Hindistan Baş Hakimi, Kraliyet Asya Çalışmaları Derneği’nin kurucusu ve amatör dilbilimci Sir William Jones, 1769’da Hint kültürü üzerine Londra’da bir tebliğ sunar. Konuşmasının bütünü içinde pek de önemli bir yer tutmayan bir cümleyi, Hint-Avrupa dilleri konusunu inceleyen herkes o gün bugündür alıntılamak zorunda kalmıştır:
“Eskiliği her ne kadar olursa olsun, Sanskrit dilinin harika bir yapısı vardır; Yunancadan daha mükemmel, Latinceden daha kapsamlı ve ikisinden de daha rafinedir. Ama aynı zamanda hem fiillerin kökleri hem gramer biçimleri açısından ikisine de tesadüf sonucu olamayacak kadar yakındır. O kadar yakındır ki, her üçünü de inceleyen hiçbir dilbilimci artık belki de mevcut olmayan ortak bir dilden kaynaklandıklarına inanmamazlık edemez.”
Jones, Hint-Avrupa dillerinin ortak bir atadan kaynaklandığı düşüncesini ilk dile getiren kişi değildir, ama nedense hep o anılır. Oysa, tıp doktoru James Parsons 1767’de yayınladığı bir kitapta Avrasya ülkelerinde konuşulan dillerde rakamların adlarını karşılaştırır ve Keltik (İrlanda, Galler), Yunanca, İtalik (Latince, İtalyanca, İspanyolca, Fransızca), Germanik (Almanca, Felemenkçe, İsveççe, Eski İngilizce, İngilizce), Slav (Lehçe, Rusça) ve Farsça arasındaki benzerliklere dikkat çeker. Dahası, Türkçe, İbranice, Malay ve Çince dillerine de bakar ve bunların diğerlerine benzemediği sonucuna varır (ve yanılmıyordur).
Hem Jones hem Parsons saptadıkları benzerliği/akrabalığı İncil’den yola çıkarak açıklar: Tufan sonrasında Nuh’un üçüncü oğlu Yafes’in çocuklarından türemiştir bütün Avrasya dilleri!
Dünya nüfusunun yüzde 46’sının konuştuğu anadillerin aynı ve ortak bir atadan kaynaklandığı fikri bir kere akıllara geldikten sonra (ve kutsal kitapların dünyayı açıkladığı inancı geride bırakıldıktan sonra), ortak ata dilin, yani ilk Hint-Avrupa dilinin nerede, ne zaman ve kimler tarafından konuşulduğu kaçınılmaz olarak merak ve araştırma konusu olur.
Diller de tüm canlı türleri gibi zaman içinde evrimleşerek değişir. Aynı dili konuşan bir insan grubu herhangi bir nedenle (örneğin, yarısının göç etmesi nedeniyle) ikiye ayrılır ve aralarında temas olmazsa, başlangıçta tabii ki aynı dili konuşan iki grubun dilleri farklı yönlerde evrimleşeceği için yaklaşık bin yıl içinde tamamen farklı iki dil konuşuyor olurlar.
Tüm Hint-Avrupa dilleri akraba olduğuna göre, başlangıçta tek bir dil olduğu ve o dili konuşan toplumun/kültürün göçlerle bölüne bölüne bugün mevcut olan dilleri ortaya çıkardığı tahmin edilebilir. Ata toplumun/kültürün hangisi olduğunu ve günümüzün Hint-Avrupa dillerine yol açan göç/bölünme/çeşitlenme süreçlerinin nasıl geliştiğini ise hem dilbilimsel hem arkeolojik veriler sayesinde çözebiliriz.
İlk (proto) Hint-Avrupa dilinin anavatanı hakkında başlıca iki teori var. (Çok var da, iki tanesi çok daha fazla rağbet görüyor.)
Yaygın kabul gören teori, aradığımız proto dilin Karadeniz’le Hazar Denizi’nin kuzeyinde MÖ 4500-2500 yılları arasında Rus bozkırında yaşayan bir toplum tarafından konuşulduğu ve buradan batıya doğru tüm Avrupa’ya, doğuya doğru İran’a ve ta Hindistan’a kadar yayıldığı. (Haritada, Litvanyalı-Amerikalı arkeolog Marija Gimbutas’a atfen “Gimbutas” olarak işaretli olan bölge).
İkinci teori ise, yazının başlığında sözünü ettiğim dev fırsat! İngiliz arkeolojisinin büyük ustası Colin Renfrew, proto Hint-Avrupa dilinin MÖ 6000-7000 yıllarında, yani neolitik dönemde (cilalı taş devrinde) Anadolu’da konuşulduğunu savunur. (Meraklısı için: Archaeology and Language: The Puzzle of Indo-European Origins, 1987.) Sözünü ettiği bölge Anadolu’daki neolitik yerleşim yerlerinin hemen hemen tümünü kapsar, yaklaşık Çatalhöyük’ten (Konya) Çayönü’ne (Ergani) kadar uzanır.
Bu dönemde Bereketli Hilal ve Anadolu’da avcı toplayıcı gruplar artık yerleşik köy yaşamına geçmiştir/geçmektedir, inek ve koyun evcilleştirilmiştir, tarım yapılmaktadır. Avrupa’da ise henüz bu gelişmelerin hiçbiri gerçekleşmemiştir, insan toplumları 50-100 kişilik göçebe avcı toplayıcı gruplardan oluşmaktadır.
Yerleşik düzene geçmiş olan Anadolulu çiftçilerin sürekli batıya doğru göçerek Avrupa’ya geçtiği ve böylece tarımı Balkanlara ve Avrupa’nın geri kalanına taşıdığı biliniyor. Renfrew, proto Hint-Avrupa dilini konuşan bu çiftçilerin sadece tarımı değil, hemen hemen tüm Avrupa dillerinin atası olan dili de kıtaya getirip yaydığını iddia ediyor.
Teorinin bazı sorunları var. Ayrıntılı dilbilim ve arkeoloji tartışmalarına girmeyelim, sorunların nispeten basit olan bir tanesiyle yetinelim. Sorun, at. Meralarda otlayan, bildiğiniz hayvan.
Hint-Avrupa dillerinin hepsinde mevcut olan kelimelerden yola çıkarak, kelimelerin bir dilden diğerine geçerken geçirdikleri kurallı değişim süreçlerini hesaba katarak dilbilimciler pek çok kelimenin proto Hint-Avrupa dilindeki şeklini türetebiliyor. “Nasıl?” diye sormayın, türetiyorlar. Ve hiçbir zaman yüzde yüz kesinlikle bilemeyeceğiz, ama türetilen kelimeler büyük olasılıkla doğru. Bazı kelimelerin ise proto dilde mevcut olmadığı anlaşılıyor. (Şöyle anlaşılıyor: Bir kelime günümüzün Hint-Avrupa dillerinin herbirinde çok farklıysa, ortak bir kelimeden türemediğini, yani proto dilde öyle bir kelime olmadığını anlıyoruz.)
At kelimesi proto Hint-Avrupa dilinde mevcut: Eḱwos. (Latince equus, Kelt dilinde epos, İngilizce horse, Portekizce egua…) Ayrıca, at arabası, dingil, tekerlek gibi atla ilgili kelimeler de mevcut.
Demek ki, ilk Hint-Avrupa dilini konuşan toplum atı biliyor, tanıyor, kullanıyordu.
Anadolu teorisinin sorunu şu: Renfrew tarafından belirlenen bölgede neolitik dönemde henüz at yoktu! At ile tanışık olmayan bir toplumun dilinde atla ilgili bir dizi kelime olması mümkün değildir.
Buna karşılık at, Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırlarda yaşayan toplumun yaşamında ve kültüründe önemli bir yere sahipti.
Olsun. Türk milliyetçiliği yılmamalıdır bence. “Dünyanın yarısının konuştuğu diller Türklerden kaynaklanmaktadır” iddiası ısrarla gündeme getirilmelidir. Avrupa’dan Hindistan’a kadar uzanan coğrafyada “Hint-Avrupa dilleri bizden sorulur” kampanyaları yapılmalıdır. Derhal üniversitelerde Ümit Özdağ Türk Dili kürsüleri, Meral Akşener Eski Türkçe Ana Bilim Dalları, Devlet Bahçeli Ekwos Enstitüleri kurulmalı, 1930’larda Güneş Dil Teorisi’yle kaçırılan fırsat bu sefer yakalanmalıdır.