Barcelona, Bayern Munih ve Manchester City’de Pep Guardiola’nın sahnelediği gösterinin birçok bakımdan işaret ettiği istikamet ‘yeni futbolu’ görme imkânı iken, yine birçok bakımdan, eskiye dair kimi şeyleri de artık çöplüğe havale etme zamanının geldiğidir. Bireysel yetenek palavrasına inandırılmış Türk futbol kamuoyu için epeyce öğretici olduğuna inandığım söz konusu tecrübelerin belki de en büyük sonuçlarından biri, “büyük maçların büyük oyuncularla kazanıldığı”na dair şehir efsanesinin şahane bir palavra olduğunun kanıtlanmasıdır.
Büyük oyuncular vardır ama yoktur, çünkü en büyük oyuncu oyunun kendisidir. Hiçbir büyük oyuncu, kendiliğinden ve biriktirdiği büyük yeteneğine rağmen oyunun üstüne çıkamaz, büyüklük rolünü oyundan çalamaz. Bunun çok basit bir nedeni var: Messi dahil adını listeye alabileceğimiz büyük oyuncuların oyun içinde topla oynama süreleri üç dakikayı aşmaz. Demek ki büyük oyuncunun kapsadığı alan sadece üç dakika. Oysa oyun doksan dakika.
Pep Guardiola’nın tasarlayıp uyguladığı futbola ilişkin fikir sahibi olabilmek için, bu oyuna metafizik bir boyuttan bakmanın bir faydası olmaz. Kimi eski kavramların da — total futbol, takım oyunu veya hücum oyunu vb — bu dinamik ve baş döndürücü oyun kurgusunu temsil edebileceklerinden ciddi biçimde endişeliyim. Eski kavramların taşıyıcı gücü o kadar örselendi ki, bu kavramlarla oluşan yeni durumu izah etmek pek mümkün görünmüyor. Aslında belki de en sevindirici gelişme, bilmek ve öngörmek arasında var olduğu iddia edilen o büyük boşlukta yeniden futbol hakikatlerini aramak zorunda bırakılmaktır.
Mesela Pep’in inşa ettiği oyunlar, Messi’nin hünerli ayaklarından daha kapsamlı ve çok daha ilham verici fikirler içeriyor. Guardiola, Rijkaard’dan farklı olarak sadece alan ve zaman problemini hücum ve savunma dengesi ekseninde çözmekle kalmadı; aynı zamanda alan ve zaman sorununa kesintisiz bir tempo kazandırarak, pozisyon içindeki her futbolcunun doğal yanını, ritmik hareketin ilk ve dolaysız hedefi haline getirdi. Bu kurgusal düzen içinde, özellikle ilk Barcelona deneyiminde Messi’nin kaotik bireysel girişimlerini de bu büyük düşüncenin hizmetine sokmayı başarmıştı. Başka bir deyişle, büyük olan oyuncu, aslında oyunun basit bir parçasıydı. O oyunun emrindeydi, oyun onun yeteneklerine göre tasarlanmıyordu. Bütün oyuncuların, şaşmaz bir düzen içinde katıldıkları yoğun pas trafiğinin altında bu tutarlı mantık yatıyordu.
Guardiola’nın kurguladığı futbolun kusursuzluğu ve zenginliği, oynadığı oyunun şaşırtıcı yapısından kaynaklanıyor olmasıdır. Bu oyunun hayranlık uyandıran inceliği, salt hünerli ayakların büyüleyici dokunuşlarından ibaret değildir. Oyunun işleyişinde hünerli ayakların, en çok hüner gerektirmeyen işlere gönüllü soyunmasıdır. Herkesin yekdiğerine duvar olduğu, herkesin yekdiğerinin pozisyon alması için üçlü, dörtlü setler oluşturduğu oyunda, yaratıcı oyuncu kimliği silikleşiyor ve her oyuncu kurucu kimlik kazanıyor. Topun kazanıldığı her alan hücum bölgesi ve topun kaptırıldığı her alan ise savunma bölgesi ilan ediliyor. Kazanılan topla ilişki ancak o top gol olduğunda son buluyor. Kesintisiz, tempolu ve tehdit bölgesine sarkmayı başaran her oyuncuya ritim kazandıran oyun, doğaçlama hiçbir aksiyona itibar etmiyor.
Savunmadan başlayan her hücum, hücum oyuncularının savunmaya katılımıyla yeniden üretilen, bitmiş bir ürüne dönüşüyor.