[10 Ağustos 2020] Türkiye’nin laik-modernist ve dindar-muhafazakâr mahalleleri çok uzun süre kapalı devre yaşadı. Kendi kültürel geleneklerini izledi. Kendine has düşünce tarzları oluşturdu. Özellikle laik Kemalist ve solcular, Müslümanların dünyasından oldukça habersiz kaldı. Benim için de öyle. Hak ve özgürlüklerini savundum. Ama bu ayrı âlemi ancak son beş altı yıldır az biraz tanımaya başlıyorum.
Fakat neyse ki kadınlar var ve dindar-muhafazakâr mahallenin kadınları bugün doğrulup varlıklarını ispatlıyor; özgün kimliklerini, başta (kendilerine en çok çektiren) dindar-muhafazakâr erkekler ve Kemalist kadınlar olmak üzere herkese tanıtıyor; böylece kamusal açıdan büyük bir sağaltıcı iyilikte bulunuyor – hepimizi iki zıt enklav olmaktan çıkarıp tek bir toplum olmaya daha fazla yaklaştırıyor.
Mesele KADEM’den ve ASAP’tan ibaret de değil. Tek tek bireyler seslerini yükseltiyor. Mahallelerinin mütehakkim muktedirlerine korkmadan meydan okuyor. Yerine göre iğne batırıyor, dalga geçiyor, çelişki ve tutarsızlıklarını açığa vuruyor.
İşte, sadece bugünkü sosyal medyadan son beş örnek (bana ileten okurlarıma teşekkür ederim). Hepsi, Yusuf Kaplan’ın son yazısına Müslüman kadınların tepkilerini yansıtıyor. Yusuf Kaplan, Abdurrahman Dilipak kadar ağır terimlerle, küfür ve hakaretlerle olmasa da, İslâmî kesimin kadınlarını yola getirme misyonunu üstlenmiş egemenlerden. Öyle bir kesim var ki, kısa-orta vâdede esas meselesi KADEM’i ortadan kaldırmak. Çünkü hiçbir kadın hak örgütü olmasın istiyorlar. Ataerkilliğin hiçbir biçimine, dindar kadınların safından hiçbir itiraz yükselmesin. Kadınların hak talepleri, sadece geçmişteki erkek temsilcilerinin uygun gördükleriyle sınırlı kalsın. Bu vesayet ilişkisi sarsılmasın; geçmişten bugüne ve geleceğe uzansın. KADEM kötü bir örnek, bu açıdan. Çünkü aile ve parti ilişkileri, bir yandan özerkleşmesini engelliyor ama diğer yandan, bu dindar-muhafazakâr erkekler açısından cepheden saldırmayı da zorlaştırıyor. Dolayısıyla son zamanlarda İstanbul Sözleşmesi’ni araçsallaştırıp, güya “aile değerleri”mizi bozduğu ve “dinin kökünü kazımayı” önerdiği iddia edilen bu metni savunuyorlar diye vurmaya çalışmak, taktik planda ağırlık kazanıyor.
Dün, yani 9 Ağustos’ta Yusuf Kaplan’ın yeni bir yazısı yayınlandı Yeni Şafak’ta. “İddialarımızı ve gençliği yitirirsek, geleceği de kaybederiz!” başlığını taşıyor. Tesettürlüyken başını açmaya karar veren genç Müslüman kadınlar varmış. Eyvah! Ne korkunç bir gelişmeymiş bu! Ne yapılabilirmiş? Hiç nedenlerini sormuyor, sorgulamıyor bu eğilimin. Sadece nasıl durdurulabileceğiyle ilgileniyor. “Güçlü akide ve güçlü aile” ile önlenebileceği sonucuna varıyor.
Sonrasında, dün beş ilginç tweet atıldı bazı Müslüman kadın gazeteciler ve kanaat önderlerince. Hiç birinde, Yusuf Kaplan’ın adı ve makalesi geçmiyor. Ancak süreci izleyen, anlayacağını anlıyor. Dindar kadınlar itirazlarını kendi üslûplarınca sürdürüyor. Erkek buyruğu, taltifi veya tekdiri istemiyor. İster inançlarını, ister giyimleri ve yaşam tarzlarını, kendi gönül rızalarıyla yaşamayı arzuluyor.
(1) Cihan Aktaş, dün, yani 9 Ağustos akşamı 21.13’te şu yorumda bulunmuş: “Başını açtığı için mutlu olduğunu söyleyen kadınlar, başını örttüğü için mutlu olmaya devam eden kadınların varlığını ortadan kaldırmıyor. Başörtüsü yasaklar nedeniyle sembolleşti. Mesele başa bir eşarp dolamak değil elbette, gönül rızasıyla takvayı koruma zeminine yerleşmek.”
(2) İki saat sonra Münire Daniş, gene 9 Ağustos gecesi 23:34’te, Cihan Aktaş’a şunları eklemiş: “Daha önceliklisi, başını açanı kınamak da, başını örteni tebrik etmek de kimseye vazife değil. Ne başını örten bir ‘kazanım’ ne de örtüsünü açan kaybedilmiş insan olabilir. Başörtüsü, taltif ya da tekdir konusu olmaktan çıkmalı.”
(3) Fatma Barbarosoğlu, 9-10 Ağustos gece yarısından hemen sonra, 00:23’te biraz daha sert ve net gitmiş: “Başını henüz açanlar var. Başını henüz yeni örtmüşler var. Aşk ile ibadet edenler var. Aşk ile ibadet edemediği için acı çekenler var. Günü güne ekleyenler, günü düne ekleyenler var. Kadınlar dinliyor ve anlatıyor. Erkekler, erkekler hakkında niye bu kadar suskun!”
(4) Ayşe Olgun, 10.8.2020, yani bugün, öğleden evvel 11:12’de, eğer illâ İslâmiyetin mutlak hükümlerinden söz edeceksek, erkeklerin de başlarının tamamen açık olmasının mekruh sayılması gerektiğini imâ ederek, şu hatırlatmada bulunmuş: “Sürekli kadınlara nasıl giy[in]eceklerini söyleyip duran erkeklere yazı ve tartışma konusu önerim: Erkekler başını ne zaman açtı? Erkeğin Avrupa’ya giderken attığı başındaki örtünün dinî ve geleneksel boyutu neydi? Kadını bırakıp, hiç kafa yormadığınız bu konuyu tartışın biraz da.”
(5) Yarım saat geçmiş geçmemiş; Emeti Saruhan gene şu 10 Ağustos günü 11:49’da “Erkekler nasıl giyinsin? İşte böyle giyinsin” demiş ve altında, geçmiş yüzyılların geleneksel İslâm-Osmanlı kıyafetlerinden örnekler sunmuş. Yukarıda, başlık resminde görüyorsunuz.
Bu kadar ilginç zamanlarda yaşıyor, ilginç gelişmelere tanık oluyoruz. Olay, iktidarın İstanbul Sözleşmesi’nin feshedilmesini gündeme getirdiği için yara almasını çok aşıyor. Bu sefer yukarıdan aşağı otoriter bir laisizme değil, aşağıdan yukarı bir değişime ve çok daha geniş bir sekülerleşmeye işaret ediyor.