[30 Haziran 2023] Hitler 1933 başlarında iktidara geldi. Hemen birkaç ay sonra, aslında Nazi olmayan Deutsche Studentenschaft (Alman Öğrenci Birliği), aşırı milliyetçilik yarışına çıkıp (14-28 Mayıs arası davranışlarıyla Kılıçdaroğlu ve CHP duyuyordur umarım), kimsenin aklına gelmeyen bir eylem tarzı icat etti. Berlin ve diğer büyük şehirlerde, kitap yakma törenleri düzenledi. Canhıraş propaganda kampanyaları başladı. Yahudi, yarı-Yahudi, komünist, sosyalist, anarşist, liberal, pasifist, savaş karşıtı yazar ve kitaplar “yıkıcı” ilân edildi. Almanlığa yabancı ve düşman olmakla damgalandı. Psikolojik terör uygulandı. İnsanlar kâh korktu, kâh cinnet getirdi. Gece karanlığında meydanlarda yakılan ateşlere, kütüphanelerinde “böyle” ne varsa getirip getirip attılar. Bir tür kültürel soykırım yaşandı. Yukarıda, 10 Mayıs 1933 gecesi Berlin’de çekilen fotoğraflardan gördüğünüz gibi, Ortaçağda kâh cadılıkla, kâh sapkınlıkla (heretik olmakla) suçlananların diri diri yakıldığı auto-da-fé âyinlerini hatırlatan, akıl ve mantık diye bir şeyin kalmadığı, isterik, tüyler ürpertici ortamlar yaratıldı.
Temelinde, aşırı epistemolojik özgüven vardı. Ve gene var. Naziler kendi doğrularının tek ve mutlak doğru olduğuna inanıyor; bunun dışında hiçbir görüş ve düşünceye hayat hakkı tanımıyorlardı. Salwan Momika da öyle. Aylar öncesinden duyurup sansasyonalize ettiği, Kuran’a önce domuz yağı sürme, yırtma ve sonra yakma eylemi, sırf İslamofobik değil bu açıdan. Evet, bu tamamen marazî bir tip. Ama bu hastalığın içinde, daha da evrensel bir karanlık yuvalanıyor. Yak, senin olmayan, sevmediğin, beğenmediğin, kabul etmediğin düşüncenin kitabını. Yakamazsan yasakla. Üzerinde tepin. Kurtul farklılıktan.
Bazı şeyler hiç bitmiyor. En sevdiğim, yıllardır alıntıladığım 20. yüzyıl şairlerinden Wystan Hugh Auden’ın 1 Eylül 1939 şiirini, daha birkaç hafta önceki son derslerimde okudum öğrencilerime. Nazi ordularının Polonya’ya saldırdığı ve İkinci Dünya Savaşının başladığı o gün, New York’ta, 52. Caddenin bodrum barlarından birinde oturup düşünüyor. Korkuyor olacaklardan. “Kirletiyor Eylül gecesini / Ölümün ağza alınmaz kokusu” (The unmentionable odour of death / Offends the September night). Faşizmin yükselişi karşısında (İngiltere başbakanı Neville Chamberlain gibi) Batılı politikacıların izlediği yatıştırmacılık politikasının ikiyüzlülüğüne değiniyor.
İÖ. 5. yüzyılın Atinalı tarihçisi Tukidides’in Peloponez Savaşı kitabında, Atina’nın seçim yoluyla gelen mutlak hâkimi Perikles’in, savaşın ikinci yılındaki Atina ölülerinin toplu cenaze töreninde yaptığı konuşmayı anlatan bir bölüm vardır. Över de över Perikles, Atina devletinin benzersizliğini. Auden o kadar da ideal bir demokrasi görmüyor bu söylevde. İronik buluyor. Çok daha sert ve derinden mırıldanıyor:
“Sürgündeki Tukidides biliyordu / Nutukların Demokrasi hakkında söyleyebileceği / Ne varsa, / Ve bütün marifetlerini diktatörlerin, / Artık aldırmaz mezarlara hitaben döktürdükleri / Yaşlanmış süprüntüleri; / Hepsini çözümlemişti kitabında bir bir, / Ama o ışığı yitirince, / Kederi, sakarlığı, / Acıya müptelâ kesilmeyi: / Çaresiz yaşayacağız yeniden.”
Exiled Thucydides knew / All that a speech can say / About Democracy, / And what dictators do, / The elderly rubbish they talk / To an apathetic grave; / Analysed all in his book, / The enlightenment driven away, / The habit-forming pain, / Mismanagement and grief: / We must suffer them all again.
Sahne gözümün önüne geliyor. Sıra sıra mezarlar. İçlerinde genç ölüler yatıyor. Önlerinde politikacı konuşuyor da konuşuyor. Umurlarında değil. Ne duyuyor, ne anlıyorlar.
Çaresiz yaşayacağız yeniden. Çaresiz yaşayacağız yeniden.