Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi kitabını yazma aşamasında iken aklına takılan bir mevzu sebebiyle, bir gün beni evine davet etti (1985 veya1986), evde Mardin’in talebeleri görünümünde Ruşen Çakır ve Haşmet Babaoğlu vardı. İkisi saygıyla oturuyor, hocayı dikkatle dinliyorlardı.
Sosyolojiyle ilgilenen biri olarak Şerif Mardin’i takip etmemek olmazdı, bunun farkındaydım, takip ediyordum da. Bana:
“-Ali bey, Bediüzzaman Sait Nursi ile ilgili bir çalışma yapıyorum, aklıma takılan bir soru var, onu seninle paylaşmak istiyorum. Şöyle ki, Bediüzzaman’ın Doğu’da niçin tutulduğunu, bu kadar taraftarı olduğunu anlayabiliyorum, 19. yüzyılda orada yaygın bir Protestanlık faaliyeti var, misyonerler çalışıyor, buna tepkiye dayalı bir hareket söz konusu. Aynı zamanda Bediüzzaman’ın Van’da Medresetüzzehra isminde bir üniversite açma projesi söz konusu. Şimdi dini duyarlılığı yüksek olan Doğu’da, Güneydoğu’da Said Nursi’nin tutulması anlaşılır bir durum, fakat Ege’de Isparta ve Barla’da niçin tutulduğunu anlayamıyorum. Burada maddi-sosyal faktör de gözükmüyor; sen bunu nasıl görüyorsun?” diye sordu.
Ben, “Hocam, maddi bir faktör aramak zorunda mıyız?” diye sorduğumda
“-Evet, yoksa bu olayı açıklayamayız” diye cevap verdi.
Ben de kendisine: “Ey iman edenler, (yeniden) iman ediniz. ” (4/Nisa, 136) diye bir ayet olduğunu ve Bediüzzaman’ın da bu ayet ışığında insanları, “yeniden iman” etmeye çağırdığını, gittiği her yerde de bunun özellikle halk tabakalarında kabul gördüğünü söyledim.
Üstad’ın şakirtleri genellikle gelir düzeyi düşük insanlardı, orta sınıfa bile mensup değillerdi ama konuşmalarına kulak veriyor, kararlı mücadelesine ayranlık duyuyor, ona hizmet etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. İlk başladığı gün gibi Nur hareketi hala gelir düzeyi orta sınıf ve altındaki katmanlardan oluşmaktadır. Belki Barla günlerinde şakirtlerin en büyük hizmeti , kendisine kağıdın yasaklandığı Üstad’a kese kağıdından da olsa üzerinde yazı yazılacak nesne temin etmek, yazdıklarını etrafa yaymaktı.
Uzun zamandır, özellikle 19. yüzyıldan başlamak üzere Müslüman toplum imanını kaybetme sürecine girmişti, özellikle iktidar seçkinlerinin yoğun kültürel baskısından etkilenen toplum tabii ki “müslüman”dı ama “mü’min” değildi. Bediüzzaman sorunun temelinde geniş manada ameli/pratiği ifade eden “İslam” ile amelin meşruiyetini, manevi zevkini ve motivasyonunu tesis eden “iman” arasında makasın fazlasıyla açıldığını düşünüyordu. Kur’an-ı Kerim sürekli olarak “iman” ve “salih amel”i birlikte zikrediyor, aralarında “vav” harfi var ama biri diğerine bağlı ve bağımlıdır. Bu ikisine “teori ve pratik arasında olan ile olması gereken” ilişki diyebiliriz. Teorisi olmayan pratik, pratiği olmayan teori ne işe yarar!
Teori-pratik konusu öteden beri sorun olarak ele alınmıştır. Marxist literatürde bu konuyu Mao ele almış, kendine göre uygun bir hatt-ı hareket belirlemişti.
İslam, ya maddi çıkar veya baskı karşısında teslim olmak veya nominal olarak Müslümanlığı –gereklerini yerine getirmeden- benimsemektir. İman, ise norm ve kralları ile İslam’ın yaşanması, birey ve toplum tarafından tecrübe edilmesidir.
(Balkanlara beraber seyahate katıldığım Mete Tuncay, sol ayakla tuvalete girer, sağ ayakla çıkardı, ona niye bu sünnete uyduğunu sorunca “kültürel Müslüman bir agnostik” olduğunu söylemişti. İsmini vermek istemediğim başka bir Marxist yazar da Avrupa’da yanında pet şişe gezdirdiğini görünce aynı suali sordum. Bana bu “Gavurlar taharet almıyor, Marxistim ama kültürel müslümanım” demişti. Taharet, içtimai hayatın normlara ve kurallara göre tanzimini konu alan fıkıh kitaplarında ilk sırada ele alınan konularından biridir. Suyla temizlik, necasetten ve hadesten taharet İslam kültürüne özgüdür, kaynağı Sünnet’e dayanır. Bu konu için İvan Illıçh’in “H 2 O” adlı kitabına bakılabilir.)
“İslam” ile teslim olunan şeyin ruhuna sadakat göstermek, bağlanmak ve ruhen iştirak etmek demek olan “iman” ayrı şeydir. İkisinin arasını Kur’an-ı Kerim de yapmaktadır (49/Hucurat, 14). Bu bakış açısından hareketle Sait Nursi, imanı dönüştürücü bir güç, İslam ümmetini harekete geçirici bir enerji kaynağı olarak adeta yeniden tanımlamak istiyordu. İslam ve iman aralarında ontolojik tezat/karşıtlık olmasa da pratik hayatta farklı fonksiyonlara sahiptirler.
(Felsefe tarihçisi Ahmet Aslan, kadim Yunan filozoflarını belli bir okumaya tâbi tutarak tanrısızlaştırmakta, evreni profanlaştırmaktadır. Oysa kadim Yunan filozofları titanların ve tanrıların tabiat üzerindeki etkilerine, daha doğrusu bir etkiye sahip olduklarına ilişkin yerleşik algıya karşı belli bir ilkeye ve yasalara göre işleyen tabiat görüşünü öne sürerlerken, aslında felsefeye “din”in dışından bakmıyorlardı. Belki de ilk maddenin “su” olduğunu söyleyen Thales, “ateş” olduğunu söyleyen Heraklitos, “hava” olduğunu söyleyen Anaksimenes, aynı özün üç ayrı boyutuna dikkat çekiyorlardı. Vahiy bakış açısından potansiyel haldeki bilgiyi varlığa geçiren Allah’ın “Ol (Kün)” emridir. Emir, el’an da hükmünü icra etmeye devam ediyor (yekun). Avucunuza üfürün, avucunuzun hafifçe nemlendiğini (su), ısındığını (ateş), serinlediğini (hava) görürsünüz. Yuhanna İncili’nin ilk cümlesi “Önce söz vardı” cümlesi Kün emrine atıftır. 13 milyar, 800 milyon sene önce vuku bulduğunu öne sürülen ilk patlamanın yine Kün emrinin tecellisi olmasını düşünenler, belki de Nefesürrahman’a salt fiziksel bir açıklama getirmekle yetinmektedirler. Bugün İslam dünyasının Kelami krizi, felsefeyi kadim amacına uygun hikmet temelinde ihya edilmesiyle aşılabilir ancak)
İzmirli İsmali Hakkı’nın “Yeni İlm-i Kelam”ından ve başka birkaç gayretkeşin teşebbüsü dışında Said Nursi’nin Kelam’ı “yeni iman” temelinde yeniden tanımlama teşebbüsünün Doğu ve Güneydoğu’da karşılık bulması gibi, Ege’de ve başka yerlerde karşılık bulmasında şaşılacak şey yoktur. Anadolu ve İslam aleminin her yanı çöküntü içindeydi; atalet, yoksulluk, cehalet, tefrika kanser gibi ümmetin bünyesini sarmıştı. Said Nursi 1911’de Şam’da, Beni Ümeyye camiinde okuduğu Hutbe-i Şamiye’de İslam aleminin üç ölümcül hastalığa müptela olduğunu söylüyordu: Cehalet, fakirlik, tefrika.
Aradan geçen bunca zamana rağmen bu üç illet bugün de Müslüman dünyayı ölüme götürmeye devam ediyor; bu durum başta yöneticiler olmak üzere önlerine atılan keselerle iktidardan sebeplenen ulema, akademisyenler, aydınlar, yazar ve cemaat şeyhlerinin umurlarında değil, bu iktidar bağımlısı, konfor şarabı içmiş sarhoş zümreler günlerini gün etmekle meşguldürler.
(2000’lerden önce hayli yetenekli, kendini iyi yetiştirmiş kendini İslamcı olarak tanımlayan, İslamcılığın fikri ve akademik savunculuğunu yapan nice zat vardı, bunlar derin bir zihni dönüşüm yapabilecek kapasite idi, merkezi iktidarla misyonlarını, davalarını rafa kaldırıp büyük bir iştahla bürokrat, teknokrat veya iktidar daisi olma yolunu seçtiler, iktidar ve konformizmin merdivenlerini hızla tırmandılar. Bunlardan birine
–Neden bu işlerle uğraşyorsun, senin yerin burası değil, diye sorulduğunda, -bundan birkaç sene önceydi- şöyle der:
-Haklısın ama çocuklarımı yurtdışında okutuyorum, masrafım arttı, 90 bin lira maaş alıyorum.
Ne devrimci dernekler, büyük mahrumiyetler içinde hayatını idame ettirmeye çalışan nice Nur cemaatleri, tarikat müritleri vardı, kahir ekseriyeti kendilerini sarayın şatafatına, zenginlerin sofrasına kaptırdı. Geleneksel sivil ulemanın değişmez prensibi şuydu: Sultanın sarayından, zenginlerin sofrasından uzak durmuyorsan alim olamazsın. Bir Nur cemaatini tanırım, küçüktü, temizdi, tek meşgalesi Risaleleri yaymaktı, senede tamı tamına 15 bin tl ile çalışmalarını sürdürüyordu, 2015’teki son görüşmemizde bütçelerinin 150 bin liraya çıktığını, gelen yardım ve destekleri bütçeyi kat kat aştığını öğrendim. Cemaatin bu trajik dönüşümü bana Mustafa Sandal’ın şarkısındaki şu mısraı hatırlattı: “Arabası var, fakat ruhu yok!”)
Said Nursi’nin 975’te Fatımiler’in kurduğu, sonraları İslam dünyası çapında büyük ve itibarlı bir ilim merkezi konumunda olan Kahire’deki el Ezher’e mümasil –hem pozitif ve beşeri/sosyal bilimleri hem İslami ilimleri okutacak- Medresetü’z Zehra isimli bir üniversiteyi Van’da kurmak istemesi o dönem için içten içe çürüme geçirmekte olan Osmanlı’ya bir kâse hayat iksiri yerine geçecekti. Üniversitenin yerini Van’da seçmesinin sebebi stratejikti. Buradan Anadolu, Kafkasya, Türki dünya-Orta Asya ve Arap havzasına hitap edecek; zeki, zülcenhayen olarak yetişecek yetenekli ve heveskâr öğrencileri bir ilim ve irfan merkezi olarak kendine çekecekti.
Bu kurtarıcı projenin önemini doğru kavrayan Abdülhamit, ileride saltanatını tehdit eden öğrenciler yetiştirir diye, fikir babası Said Nursi’yi tımarhaneye attırdı. Gel gör ki, kendisinin tamamen ‘modern’ karakterde kurdurduğu okullardan mezun olan öğrenciler birer ittihatçı-darbeci olarak onu tahtından indirdiler. Abdulhamit için, İslam aleminden getirtilecek ve Osmanlı’ya sadık yöneticiler, bürokratlar yetiştirecek öğrencilerin Kabataş Lisesi’nde okutulması yeterliydi.
Şerif Mardin hoca, “bu açıklama olamaz” dedi ve bu da kendisiyle ilk anlaşmazlığımız olmuş oldu. Ona göre bunlar açıklama olamaz zira arka zeminde pozitif faktörler gözükmüyor, Said Nursi’nin Batı’da kabul görmesi olayının arkasında somut-maddi olgular yoktu.
Belli ki daha ilk karşılaşmamızda iki farklı sosyolojiye sahip olduğumuz anlaşılıyordu, söz konusu farklı bakış sonraki karşılaşmalarda da ortaya çıkacaktı. Sosyolojiye ilişkin aynı fark, Nilüfer Göle ile de kendini belli edecekti. Konuya devam edeceğiz.