Solmuş, yeşili kurumuş, uğrayanı kalmamış virane bir park… Bir çocuk koşuyor parkta; kendince bir lokomotif oluyor, küçük elini piston gibi indirip kaldırarak çuf çufluyor, arada düdük sesi çıkarıyor. Hayalinde az uzağındaki raylardan gökyüzünde büyülü siluetler bırakan dumanı, selamlayan düdüğüyle geçen, kayıp giden trenler. En özenilesi, büyüleyici çocuk oyuncaklarından birisi…
Lâkin parkın, oynadığı yerin etrafı hava saldırılarına karşı kazılan siperlerle, bombalarla delik deşik. O çocuk dışındaki insanlar sefalet içinde, biçare, yorgun, başları önlerinde geçiyorlar oradan. Zira savaş var. O güzelim, masalsı trenler bile insanları bilinmeyen yerlere, toplu ölümlere, kıyımlara taşıyor artık. İşlevleri tanklarla, toplarla, askerlerle de ölüm sevkiyatı.
Yaşlı kadın karşısındaki gazeteci-yazara anlatmaya devam ediyor: “Ben orada çocuğumun ölmeye gidişini gördüm. Şaşkın, çocukça yürüyordu ölüme, çevresindekilerden, gördüklerinden ürkmüş, öteki çocuklarla ele… Bir alay halinde ölüme doğru yürüyorlardı, hem de hepsi öylesine küçücük, öylesine tatlı, öylesine güçsüz şeylerdi ki…”
Yutkunuyor, “Sesim titredi azıcık ama hayır, ağlamayacağım” diyor Praglı kadın: “Uzun zamandır ağlayıp sızlanmayı bıraktım, bana kalan sadece korku ve iğrenme ama gözyaşı yok. Bu söyleyeceğimi de dikkatle, önemle ele alıp yazmalısınız. Çıplak ve bakımsız bir yerin görünüşü, bomboş bir yerden uzayıp giden demiryolu, kurumuş çamurlarla örtülü…
Bu çamurda küçük çocuk ayakkabılarının kulağa gelen gürültüsü… Hiçbir şey yok kıpırdayan, titreşen, ne bir yaprak, ne bir dal, rüzgâr bile utanıyor, ağaçlar oracıkta kazık kesilmişler, kökleriyle toprağa bağlı olmasalar bu korkunç şeyleri görmemek için kaçacaklar uzağa.
Etrafta ne varsa, korku, ürperti içinde susuyor, soluk almıyor. Sadece o küçük çocuklar alayı, daha bu yaşta neler, nice korkunç şeyler görmüş olan o küçücük çocuklar… Bağırmadan yürüyorlar, anlamıyorlar çünkü olup biteni, hepsi sıraya girmiş yürüyorlar, okullarından döner gibi, uslu uslu tutuşmuşlar el ele. Muhafızların kabaralı çizmelerinin sesi duyuluyor. Bunu size anlattığım gibi yazıverin, deyin ki, ölüme gidiyordu bu çocuklar.
“Onlar bizim çocuklara benzemiyor!”
Birden bizim vagondan öylesine yürek parçalayan bir inilti yükseliyor ki, yetkililer yolculuğa hemen devam edilmesini emrediyorlar. Vagonlardan yükselen annelerin çığlıkları bir sel gibiydi, hiçbir şey durduramıyordu onları, ne küfürler, ne tokatlar, ne de patlayan silahlar. Onları gördüm, bizi götürdükleri vagonların parmaklıklı penceresinden… Tüyler ürperten bir yolculuktu, susuzduk, çoğumuz açtı, içimizden birçoğu ölmüştü, ama bizim acımız başkaydı, çocuklarımızı almışlardı elimizden.
Sonra kadınlar kendilerini avutmaya başladılar. Kadınlar, o çocuklar bizim çocuklarımız değildi diyorlardı. Ama ben size anlattığım o gün kendi oğlumu görmüştüm o çocuklar arasında… Pembe yanaklı, yüzü hep gülen, bana yıldızların nerde yattıklarını soran küçük çocuğu. Onlara göre ben bile yanılmıştım çocuğumu gördüğümü sanmakla… Bunlar bizim çocuklarımız değildi, çünkü bizim çocuklarımıza daha iyi bakılıyordu, bizimkiler öksüzler yurduna gönderilmişti, hiç değilse canları kurtulacaktı böylece.
Hayır, bu çocuklar bizimkilere hiç mi hiç benzemiyordu. Ama ne demekti, hiç benzemiyordu sözü? Onları görünce yüreklerimiz ağzımıza gelmemiş miydi? Ölüm hepsi için eşti, çoraplarının uçları delik, kirli burunlarını elleriyle silen, ipek gibi saçları serçe yuvasına dönmüş çocuklar. Bu korkunç şeyi anlatabilecek sözcük var mıdır?
“Çocuklar savaşmaz ölürler…”
En beteri nedir bilir misiniz, kalbim uzun zamandır durmuş olsa bile bütün bunlardan sonra da yaşayışım, ölmeyişim: İşte benim bütün öyküm bu. Bir mitingde ‘Acı bir şeydir ama savaşta çocuklar bile dövüşmek zorunda kalırlar’ diye konuşmuşlardı kürsüde. Hayır, bu doğru değil, çocuklar dövüşmezler, çocuklar ıstırap çekerler, ölürler o kadar.”
Ardından başını biraz doğrultuyor yaşlı kadın: “Ben bütün bu kadınlar adına tetikteyim, yazın bunu. Onlar da tetikte olsunlar. Yeni bir savaştan bahsedilirken, silahlar bilenirken, ben yalnız bir şeyi düşünüyorum; katledilen çocukların çığlıklarını. O kadınlar da bu çığlıkları düşünsünler.
Bugün bir parktan geçerken orada oynayan çocukları göremiyorum, gözümün önünde onlar var sadece. Ölüme mahkûm o alaylarla ölüme giderken de güneşin tabaklarından daha büyük olup olmadığını soran çocuklar. Onları durduracağım, gerekirse bu ihtiyar ellerimle, bundan böyle bir tek çocuğu bile okşayamayacak bu ihtiyar ellerimle… Savaşın sözünü edenlerin gırtlaklarına sarılacağım.”
İşgallerin, saldırıların “ama”ları
Çek gazeteci, yazar Jiri Marek “Bir Ana Konuşuyor” öyküsünde 25-30 yaşlarındayken Prag’da bizzat yaşadığı İkinci Dünya Savaşı günlerini, Nazi işgalini böyle anlatıyor. (¹) İşgal, istilâ deyince o coğrafyanın bugün de akla gelmesi boşuna değil. Çekoslovakya’da 1968’de “Prag Baharı”yla ortaya çıkan “güleryüzlü sosyalizm”in ardından Sovyet işgali de hâlâ hafızalarda…
Öyle ki birçok yorumcu bugün, Prag Baharı’nın hemen ardından dünyanın gözleri önünde Çekoslovakya’ya giren Sovyet tanklarıyla, Rusya’nın siyasi rotasını değiştiren Ukrayna’ya saldırısı ve işgali arasında benzerlik kuruyor. Elbette Ukrayna’nın sekiz yıldır yaşadığı acımasız savaşı küçümsemeden…
Aslında hazin bir benzerlik daha var. Savaş, alenî işgal ve saldırganlık, bu tartışmasız zulmüne rağmen, işgal edilen ülkenin meşru müdafaa hakkını değil işgali makul gösteren, akan kana, ölen çocuklara, halka bile “ama” ekleyebilen münazaraları yok etmiyor.
Lafını felaketler karşısında bile güzelce çevirebildiğini düşünen “tedbirli yorumcu”lar bile konu safına gelince, “ustalıkla” kabahati Rusya’da değil de, işgal edilen ülkede bulmaya çalışabiliyor. “Ama” deyip meseleyi zımnen “Bunu hak ettiler”e bağlamak bile işten değil. Kelimeleri, kavramları, “ahlâk”ı, “vicdan”ı fikrine göre ayıklayıp, nihayetinde öyle ya da böyle işgalciyi mâzur gören cümleleri rahatça kurabiliyor. Üstelik karşısında duran dünden-bugüne Putin vesikalığına bakarak.
Hitler’in çocuklara sevgisi, şefkati
Milyonlarca insanın cinayetin her türüyle öldürüldüğü, toplu katliamın, soykırımın “savaştan” sayıldığı İkinci Dünya Savaşı’nda bile böyle. Nazi Almanyası’nın 1938’de Çekoslovakya’yı işgal ederek, adıyla-sanıyla o ülkenin varlığına son vermesinin ilk iki yılına Prag Büyükelçisi olarak tanık olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu “Zoraki Diplomat” kitabında o günleri anlatıyor. Ve Almanya’yı, Hitler’i canı gönülden destekleyenlerin çokluğuna, “çeşitliliği”ne dikkat çekiyor. Destekleyenler sadece yandaş Almanlar, Mihver Devletleri değil elbette. Türkiye de dâhil birçok ülkeden “yorumcu”lar:
“Tiran’da iken Alman SS geçit törenlerini gösteren bir propaganda filminin seyri esnasında, yanımda oturan Yugoslavya Elçiliği Başkatibi’nin karısı, ikide bir bana eğilip: “Bakınız; diyordu, bakınız. Hitler, gençlerin elini ne derin, ne halis bir şefkatle sıkıyor. Gözleri, ne kadar insanlık ve sevgi hisleriyle dolu. Çok zaman geçmeyecek, bu hayranlığın, bu sempatinin türlü türlü tezahürlerini Prag’daki Yugoslavya Elçisi’nin, bizzat kendisinde müşahede edecektim.”
(Fotoğrafta ilk karedeki ağlayan çocuk 16 yaşında. İsmi Hans Georg Henke. Annesi, babası savaşta ölmüş. Hitler’in “genç” askerlerden oluşan birliğine 15 yaşında katılıyor. Bir yıl sonra, 120 kişilik birliğinden sağ kalan beş “genç”ten birisi o. Müttefikler bu fotoğrafı Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonundaki ağır mağlubiyetinden hemen önce çekiyor. Yani elinde asker kalmayan Hitler’in çocukları törenle cepheye sürdüğü, yanaklarını okşayarak “Gidin, orada ölün” emrini verdiği günlerde…)
“Hayranlık” kelimesini kirletmek
Böyle örneklerle “hayranlık” kelimesini bile gölgeleyen, hatta kirleten, çağrışımına bir tür olumsuzluk refleksi ekleyen bir tarihi var insanlığın. Tiran’daki o kadının sözleri, Hitler’e hayranlığı beni gazeteci Hilal Köylü’nün 2 Mart 2022’de Serbestiyet’te yayınlanan röportajına götürüyor. Röportajda emekli büyükelçi Selim Kuneralp Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle ilgili şunları söylüyor:
“Amerikan düşmanı olmak, Putin aşığı olmak sonucunu doğurmamalı bence. Ama onu görüyoruz. Bunu sadece sivillerde değil, askerlerde de görüyoruz. Emekli askerler çıkıyorlar, Putin’e hayranlık dile getiriyorlar. Tek adam, kuvvetli adam, güçlü adam hayranlığından mı kaynaklanıyor bu iş? Ama bir taraftan da “Türkiye’de demokrasi yok “diye hayıflanıyorlar. Çok ürkütücü bir durum…”
“Çekler bir gün halimizi sordu mu?”
Karamanoğlu İkinci Dünya Savaşı’nda tanık olduğu Prag anılarına şöyle devam ediyor: “Yugoslav elçi, bana, her vesile düştükçe: Bir Alman tehlikesi, bir Hitler belasıdır tutturmuşlar; derdi. Herif gelmiş, nice zamandan beri sefalet ve anarşi içinde çalkalanıp batmakta olan bir milleti, iki üç yılda selamete çıkarmış, nizama, refaha kavuşturmuş. Emsalsiz teknik kudreti ve çalışma kabiliyetiyle hem kendi yurdunu, hem de bütün Avrupa’yı kalkındırma imkânlarını hazırlamağa çabalıyor ve bunun karşısında, Beneş soyundan (Yahudiler kastediliyor) bir alay politikacı beladan, tehlikeden bahsediyor.
Nerede ise, ‘Yangın var, ateş saçağı sardı’ diye bağıracaklar. Bugüne kadar ekonomik bakımdan ne sıkıntılar çektiğimizi bir biz biliriz. Şu bolluk, zenginlik içinde yüzen müttefikimiz Çekoslovakya, bize bir defa haliniz nedir diye sordu mu? Sakın, bu sözleri söyleyen adamı Beşinci Kol’dan biri sanmayın. O sırada, böyle konuşanlar dünyanın her tarafında hatta bizde bile pek çoktu.”
Desteklediği liderin alenî yanlışlarını, günahlarını, suçlarını, hatta onlarla bezeli “yönetme tabiatı”nı bir yana bırakmak, o kale yıkılmaya başlasa da harap burcunda onun sancağını dik tutmaya çalışmak, o gözü kapalı hayranlık, siyasi münazaraların belki de en trajik yönlerinden birisi… Öyle ki Karaosmanoğlu’nun örnek verdiği kadın, çağın en namlı cânilerinden Hitler’in “icraat”larını bir yana bırakıp övgüyü onun gözlerindeki ifadelerde arıyor.
Brejnev’le Putin’in söylem kardeşliği
Çekoslovakya ile Ukrayna’nın işgaliyle ilgili bir benzerliği de, Sovyetlerle Rusya’nın resmi söylemi, tutumu açısından dillendirmek mümkün. Bugün Putin’in Savunma Bakanlığı’na nükleer caydırıcı güçleri yüksek alarma geçirme emri vermesi, saldırısını pervasızca Rusya’nın “meşru müdafaa hakkı”na sığdırmaya çalışması, Sovyet Devlet Başkanı Leonid Brejnev’in tehditlerini, bahanelerini, düz -dümdüz etmeye meyilli- mantığını da hatırlatıyor.
Brejnev Çekoslovakya işgalini başlattıktan hemen sonra, 1968’de “Brejnev Doktrini”ni yayınlayarak, Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı müttefiklerinin Doğu Avrupa’nın sosyalizmi, komünist partiyi reddetmesine “Üçüncü bir Dünya Savaşı anlamına gelse bile” izin vermeyeceklerini ilan ediyor. Doktrinin bugün kulak çınlatan özelliklerinden birisi de “başka bir ülkeye silahlı müdahale”yi, pervasızlığı, işgali meşru kılmaya çalışmak:
“Herhangi bir sosyalist ülkede, sosyalizm karşıtı iç ve dış güçler harekete geçerse, bu durum tüm sosyalist ülkelerin iç ve dış güvenliğine yapılmış bir müdahale sayılacak ve ortaklaşa meşru müdafaa hakkı kapsamında değerlendirilecektir”. Onlar da “Big brother” zira.
Şiddetin yüzünü geleceğe saklamak
Birbirlerinin sicillerini, birbirlerinin vukuatlarıyla haklı çıkarmaya çalışmaları ayrı mevzu. Örneklerini “en suçlu-güçlü devletler”in müdahale, işgal, saldırılarıyla bolca gördük, görüyoruz. Yıllar geçtikçe, gelişen-değişen teknoloji sadece savaşların, işgallerin yıkıcılığını değil, vahşetin, dehşetin boyutlarını, belgelerini de ortaya koyuyor, perde arkasını dünyaya duyurabiliyor.
Milan Kundera, “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”nde Çekoslokya’nın işgalini anlatırken buna da değiniyor: “Rus devletinin bundan önceki bütün suçları, temkinli bir gölgenin koruyuculuğu altında işlenmişti. Bir milyon Litvanyalının yurtlarından sürülmeleri, yüz binlerce Polonyalının katledilmesi, Kırım Tatarlarının ortadan kaldırılmaları belleklerimizde hala, ama ortada fotoğraflı belge yok; bu yüzden er ya da geç bunlar da yalan, uydurma sırasına girecek.
Oysa dünyanın dört bir yanındaki arşivlerde hem fotoğrafları, hem de filmleri saklı duran 1968 Çekoslovakya işgali böyle değil. Çek fotoğrafçılarıyla filmcileri, yapılması mümkün olan tek şeyi en iyi biçimde yapabilecek kişilerin kendileri olduğunun fazlasıyla bilincindeydiler; şiddetin yüzünü gelecek için saptamak ve saklamak…”
Wenceslas Meydanı’nda hazin dejavu
Bugün Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısını, kuşatma altındaki Başkent Kyiv’i “canlı” izliyoruz. Bugün Çek Cumhuriyeti’nde on binlerce insan elinde Ukrayna bayraklarıyla Prag’da Wenceslas Meydanı’nı doldurarak Rusya’yı protesto ediyor, Putin’in “savaş suçlusu” ilan edilmesini istiyor. Ki o meydan, yarım asır önce Çek üniversite öğrencisi Jan Palach’ın Sovyet işgalini protesto etmek için kendini yaktığı meydan.
Protestoya katılan emekli Jindrich Synek Reuters’e yaptığı açıklamada, bugünkü ruh halini de özetliyor: “Tabii ki bugün buraya gelmek zorundaydım çünkü insan kötülüğe karşı durmak zorunda. Bu meydanda zaten bunu birkaç kez yaşadım…” Onun için Prag’ın işgali, belli ki anı olamayacak kadar taze…
Synek bu sözleri söylerken, Çek Cumhuriyeti Başkanı Petr Fiala’nın o günkü konuşmasında vurguladığı, aynı meydana bakan Ulusal Müze binasında 1968’deki Sovyet işgalinden kalan, tank makineli tüfeğinin taramasıyla oluşan kurşun delikleri hâlâ duruyor. (Yukarıdaki fotoğraf) Aynı müzede bir Sovyet tankı da var. O dönemin fotoğrafları da…
Ukrayna’da da yine çocuklar füze çukurları, yıkıntılar arasında büyüyor, yaralanıyor, ölüyor. Rusya’nın ağır top ve çok namlulu roket atışına hedef olan Mariupol kentinde ağır yaralanan bir kız çocuğunun üzerinde unicorn, tek boynuzlu at desenli pijamasıyla ambulansa taşınmasını, hastanede yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamamasını kare kare gösteren fotoğraflar var haber ajanslarında… Tek boynuzlu at mitolojide saflığın, masumiyetin sembolü. Ki mitolojideki savaşlar bile çoğu kez gerçeğinin gölgesinde kalıyor.
Ukrayna’da tırmanan, çocuk, sivil gözetmeyen saldırılar nedeniyle bu pazar yazacağımı duyurduğum “Aşk Felsefesi”yle ilgili yazımı ertelemek zorunda kaldım. Tabii bu koşullarda öyle bir yakın “gelecek” varsa…
İŞGALİN ADINI KOYMAK
“Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” romanında Sovyet işgalinin Çekoslovakya’daki izlerinin başka bir yönü daha işleniyor. Romanın ana karakterlerinden Tomas, Prag’da kaldıkları otele geldiğinde bir şeylerin değiştiğini fark ediyor. Adı “Grand” olan otel şimdi “Baykal” olmuş. Sokak tabelasına bakıyor: Moskova Meydanı. Bildikleri sokaklardan geçerek yürüyorlar: “Stalingrad Sokağı, Leningrad Sokağı, Roslov Sokağı, Novosibirsk Sokağı, Kiev Sokağı, Odessa Sokağı, Çaykovski Sanatoryumu, Tolstoy Sanatoryumu, Rimski Korsakov Sanatoryumu, Gorki Sineması, Kafe Puşkin… Bütün adlar Rus coğrafyasından, Rus tarihinden alınmıştı.
Tereza birden işgalin ilk günlerini hatırladı. Bütün kent ve kasabalarda direnen halk sokak tabelalarını alaşağı etmişti; sokak tabelalarının hepsi ortadan kaybolmuştu: Ülke bir gecede adsız kalmıştı. Rus birlikleri yedi gün boyunca nerede olduklarını bilmeden taşrada dört dönmüşlerdi. Subaylar işgal etmek üzere gazete bürolarının, televizyon ve radyo istasyonlarının yerlerini arıyor, bulamıyorlardı. Ne zaman bir adres sorsalar, cevap ya bir omuz silkmesi oluyor ya da yanlış ad ve adres veriliyordu. Adsız-sansız olmanın bir ülke için ne kadar tehlikeli olduğu ancak şimdi anlaşılıyordu. Sokaklar ve binalar özgün adlarına kavuşamayacaklardı artık. Hepsi Rus adlarına bürünmüştü.”
Kendini utanarak değil de keyifle “işgalci” görenlerin en sevdiği şeylerden birisi de nominalizm (adcılık) olmalı. Hırsla, ihtirasla ele geçirdiği yerlerin, meydanların, sokakların, oradaki isimlerin kendi dünyasından, kendi adlandırdığı gibi olmasını arzulamak… Tahtına oturduğu an onları değiştirmeye çalışmak.
BİR FİLM/BİR CÜMLE
SAVAŞIN EN “GENÇ” KAHRAMANI!
Yazımın ana fotoğrafı, yönetmen Viktoria Fanasiutina’nın 2019 Rusya yapımı “Soldatik (Soldier Boy)” filminin afişi. Film İkinci Dünya Savaşı’nda gerçek bir olaydan, altı yaşında bir çocuğun savaş sırasında yaşadıklarından esinlenerek sinemaya uyarlanmış. Filmi izlemedim ama yönetmenin ilk sahnedeki “Bu film İkinci Dünya Savaşı’nın en genç kahramanı olan Sergei Andreevich’i ithaf edilmiştir” vurgusu, film hakkında bana bir fikir verdi! Altı yaşındaki en “genç” savaş kahramanı! Bir vurguyla bence işi baştan batıran, korkunç bir savaşa, onun filmine adımını hâlâ böyle atan bakış açılarından birçok hissin yanında üzüntü de duyuyorum. Zira “çocuk kahraman”ı sadece onun bir çocuk ve çocukluğun da ne demek olduğunu unutmayan/unutturmayan filmlerde seviyorum. Çocukları “savaş kahramanı” sayabilen zihniyetin, yukarıdaki fotoğrafta çocuk askerlerin yanağını okşayan Hitler’e ve onun “kahramanlar”ına dikkatle, uzun uzun bakmasını istiyor gönül. Bir tür “kamu hizmeti cezası” niyetine…
(¹) Çekoslovak Hikâyeleri Antolojisi, Varlık Yayınları, 1968.