Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte Meclis’in siyasetteki ağırlığının azalmasına, yargının yürütmenin parçası haline gelmesine tanık olduk. Ancak önemli bir değişiklik daha oldu: Devlet siyasetin öznesi ve taşıyıcısı haline geldi. Yüzde elli oy alma ihtiyacı en büyük parti olmakla birlikte oyu iktidar için yetersiz olan AKP’nin devlete yanaşmasına, devlet aktörlerinin ise Erdoğan üzerinden iktidarın somut imkanlarına uzanmasına neden oldu. Aradaki bağı halen MHP yürütüyor ve nitekim Bahçeli bütün kritik karar ve dönemeçlerde ideolojik referans ve denge unsuru olarak işlev görüyor.
Bu süreçte siyasetçi tercihlerinin giderek bürokrasinin iradesine bağımlı hale gelmesi, iktidarda kalmayı hayati bir mesele olarak gören AKP/Erdoğan çevresini devletle iç içe geçirdi. Yakınlaşma ideoloji alanında da yaşanıyor ve AKP muhafazakar olmaktan ziyade devletçi milliyetçiliğin görünen yüzüne dönüşüyor. Bu bağlamda hemen her konu ‘milli’ bir görünüm alıyor, dokunulmazlık kazanıyor ve devletin ‘siyaset üstü’ politikasına dönüştürülüyor.
Söz konusu durum iktidarı düşürmeyi hedefleyen muhalefetin önüne iki önemli eşik çıkarıyor. Birincisi, yeterli oyu sağlamak için HDP seçmenine olan ihtiyaç. Devlet Kürt meselesini kriminalize ettiği ve bunu bir devlet tutumu olarak sunduğu ölçüde HDP dışı muhalefet paralize oluyor. İkincisi, önemli miktarda devletçi ve milliyetçi özellikler taşıyan muhalefet ‘devlet tutumu’ olarak sunulan hamlelere doğal bir uyum gösterdiği ölçüde iktidarı pekiştirmiş oluyor.
Bunun örneklerini hemen her gün görüyoruz…
Kıbrıs’ta Türkiye halkın iradesine müdahale ediyor, Maraş’ın açılması üzerinden göstermelik bir millicilik uğruna KKTC’nin pazarlık kozunu ortadan kaldırıyor, cumhurbaşkanlığı adaylarından birini dolaylı yollardan tehdit etmeyi göze alıyor… Ve muhalefet bu skandal durumu deşemiyor çünkü Kıbrıs ‘milli mesele’.
Korona ile mücadelede turizm geliri uğruna vaka sayılarının gizlendiği ve bunun belki de birçok yerli ve yabancı insanın hastalanmasına, hatta ölümlere neden olmuş olabileceği bilinmesine rağmen muhalefetten bu tasarrufun insani ve ahlaki bir analizi duyulmuyor… Çünkü Türkiye’nin çıkarları bir ‘milli mesele’.
Mali ve Afrika için Meclis’ten tezkere çıkarılarak darbe yaşamış bir ülkede otoriter rejim destekçiliğine koşuluyor ve bunun genele yayılan bir strateji olabileceği ima ediliyor. Ancak muhalefet buna itiraz etmediği gibi destekliyor da… Çünkü Türkiye’nin nüfuz siyaseti bir ‘milli mesele’.
Karabağ’daki karşılıklı gaddarlığın temelinde 1988’de Azericenin zorunlu eğitim dili ilan edilmesi ve gelen ayaklanmanın ardından bölgenin özerk statüsünün Azerbaycan tarafından tek taraflı olarak kaldırılmasının yattığı bilinmesine rağmen muhalefet bu konuya girmiyor. Savaşı Azerbaycan’ın başlattığının tüm dünya kamuoyunda apaçık bir bilgi olması, Türkiye’nin bölgeye profesyonel Sünni savaşçılar göndermesi, savaşın sürmesi için ağırlık koyması, AİHM’in Türkiye aleyhine ihtiyati tedbir kararı alması da muhalefeti pek rahatsız etmiyor… Çünkü çevremizde tutunacak alanlar oluşturmayı hedefleyen yayılmacı strateji de bir ‘milli mesele’.
Kısacası, devlet hangi konuyu millileştirirse muhalefet o alanda mültefit bir iktidar destekçisine dönüşüyor. Dolayısıyla iktidarın stratejisi çok açık ve gayet de işlevsel: İkircikli her durumu, ahlaki ve hukuki zeminden her sapışı ‘milli’ hale getir, karşı görüşleri vatana ihanet olarak tanımla ve böylece muhalefeti kadük et.
Bu amaca uygun olarak medya devletin ve ‘millici’ ideolojinin tetikçisi olarak kullanılıyor. Medya gerçekleri araştırmadığı, önüne konan haberi sorgulamadığı gibi, sansür uyguluyor ve toplumu aleni olarak kandırmaya çalışıyor. Kabuğuna çekildiği ya da zaten ideolojik sempatisi nedeniyle devletten uzaklaşamadığı ölçüde muhalefet ise, kendi iradesiyle bu kandırmacanın, giderek bilgi ve değer yozlaşmasının parçası haline geliyor.
Millileştirme stratejisi muhalefeti paralize ederek devletleştiriyor. Hem seküler hem muhafazakar kanatta siyasi oluşumlar ortak, kaba ve etik değerleri boşlayan bir milliyetçiliğin esiri oluyor.
İktidar ve devlet ise elindeki imkanın gayet farkında… Bunun seçim kazanabilecek, olmazsa seçimi erteletebilecek, hatta uygun konjonktürde seçimi gündemden çıkartacak bir strateji olduğunu biliyor.
Bu siyasetin üç ayağı var: Birincisi Kürt meselesinin suiistimali… HDP’nin kriminalize edilerek PKK’lılaştırılması, HDP üzerinden Kürtlerin terörize edilmesini sağlıyor. Bu hamlenin millileştirilmesi sayesinde ise hukuk araçsallaştırılıyor. Hukukun devlet çıkarları ve beka duyarlılığı üzerinden eğilip bükülmesi giderek olağanlaşıp normalleşiyor. O kadar ki olumlu gelişmelerin yaşanması için hukukun yeniden yerleşmesinden değil, iktidarın keyfi ‘alicenaplığından’ medet umuluyor. Ne var ki hukuk belirli bir alanda araçsallaştığı zaman diğer alanlara da taşınabilir bir ‘koçbaşı’ işlevi görür. Böylece kamusal alanın her noktasında hukuksuzluğun meşruiyet kazanmasına ve iktidarın keyfi otoritesinin sıradanlaşmasına tanık oluyoruz.
İkinci ayak, devletin Kürt meselesine ilişkin tutumuna ideolojik bir zemin sağlayan Batı karşıtlığıdır. Dış düşman retoriği ve komplocu ‘analizlerle’ Türkiye’nin Batı tarafından kuşatıldığı tezi, iktidar stratejisinin ‘emperyalizmle mücadele’ bağlamında sunulmasını sağlıyor. Kürtlerin kültürel ve eşit vatandaşlık talepleri bu çerçevede emperyalizmin amacı olarak tanımlanıyor. Diğer deyişle iç mesele büyütülerek dış meselenin uzantısı kılınıyor ve böylece iktidarın hoşlanmadığı her iç mesele bekayı tehdit eden bir dış mesele imiş gibi ele alınıyor.
Nihayet üçüncü ayak, tüm coğrafi çevremizde olabildiğince çok çatışma alanı ve konusu yaratma, var olan çatışmaları sürdürüp çıkmaza sokma çabasıdır. Bu sıcak ve oynak gerilimler halk nezdinde gerçekten de bir büyük beka meselesi varmış duygusu uyandırdığı ölçüde, Batı karşıtı ideolojik tutumu ve Kürt meselesindeki şiddet uygulamasını kabul edilebilir kılmakta.
Bu üç ayaklı stratejinin büyük hedefi ise rejimin ‘de facto’ değiştirilmesi, uygulamada devletçi ve ‘millici’ bir tek parti dönemine geçilmesi olarak gözüküyor. Yayılmacı ve dış güçlerle mücadele içinde bir Türkiye üretildiğinde, muhtemelen içerdeki değişime kimsenin itiraz edemeyeceği hesaplanıyor.
Öte yandan iktidarın bu beklentisi hiç de hayalci değil… Çünkü muhalefetin söz konusu devletçi/millici konuma alternatif bir yaklaşımı, Türkiye’nin önüne koyduğu yeni bir hikayesi yok. Oysa Türkiye göstermelik olmayan bir demokrasiye dönüşecekse, demokrat bir laikliğe ve demokrat bir muhafazakarlığa muhtaç. Ve bunun önkoşulu her ikisinin de devlete mesafe alması, devletten manen özgürleşmesi, devletçilikten uzaklaşmış bir dil geliştirmesi…
Sembolik olarak ifade edersek, Türkiye’nin çıkarları adına Ayasofya’nın müze kalmasını savunan bir muhalefete muhtacız. Ülke çıkarlarını demokrat zihniyet içinde yeniden tanımlayan, savaştan değil barıştan kazanan bir ülke tasavvuruna sahip bir muhalefete…
İktidarın yanlışlarına işaret etmek, ona doğru yolu göstermek muhalefette anlık tatmin sağlasa da gerçekte iktidarı yaralamıyor. İktidar her şeyi doğru yapsaydı bile kendine has bir varlık nedeni olan ve farklılık taşıyan bir muhalefet gerekiyor.
Maharet iktidarı farklı davranmaya itecek bir karşı strateji geliştirebilmekte. Türkiye’nin bunu becerebilecek ve belirli kıstaslar dahilinde yan yana durup birlikte davranabilecek bir muhalefete ihtiyacı var.
Bunun gerçekleşme olanağı mevcut olsa da ‘millilik’ kıskacı olasılığı düşürüyor. Ama demokratlık yönünde bu türden bir adım gerçekleşmese de beis yok… Tarihte defalarca olduğu ve son yüz yılın gösterdiği üzere bir fırsat daha heba olur, Türkiye bir süre daha yerinde sayar.