“Normalleşme” denince zihinde hemen umut veren, düzenli, dingin, huzurlu bir tablo belirir. Kelimenin kendisi bile sanki yüksek sesle değil, alçak bir tonda, yumuşak bir çağrıyla konuşur. Her umut gibi, bu kelimenin de içeriği sahibine göre değişir. Kimi için hukukun yeniden tesisi, kimi için sıranın nihayet kendisine gelmesi, kimi içinse eski imtiyazların iadesidir normalleşme. Bazen de bu sükûnet hali, esas sorunun üzerini örten bir sessizliğe dönüşebilir.
Burada soralım: Bu norm kimin normu? Bu normal kimin hayatına tekâbül ediyor? Ve daha önemlisi: Herkes için normal olan gerçekten mümkün mü, yoksa birilerinin “norm” ilan ettiğini ötekiler hizaya gelerek mi yaşamak zorunda?
Normların kökü: Hizaya getirme aracı olarak “Normal”
“Normal” kelimesi Latince norma, yani gönye sözcüğünden gelir. Bir şeyi düzene sokmak, hizalamak içindir. Dolayısıyla normal olan, çoğu zaman doğal olan değil, düzenlenen, uygun görülen, ölçüye uydurulandır.
Modern siyaset de işte bu cetveli elinde tutanlar tarafından şekillenir. Foucault’nun deyimiyle modern iktidar, yasaklayan değil, norm koyan bir erk olarak işler. Artık insanlar neyin yasak olduğunu değil, neyin olağan, makul ve muteber olduğunu öğrenerek hizaya gelir. Ve bu norm bir kez belirlendiğinde, ona uymayan her tutum sorunlu, marjinal ya da anormal ilan edilir. Yani normal, sadece toplumsal huzurun değil, iktidarın en yumuşak ama en etkili silahıdır.
Ferahlık mı? Gölgelik mi?
Bazı dönemler, belirli toplumsal kesimlere yönelik normalleşme girişimleriyle ferahlatıcı bir iklim sunar. Bastırılmış talepler görünür olur, kelimeler daha nazik seçilir, protokoller esnetilir. Kısa baharlardır bunlar. Umut verir, hafifletir.
Bu iklimin, ortak bir toplumsal sözleşme üretmeye değil de sadece belli gruplara paylaştırılmış bir huzur hissi vermeye yaradığı izlenimi yaygındır.
Bazı adımlar atılsa da bunlara kalıcı bir dönüşüm ya da demokratik bir eşik aşımı atfetmek zorlaşır. Ortaya çıkan şey, sahici bir çoğulculuktan ziyade, iktidarın veya normalleşme koalisyonunun belirlediği sınırlar içinde yer açılan kimliklerin göreli rahatlığıdır. Bu rahatlık, kapsayıcı bir gelecek değil, gölgelik bir konfor sunar.
Kürt meselesine dair son gelişmeler de bu bağlamda değerlendirilebilir.
Yağmur yağıyor evet, belki de sağanak yağmur. Ne güzel, yeniden yağsın, daha da çok yağsın. Peki bu yağmurun altında gerçek bir demokrasi filizleniyor mu, yoksa sadece belli kimliklerin şemsiye altına alındığı bir huzur alanı mı inşa ediliyor, işte orası muğlak.
Sessizlik eşitlikten mi geliyor, bastırılmaktan mı?
Bir dönemin normalleşmesi başka bir dönemin anomalisi olabilir. Başörtülüler bir zamanlar kamusal alanda yok sayılırken bugün görünürlüğü normalleşmişse, bu kazanımın kalıcılığı hangi zemine oturuyor? Bir dönem hafızlarda yer eden balkon konuşmaları, ortak geleceğe çağrıyken; bugün aynı balkonlar artık neden sadece yukarıdan bakmayı hatırlatıyor? Bir önceki seçimde DEM Parti ile kurulmamış ittifaklar bile “ihanet” ile özdeşleştirilirken, bugün aynı aktörlerle kurulan açık ittifaklar, olağan siyaset pratiğinin sessiz bir parçası hâline gelmiş görünüyor. Peki bu dönüşüm hangi ilkesel zemine oturdu? Bu kadar kısa sürede yer değiştirebilen normların ardından bunları ve neyin sabit kaldığını sormadan edemiyor insan.
Hangi kimlik konuşma sırasını alıyor, hangisi susturuluyor? Daha da önemlisi: Bu sessizlik, eşitlikten mi geliyor yoksa bastırılmaktan mı?
Gerçek bir normalleşme, farklılıkların bastırılması değil, çatışmasız bir eşitsizliğin değil, eşit koşullar içinde birlikte yaşamanın mümkün kılınmasıdır. Bu da kelimelerle değil, kurumlarla olur. Deklarasyonla değil, hukukun istikrarıyla.
Toplumsal normlar ve sessiz rızanın inşası
Toplumsal düzlemde ise normalleşme, yalnızca siyasi bir gündemin değil, gündelik hayatın da sessiz rızasıyla işler. İnsanlar neyin konuşulabilir, neyin giyilebilir, neyin talep edilebilir olduğunu başkalarının bakışlarından, televizyon ekranlarından, apartman WhatsApp gruplarından öğrenir. Böylece çoğu zaman normal sandığımız şey, aslında içselleştirilmiş bir denetim biçimidir.
Toplum, anormal olanı dışlayarak değil, normal olanı görünür kılarak kurulur. Bu yüzden gerçek bir normalleşme, yalnızca siyasi restorasyonla değil; mahallede, okulda, sokakta ve evde yeniden kurulan ilişkilerle mümkündür.
Sonuç yerine: Normlar değişir, hâller kalır
Bugün siyasette sıkça duyduğumuz normalleşme çağrıları, eğer sadece bir tarafın veya belli tarafların pozisyonunu norm kılmak içinse, bu daha çok bir “yeniden hizaya çekme” girişimidir.
Bazı kavramlar, dolaşıma girdikleri her bağlamda sabit anlamlar taşımaz; kim tarafından ve ne amaçla kullanıldıklarına göre yeniden konumlanır. Normalleşme de artık istikrar vadeden bir idealden çok, tanımlayanın perspektifine göre şekillenen bir norm inşası aracına dönüşebilir.Belki de yapılması gereken, normal olanı aramak değil, herkesin anlamlı bir şekilde yaşayabildiği bir anomaliler cumhuriyeti kurmaktır.