Hernán arasında kurmuş olduğu o görünmez bağ vasıtasıyla karşılıklı oturdukları bu odaya adeta mekânın ve zamanın hafızasını sıkıştırır. Zamana dair hiçbir şey yok olup gitmemiştir. Titreşimler nasıl ki bu odanın içerisinde kendini ifşa ettiyse benzer bir şekilde dağda, taşta, ormanlarda, sularda hatta bütün gürültüsünü zihnimize doldurarak bizleri sağır eden şehrin içinde dahi saklı vaziyettedir. Jessica’nın kafasının içindeki ses gibi ilk bulduğu fırsatta patlak verecektir.