Şerif Mardin dolayısıyla Türkiye toplumu, sosyoloji ve İslam konusunda “hatıra-yazıları”nın bu bölümünde, onun branşına hakim bir akademisyen olarak dile getirdiği toplumsal gerilimden söz edeceğim.
1990’ların başında bu gerilimin “resmi Türkiye ile sivil Türkiye arasında” sürdüğünü yazmıştım, üstelik sadece Türkiye’de değil Müslüman toplumların neredeyse hepsinde farklı mahiyette sürüyordu, bizde ise bu gerilim yüz elli senedir sosyo psikolojik yapımızı hırpalayıp bitkin düşürüyor. Kuşkusuz ben sivil ve öteki Türkiye’nin tarafındaydım ama siyasette ve entelektüel düzeyde İslamcı olanların ezici çoğunluğunun yöneldikleri hedefin Resmi Türkiye’ye “dini muhafazakar cübbe” giydirmek olduğunu seziyor, bu da beni kaygılandırıyordu, bu konuyu 90’ların başında yazdığım “Nuh’un gemisine binmek” kitabımda ele almıştım (Bkz. 4. Bsm, Çıra y. İstanbul-2012, Birinci Bölüm.)
Gerilimin belirgin vasfı her iki sosyolojiden birinin diğerini sadece “öteki” görmesi değil, “ötekileştirmesi”dir. İki sosyolojinin hangi motivasyon ve gerekçelerden hareket ederek niçin birbirlerini ötekileştirdiklerini –veya şeytanlaştırdıklarını da diyebiliriz- doğru anlayabilirsek, bugünün sosyo politik realitesi hakkında bir fikrimiz olabilir.
Bu sefer sosyoloğumuzla ilgili referansımızı teşkil edecek olan metin, kendisiyle yapılan bir söyleşi olacaktır.
“İki Türkiye” arasında gerilimin giderek derinleşerek neredeyse kırılmaya yüz tutmuş fay hattına dönüştüğü günlerde Ayşe Arman Şerif Mardin’le dikkate değer bir söyleşi yaptı. (Hürriyet, 16 Eylül 2007 ).
(Haşiye, 15: 27 Şubat 2006 günü Arman daha önce benimle iki gün yayınlanan bir röportaj yapmıştı. Arman usta bir gazeteciydi, onu Hürriyet’e Ertuğrul Özkök kazandırmıştı. Biraz da kadınca fettanlığını kullanıp çapraz sorular soruyor, eğer ona karşı söyleşi boyunca tayakkuz halinde değilseniz, size sahip olmadığınız görüşler yönünde şeyler söyletebiliyor. Söyleşi sırasında zannedersem Düzce’de olan bir depreme yakalanmıştık, Allah için bizi mekanlarında misafir edenler epey korkup sağa sola kaçtıysa da o da ben de yerlerimizden ayrılmadık.
Söyleşi de ana tema iki Türkiye arasındaki gerilimi benim “referans ile performans arasındaki çatışma” şeklinde ifade etmemdi. İktidar seçkinleri konumlarını Kemalizm’e, resmi ideolojiye referans vererek elde edip koruma mücadelesi veriyorken, merkez kaç güçler/çevre performansla merkeze doğru akma mücadelesini veriyorlar. Aslında Şerif Mardin’in son dönem sosyoloji çalışmalarının ana konusu da buydu.
O söyleşinin bence en ilginç noktası, bana sigara ve cennet konusunda sorduğu bir sual üzerine, iki gün sonra beni gece yarısını Dubai’den arayıp
-Ali Bey, şimdi ahirete inandım, demesiydi.
Aramızda şöyle bir muhavere geçmişti:
-Ahirete inanyor musun?
-Elbette, İslam imanının üç temel umdesinden biri ölümden sonra dirilişe ve ahirete inanmaktır. (Nübuvvete iman, zorunlu olarak meleklere ve indirilen kitaplara inanmayı gerektirir).
-Peki, cennete gidecek olsan, ilk ne isteyeceksin?
-Sigara, dedim.
Aralık-2004’te bypass ameliyatı olmam dolayısıyla 35 sene içtiğim sigarayı bırakmak zorunda kalmıştım. Dört damarım değişmişti, sigara aklımdan çıkmıyordu. “Cennette ilk isteyeceğim şey, sigara” cümlesini ilk defa kendisinden Hanefi fıkhının önemli kitabı el İhtiyar’ı ders olarak okuduğumuz Mardin Latifiye Camii imamı Abdullah hocadan duymuştum. Mansuriye’den Molla Hadi’nin yetiştirdiği öğrencilerinden biriydi, nüktedan, hazır cevap, sevimli, saygın bir alimdi. Kaçak tütün sarar, içerdi. Allah rahmet eylesin.
Ayşe Arman, bunu pek önemsemedi, “Hayret, huri varken, sigara!” diye bir şeyler mırıldandı. Birkaç gün sonra beni arayıp da niçin ahirete inandığını şöyle anlatıyordu:
-Diyorsun ki, 35 sene içtiğim sigarayı unutamıyorum, ahirette ilk isteyeceğim şey sigara olacak. Bu demektir ki insanın dünyada çokça arzulayıp ulaşamadığı veya az ulaşabildiği arzularının illa da gerçekleşebileceği bir yer olmalı, o da cennettir.
-Evet, doğru, dedim. Bu argüman esasında Kant’ın dolaylı ahiret kanıtıdır. Kant’a göre haksızlıkların, zulüm ve ihlallerin sürdüğü dünyada mutlak adalet bir türlü gerçekleşemiyor ama mutlak olarak gerçekleşeceği yer var, o da öbür dünyadır. Kant’ın bir türlü çözemediği Tanrı, özgürlük ve ruhun ölümsüzlüğü bununla ilgiliydi.
Ayşe Arman, sigara paragrafını söyleşide küçük bir kutu içine alarak yayınladı.
Söyleşi bitince sıra fotoğraf çekimine gelince illa da yanak yanağa fotoğraf çekelim diye tutturdu, bu istek karşısında suratım kıpkırmızı oldu, olmaz dedim. O ısrar etti, hatta beni kucaklamak üzere bir iki hamle yaptı, ben kaçtım, Harbiye’de akşama doğru kalabalık caddede bu oluyor, gelip geçenler bize tuhaf tuhaf bakıyordu, Sonunda eşimin bana neler yapabileceğini öne sürüp kurtuldum, hamdolsun Arman’la yanak yanağa fotoğraf çekme günahından sağ selim kurtuldum.)
-Ayşe Arman’ın Şerif Mardin’e ilk sorusu “Buraya nasıl geldik?” sualiydi. Arman’ın bilinç altında AK Parti’nin iktidara gelmesi olabilecek en kötü şey olarak yerleşmişti. “Sonunda bu da –“AK Parti musibeti”- başımıza geldi, diyordu.
Mardin, meselenin ta İttihatçılara kadar dayandığını, Yusuf Akçura’nın “Halka Doğru” bir dergide ağırlıklı olarak yazdığını, bunun da Rus aydınlarının halka gidelim düşüncelerinden kaynaklandığını söylüyor. Memleketin kurtuluşu halka gitmekti ama gel gör ki, halka gidildiğinde aydınlar hayal kırıklığına uğruyor zira içine girdikleri halk ile kafalarında kurguladıkları halk aynı değildi.
Mardin’in bu durum tespiti özünde akademik dünya ile sosyolojinin gerçekleri arasındaki büyük makas farkına işaret ediyordu, benim de ilk günden fikrim, üniversitelerde okutulan sosyoloji ve sosyal bilimlerin modern sürece girmiş bulunan Müslüman ve geleneksel bir toplumu açıklamaya yeterli olmayacağını anlatmaya çalışmaktı. Bu temel gerçeği zannımca sadece Nilüfer Gölü görmüştü ama önemli bulmuyordu.
Mardin’e göre zamanla eğitim ve gelir seviyesinin yükselmesi halkın işine yaradı fakat Cumhuriyet (devlet)in halka uzanan kolları olmalıydı, bu kollar olmayınca halk kendi başına kaldı, işte AK Parti buydu. Bunun dışında siyasetçiler kendi çıkarlarını düşündüklerinden halka, hatta en alt katmanına taviz verirler. Cumhuriyeti kuranlar uzaktan/Ankara’dan halka problemleri çözeceklerini söylüyor ama bunlar halkın içine giriyor, halka dokunuyor. Bunun avantajı mahalli olana, halka, dezavantaj milli/ulusal çıkarın aleyhine olmasıdır.
Şerif Mardin halkın çıkarı ile milli çakran çatıştığını, bunun da demokrasiden kaynaklandığını ima ediyordu. Esasında dindar muhafazakar kesim de aynı kanaatteydi, sürekli tekrarladıkları “devlet-millet barışması” aslında bürokratik ve ekonomik-beşeri kaynakları merkezdeki çekirdekle paylaşma sloganıydı, tabii ki bundan özgürlük, adaletli paylaşım çıkmazdı, patron yine devlet olacak ama bu sefer Kemalist imtiyazlı zümre yerine dindar muhafazakar kesimle işi yürütecekti.
Mardin’in bu analizi ilginçti, demokratik mücadelede halktan oy isteyen partilerin seçmenin talepleri doğrultusunda politika geliştirmesi ve iktidar olduğunda bu talepleri karşılaması her ne kadar halkın yararına idiyse de, milli çıkara aykırıydı. Peki bu durumda demokrasi ne işe yaramış oluyordu?
Fakat Ak Parti’nin başarısı bundan ibaret değildi tabii, 19. Yüzyılda muazzam bir dini teşkilatlanma söz konusuydu, bunun da önde olanı Nakşibendiler. Bunlar devletle çatışma halindeler, Kemalistler bunu göremediler, göremedikleri ekstrem şeyler doğdu, mesela Şeyh Sait isyanı gibi. Ama devlet CHP dışında mahalli ve muhafzakar çıkar uğruna milli menfaatleri feda etmeyi içine sindiremez, darbeler bundan kaynaklanır. Mardin şöyle diyordu:
“Devletin yüksek menfaatlerini korumak amacıyla, siyasi partilerin altını temizlemek. Ne var ki, dünya şartlarındaki gelişmeler, eskiden kendi kovuklarında oturan insanların, birden bire ortaya çıkmasına sebep oldu. Telefon, internet, gazete, yani teknolojik gelişme ve iletişim araçları mahalli olanın, kendini milli olarak görmesine yol açtı. Ve sonunda, mahalli milli oldu..”
Mardin, geleneksel iktidar seçkinlerinin/beyaz zümrenin anlamakta güçlük çekeceği başka bir faktöre işaret ediyordu ki bu da demokrasi yanında iletişim teknolojisinde meydana gelen değişmeler, halka yarıyor; halk modern imkan ve avantajları kullanma becerisini kazandıkça beyaz zümrenin imtiyazları azalıyordu. Ama cumhuriyeti kuranlar bunu öngörmedikleri gibi, arzu de etmemişlerdi.
AK Parti’nin diğerlerinden farkı, mahalli menfaatleri öne çıkarmasıydı. Ayşe Arman, büyük bir endişe ile
“-İyi güzel de, bizim menfaatlerimiz ne olacak?” diye soruyor.
“Halk plajlara koşuyor, vatandaş yüzmekten mahrum kalıyordu.”
(Haşiye: 16, 28 Temmuz 2024 günü NOW TV, son yılların en ırkçı nefret dilini kullanarak yaptığı haberde denize giren Suriyeli mültecilerin büyük bir sorun olduğunu söylemiş, kendi ülkemizde denize giremediğimizi görüntüler eşliğinde yakınarak anlatmış, bir beyaz Türk de aynen şöyle yakınmıştı: “Suriyeliler plajı istila ettiğinden biz denize giremiyoruz.”1930’larda taşralılardan olan şikayeti 2005’te Mine Kırıkkanat tekrarlayacak, belediyelerin sağladığı imkanlarla plajlara akın eden varoşlarda yaşayan halktan şikayetçi olacaktı. 1994’te RP İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerini kazanınca R. Tayyip Erdoğan’ın yaptığı ilk icraatlardan biri sosyal tesisleri halka yani varouşlardan gelen halka açmaktı. Şerif Mardin taşralılara “kovuklarından fırlayıp kente gelenler” diyecekti, biraz sonra bunun üzerinde duracağım.)
Ayşe Arman’ın “bizim menfaatimiz ne olacak” suali basitçe sorulmuş değildi. Sonraları laik azize ilan edilecek Türkan Saylan, 26 Mart 2009’da olup biten karşısında şöyle haykırıyordu “-Biz asılız, bu ülkede bizim istemediğimiz bir şey olamaz.” Ama oluyordu!
Mardin açıkça “Laikler azınlıkta, onlar çoğunlukta, Türkiye’nin gerçeği bu, rakamlar bunu gösteriyor. Ama azınlığı çoğunluğu rakamlar açısından düşünmemek lazım, moral açısından bakmalı.” Mardin’e göre, Cumhuriyeti kuranlar ve bugün o çizgi üzerinden giden CHP azınlık ama ahlaki üstünü temsil ediyorlar, çünkü olması gerektiğini yapmışlar ve yapmaktadırlar.
Tabii burada Mardin ciddi bir çelişkiye düşüyordu, çünkü bir yandan Cumhuriyet’in ahlaki boşluk yaratıp yerine bir ahlak koyamadığını söylerken, diğer yandan milli menfaatin yanında yer alan Kurucu Kadro ile CHP’nin ahlaki üstünlüğü ellerinde tuttuklarını söylüyordu.
Ayşe Arman çok endişeli. Adeta yalvarıyor:
“-Yani bir gün Malezya olur muyuz, olmaz mıyız? ‘Olmayız’ deyip içimizi rahatlatır mısınız lütfen..” Mardin, onu rahatlatamayacağın söylüyor, dünyada öyle dinamikler var ki, her şeyi bir anda altüst eder.
Arman, “O zaman önümüzde parlak bir manzara yok” diyor, Mardin de “bu konuda bir şey söyleyemem”, diyor ve ekliyor: “Meselenin esası din konusunda araştırma yok. İkincil bir konu olarak ele alınıyor ama dinin teşkilatlanma ve teşkilatlandırma yanı var, biz dini üçüncü seviyede düşünüyoruz, bilmediğimiz için de korkuyoruz.”
Bu iş hemen çözülemez, batıda bu mesele 300 sene sürdü, uzun uğraşılardan, ağır bedellerden sonra din ve devlet birbirinden ayrıldı, biz daha işin başındayız, her şeyi 70 seneye sığdırmaya çalışıyoruz. Cumhuriyetçiler iyi niyetle Türkiye’yi modernleştirmek istiyorlar “O zamanlar devletin kolları uzanmadığı için, taşra, kendi kovuğunda yaşıyordu. Ama 1960’tan sonra insanlar, yavaş yavaş o kovuklardan çıkmaya başladı. Bu gerçekle yüzleşmek mecburiyetindeyiz. Kovuklarından çıkan insanların memleketinde ne yapılır? Onlarla nasıl baş edilir?” (İtalikler bana ait AB.)
Bu umutsuz, ürkütücü, endişeli analizler karşısında Ayşe Arman şöyle der:
“-E o zaman, bu memleketin kime ait olduğu da tartışma konusu olur…” Mardin, bu hüküm cümlesini onaylayarak “E işte nur topu gibi bir problem” der.
Ne yapmalı sorusuna Mardin, aktif olarak siyasete katılmadığı için kendini suçlu gördüğünü söylüyor. Türban serbest kalmalı ama kadınların Türkiye’de geleceği tehlikede. Kadınlar “Aman canım abartacak bir şey yok!” demesinler. Çünkü kadınlarla ilgili abartılacak bir durum var. Geleceğin tehlikede olduğunu düşünen kadınlar haklı.”
Bu durumda başörtüsü serbest kalsın ama sisteme herhangi bir zarar da gelmesin, kadınlar sistemin esasını koruyacaklarsa başlarını örtsünler.
“-Bekleyip göreceğiz ama dışarıdan takip etmeyeceğiz, her şeyin içinde olacağız. Bizzat dahil olacağız. Tıpkı bir siyasetçi gibi. Kafa yoracağız. Gözlemleyeceğiz. Dikkat edeceğiz.” Ayşe Arman etek derdine düşmüş:
“-Ya biz farkında bile olmadan gittikçe etek boyları uzarsa… Eğer benim hayat tarzım değişmek zorunda kalacaksa, Boğaz’da istediğim gibi içki içip balık yiyemeyeceksem, istediğim gibi giyinemeyeceksem ben ne yapacağım? O zaman da askerin varlığı emniyet süpabı gibi geliyor insanlara… Bakın şimdi ben şu durumdayım: Hem Cumhurbaşkanı’nın (Abdullah Gül) eşinin türbanlı olmasından hoşlanmıyorum hem de Cumhurbaşkanı’nın eşine türbanından dolayı yapılanların ayıp ve tahammül edilmez olduğunu düşünüyorum. Böyle bir çelişki yaşamaya hakkım yok mu?”
Şerif Mardin, Arman’a hak veriyor ama başka çarenin olmadığını da söylüyordu.
Mardin’den daha iyi gözlemci olan Nilüfer Göle’nin endişesi yoktu, öngörüsü kesindi: Başörtüsü, din, muhafazakar talepler, verili modern hayata katılmak, modernliğin imkan ve avantajlarından istifade etmek içindir, bırakın bunları, göreceksiniz kısa zamanda sizin hayat tarzınızla öyle bir uyum gösterecekler ki, belki de sizden çok daha güçlü bir dille sisteme sahip çıkacaklar, diye endişeli modernleri teskin etmeye çalışıyordu, gel gör ki teskin olacak gibi değillerdi.