Bernard Lewis’den devam edelim. Bu kez onunla birlikte, son derece önemli bir başka sorunun peşinden gidelim. Başlığa taşıdığım bu soru, yıllar evvel yazdığı bir makalenin adı; Türkçe’de, Demokrasinin Türkiye Serüveni (YKY) adıyla yayınlanan kitabın son bölümü: neden Türkiye İslam dünyasındaki tek demokrasi?
Lewis, kitaptaki dört makale boyunca tarihsel olarak demokrasinin en zor kabul gördüğü bölgenin Ortadoğu ve İslam ülkelerinin bulunduğu yerler olduğunu belirtir ve buna dair derinlemesine açıklamalardansa, konuyu başka bir açıdan ele alarak bir İslam ülkesi olan Türkiye’nin neden böyle olmadığını çalışır. Öncesinde ise demokrasinin en güçlü olduğunu düşündüğümüz yerlerde dahi doğası gereği kırılgan ve çabuk kaybedilen, geri getirilmesi çok büyük acılara mal olan, başka bir ifadeyle kolay kaybedilip zor kazanılan bir rejim olduğunu anlatır: “Demokrasi istikrarsız ve o nedenle de zaman zaman patlayıcı bir içeriğe sahip bir sözcük ve kavramdır… demokrasi bütün yönetim biçimlerinin, muhtemelen en iyisi, kesinlikle en zorudur.” (s.45)
Batı dışı toplumların en fazla model aldığı ülke olan Fransa da dahil olmak üzere demokratik bütün ülkeler geçmişten bugüne sayısız sorunla yüz yüze gelmişlerdir: “Fransız Devrimi neredeyse bütün İngilizce konuşmayan toplumlar için demokratik değişim modeli işlevi görmüştür. Ancak geri dönüp Fransa’daki devrimden bu yana geçen iki yüzyıldan fazla bir zaman dilimine yüzeysel olarak bakacak olursak, iki monarşi, iki imparatorluk, az çok faşist bir diktatörlük ve beş cumhuriyet görürüz. Açık ki işler çok düzgün yürümemiştir.” (s.64) Onu model alan ülkelerde ise durum elbette çok daha vahim boyutlardadır: “Fransa’yı bir tarafa bırakıp, Doğu Avrupa ve Ortadoğu ve Latin Amerika’da Fransız modelini takip etmiş olan ülkelere dönersek, durum kıyas kabul etmez biçimde daha kötüdür.” (s.64)
Türkiye hâlâ bir istisnadır. Demokrasi yönünde atılan adımlara bakıldığında, Sened-i İttifak’la başlayan oldukça uzun bir tarihe sahiptir. Lewis’in de belirttiği gibi bu bir Magna Carta değildir belki, ama nereden bakılırsa bakılsın sultanın gücünün sınırlandırılmasını sağlayıcı bir belgedir ve dolayısıyla oldukça önemlidir. Sonrasında gerçekleşen Tanzimat reformları, I. Meşrutiyet’le gelen ilk anayasa, Jön Türkler ve II. Meşrutiyet ve tabii ki Cumhuriyet, Türkiye’nin bu yoldaki en önemli kilometre taşlarıdır. Buna elbette ki çok partili hayata geçişle birlikte inişli çıkışlı, sancılı ve badireli de olsa her kaybedilişin ardından daha güçlü geri dönerek bugüne ulaşan süreci de eklersek, resim tamamlanır.
Lewis’e göre, Türkiye demokrasisi yaşadığı onca ağır sorunlara ve karşılaştığı engellere rağmen bütün bunlardan sağ çıkmayı başaran bir özelliğe sahiptir: “Sorunlara ve engellere karşın -belki de bunlar nedeniyle- Türk demokrasisi benzer deneyim ve geleneklere sahip ülkeler arasında en başarılı olanıdır… Türkiye örneğinde sapmalar ve müdahaleler olmuştur ve bunlar büyük gerilimlerin ve sınırlı demokratik deneyimin bulunduğu durumlarda doğaldır. Önemli ve ayırt edici olan ise her sapmadan sonra, demokratik süreçler tekrar rayına oturtulmuş ve Türk halkı özgürlük ve demokrasi yolculuğuna devam etmiştir.” (s.32)
Lewis işte bu ayırdediciliği sorgular ve açıklamaya çalışır. Ona göre, Türkiye’nin başarısı aynı zamanda demokrasinin dünya üzerindeki başarısızlıklarını açıklamada da çok önemli açıklamalar sunma potansiyeli taşımaktadır: “Türkiye’deki demokrasinin göreceli başarısı hakkında yapılacak bir açıklama, eğer bulunabilirse, başka yerlerde demokrasinin başarısızlıklarının izahı ve belki düzeltilmesi için de faydalı olabilecektir.” (s.59) O nedenle bu ayırdediciliği bulmaya epeyce uğraşır. Pek çok açıdan konuyu ele alır. Bunun cevabı, demokrasinin Batılı modern şartlara bire bir sahip olmayan kültürlerde varlığını nasıl koruyabileceğinin de cevabıdır aynı zamanda. Demokrasiyi, belirli bir uygarlığın olmaktan çıkaracak kadar büyük bir etkiye sahip olma potansiyeli taşımaktadır.
Buradan hareket eden Lewis’in cevaba giden yoldaki bulgularını kısaca özetlemek gerekirse; Türkiye’nin tarihinde hiçbir zaman sömürgeleştirilememiş olması, kökü çok gerilere giden meşveret geleneği, her zaman süregelen güçlü bir devlet geleneğinin bulunuşu, bütün Müslüman ülkeler içerisinde Batı ile en uzun ve en yakın ilişki geliştiren yer olması, Arap ülkelerindeki doğal yeraltı zenginliklerinin sağladığı rahatlığa sahip olmayışı, diğer bir deyişle, kendi ekonomisini kendisinin yapmak zorunda oluşu, sahip olduklarını kazanarak [tırnaklarıyla kazanarak!] elde etmesi ve buna bağlı olarak teşebbüs ve orta sınıflaşma süreçlerinin yaşanması, Cumhuriyetle birlikte sekülarizmi ve laikliği benimsemesi, bugünkü manasıyla önemli bir sivil toplum geçmişinin oluşu sayılabilir. Bir de tabii; “Hilafet ve daha sonra saltanat, birer mutlakiyet rejimiydi – buna şüphe yok. Fakat hiçbir zaman, birçok Avrupalı gözlemcinin en güçlü döneminde Osmanlı Devleti hakkında tasavvur ettiği gibi, dizginsiz, denetimsiz bir despotluk haline gelmemiştir.” (s.66)
Bunlar önemlidir ve bir kısmı diğer Müslüman ülkeler için de geçerlidir elbette, fakat Lewis için durum sanki bir türlü netleşememektedir. Bütün bunlar yeterince tatmin edici değildir. O nedenle en sonunda, ilk demokratikleşme hareketlerinin yaşandığı dönemi anlatırken şu düşünceye varır ki bu hayati derecede önemli bir tespit ve açıklamadır: “Ondokuzuncu yüzyıl Türkiye’sindeki meşruti ve temsili hükümet hareketinde, Batılı uygulamaları almak veya taklit etmek arzusundan daha fazla bir şey vardı. Aynı zamanda uzun erimde muhtemelen çok daha önemli olmuş bir şey daha vardı – kaybedildiği düşünülen bazı eski yerleşik hakları yeniden kazanmak ve zorla benimsetilen yeni bir zorbalık diye algılanan şeyi sınırlama arzusu.” (s.66)
Yani, demokrasi Türkiye tecrübesinde ne sanıldığı gibi -ya da sanıldığı ölçüde- bir ithal üründür, ne de egemen emperyal rejimlerin dayatmasıyla zoraki kabul edilen bir rejimdir. “Batı hayranlığıyla” yapılan bir taklitten de ibaret değildir. Çok gerçek ve kendi iç dinamiklerinin zorlamalarının yarattığı bir arayışın ürünü olabilir. Hatta ve hatta demokrasi öncesi kimi dönemlerde ulaşılan hakların ve hukukun geri getirilmesi gibi kritik bir duygusal içerik de taşır ki, bu belki de Türkiye’de her geriye gidişle birlikte yeniden ve daha güçlü dönmesinin ardındaki itici nedendir. Başka bir ifadeyle, demokrasinin bu topraklardaki serüveni, olmayan bir şeyi bulup getirme değil, kaybedileni bulup çıkarma arayışlarının sonucu olarak şekillenmiştir. Türkiye bu yönüyle diğer bütün benzer ülkelerden ayrılmaktadır; “Türk demokrasisi ne miras bırakılmış ne de zorla benimsetilmiştir. Türklerin özgür seçimini temsil eder. Doğru, büyük ölçüde yabancı modellere dayanır, fakat modellerin seçimi -veya kötü seçimi- kendilerine aittir, demokratik gelişmenin adımları ve tarzı yabancı güçlerden çok iç dinamikler tarafından şekillendirilmiştir.” (s.49)
Yeri gelmişken, bu seçilen yabancı modellere ilişkin de ilginç bir şey söyler Lewis. Ona göre, kabaca iki modelden bahsetmek mümkündür: Anglo-Amerikan ve Fransız modeli. “Fransız demokrasi anlayışı esas itibariyle iyimserdir ve iktidara iyi insanların gelebileceği ve onu iyi amaçlar için kullanabileceği inancına dayanır. Anglo-Amerikan demokrasi kavrayışı özü bakımından kötümserdir, iktidarı kullanan insanların, ne kadar iyi olurlarsa olsunlar, onu kötü amaçlar için kullanmaya ayartılabileceklerini ve o nedenle siyasi demokrasinin asli özelliğinin iktidarın sınırlandırılması olduğunu -gücün kullanımı üzerine kurumsal sınırlamaların getirilmesi olduğunu- varsayar.” (s.64).
Türkiye bu bakımdan iyimser demokrasi modelini benimser gözükmektedir. Gücün sınırlandırılmasını kurumlardan çok halka bağlama eğilimi sergilemektedir. Gücün sınırlandırılmasından çok sınırsızlığından hoşlanır. Bu durum da yine demokrasi tarihimizin pek çok iniş-çıkışlarının ardında yatan önemli nedenlerden biridir. Fakat bana göre, hiçbir neden, Türkiye’nin neden İslam dünyasındaki tek demokrasi olduğu sorusunu yeterince tatmin edici bir biçimde cevaplayamıyor oluşumuz kadar etkili değildir. O nedenle, Lewis’in kitabı son derece önemli olsa da, daha önemli olan, bu konuyu uzun ve derinlemesine döne döne tartışmamız, ithal açıklamalardan -ve dış güçler edebiyatından!- sıyrılarak kendi açıklamalarımızı getirebilmemizdir. Kaybettiklerimizi yaşatabilmemizdir!
Dolayısıyla, mesele her defasında kaybedip yeniden bulma değil, eldekini yaşatıp ileri taşıma meselesidir ve bu önemli soru bize tam da bunun cevabını vermektedir.