Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIŞii selefilik, İhvan ve Filistin 

Şii selefilik, İhvan ve Filistin 

Suriye’nin kamp değiştirmesi kimin hayrına oldu, sormaya değer. İran’da İslam devrimiyle Humeyni ve kadrosu inisiyatifi tamamen ele geçirdi, Taliban da Amerikalıları kovduktan sonra kendi başına kaldı. Suriye’de selefiler aynı güce ve imkana sahip değiller. Anlaşılan şu ki, şimdilik selefilerin ya modelleri var uygulayamıyorlar, ya da bir modelleri yok, orta vadede olacak gibi görünmüyor. Şarkıdaki gibi “Kapıldım gidiyorum, bahtımın rüzgarına!”

Tarihsel selefiliği “eser”i öne çıkaran Ahmet ibn Hanbel’le başlatmak gerekirse, başlangıçta siyasi bir iddiası olmayıp, kelam ve felsefe ile akla yapılan aşırı vurguya bir tepki olarak görmek mümkün, Mutezile’nin zorba Abbasi yönetimiyle bir olup sebep olduğu mihne (baskı ve zulüm yılları) Ahmet ibn Hanbel ve taraftarlarında içlerine kapanmalarına yol açtı, sonraları kendileri de iktidarın desteğini alarak mukabil/rövanşit mihneye destek verdiler.

Bu dönem selefiliğinin Mutezile’nin akılcılığına tepki verirken, aklın kendisine de aşırı mesafe koydu, hatta Kelam ilmine bile meşruiyet tanımadı. İkinci nesil selefiler bunu düzeltmeye çalıştılar, esas itibariyle ana paradigmaya sadık olmakla beraber İbn Teymiye (öl. -1263-1328) ve takipçisi İbnü’l Kayyım el Cevzi (1292-1350), akıl ile nakil (rey ile eser) arasında itidalli bir çizgi geliştirdiler

Üçüncü nesil selefiler modern zamanların önde gelen fikir adamları, alimler ve siyasi şahsiyetlerdir ki, bunların başında Cemalettin Efgani, Muhammed Abduh, Seyyid Kutup gelir. Bunu dört yazımda anlattım.

Burada asıl ilgi çekici nokta, selefiliğin sadece Sünni havzaya ait olmayıp, modern zamanlarda Şii havzayı da derinden etkilemiş olmasıdır. Yeterince pek bilinmeyen bu konuya dikkat çeken Abbas Ahundi, Şii havzayı derinden etkileyen selefiliğin “Şii selefilik”ten ayrı olduğunu söyler, Şiiliğin beslenme kaynakları geleneksel anlatılardır, bunların başında da velayet, mehdi, imamet gelir, üzerinde durulması gereken, Sünni selefîlikten –özellikle İhvan-ı Müslimin çizgisinden– etkilenerek İran’a girmiş olan yeni bir akım söz konusudur. Bu akım, iktidar yapılarında nüfuz kazanarak günümüzde dini alanda ve resmi siyaset yapısında etkili bir güç odağı haline gelmiştir. Dolayısıyla, hem iç barış (toplumsal barış) hem de dış barış (uluslararası ilişkilerde barış) üzerinde doğrudan etkisi vardır. “  (Abbas Ahundi, İran’da Barış ve Şii Modern SelefiliğiFarvardin 1404 / Mart-Nisan 2025) Denebilir ki, eğer çağımıza özgü siyasi tandansı yüksek bir İslam’dan veya İslamcılıktan bahsetmek mümkünse, İslamcılığın halk ayaklanmasıyla iktidar olduğu İran İslam devriminin ilham kaynaklarından biri Müslüman Kardeşler’dir.

Ahundi haklı olarak selefilikle Vahhabiliği birbirinden ayırır, ilk çıkışlarında Necd bölgesinin iklimini üzerinde taşıyan Vahhabilik, Suudilerin kurucu ideolojisi olmayı kabul ettiğinden Sünni dünyada hatırı sayılır bir etkisi olmadı. İhvan ise her seferinde monarşilerin meşruiyetini sorguladı, ilk tarihsel sapmanın hilafetin saltanata dönüşmesiyle başladığını deklare etti.

Hasan el Benna’nın 1928’de başlattığı hareketin çıkış noktasında İngiliz sömürgeciliğine karşı toplumu ahlaki ve sosyal yönden takviye etmek amacı vardı, İhvan’ın 1952’de Kral Faruk’a karşı Hür Subayların başlattığı harekete destek vermeleri, Cemal Abdunnasır türü bir diktatörlüğe dönüşeceğini beklemiyorlardı; 1948 ve 1956 savaşlarında İhvan cephelerde kahramanca savaştılar, gerçekten büyük zayiatlar verdiler. Nasırla bozuşmalarından ve Nasır’ın Seyyid Kutup’u idam ettirdikten (1966) sonra  artık İhvan’ın otoriter bir monarşiye veya otokrat bir yönetime cevaz vermeleri beklenemezdi. 1992 Cezayir İslami Selamet Cephesi (FİS) ve 2006’da Hamas’ın Filistin’de kazandığı seçimler, İhvan’da şiddet ve terörün, ihtilal ve darbeciliğin dışında bir yol bulunabileceği fikrini iyice pekiştirmişti, 22 ülkede İhvan’ın ısrarla takip sivil-demokratik çizgiden sadece Suriye kanadı ayrıldı, Osmanlı İttihatçılarının siyasi kültürünün etkisindeki Suriye İhvanı, iki kere darbe ve askeri ihtilal teşebbüsünde bulundular ama her ikisinde de büyük zayiat verip sahadan çekilmek zorunda kaldılar. 

1963’te 14 Hordat ayaklanmasından sonra İran İslamcılarının İhvan’la kurdukları ilişki kitap çevirileri üzerinde oldu, Türkiye ile eşzamanlı olarak 1960’lardan itibaren Seyyid Kutup’un tefsiri ve kitapları Farsça’ya çevrildi. Türkiye’de İhvan’dan yapılan ilk çevirileri Nurcular başlattı, esasında Said Nursi, İhvan hareketini yakından biliyordu. Hapishanede Mevdudi’nin önce Dört Terim, sonra diğer kitaplarıyla tanışan Seyyid Kutup, Efgani-Abduh çizgisini takip ederek bir yandan modern dünyayı sosyo kültürel ve politik hasılasıyla “cahiliye” olarak tanımlarken diğer yandan, Müslüman dünyanın içine düştüğü bu krizden ancak selefi bakış açısıyla ayağa kalkacağını söylüyordu ki, Kutup’un verdiği referans Kur’an-ı Kerim’di, bu motivasyonla Fizilali’l Kur’an adlı tefsirini yazmıştı.

Seyyid Kutup’un bakış açısı başta İmam Humeyni olmak üzere İran İslamcılarının sossyo politik tasavvurlarına birebir uyuyordu. Zaten Kutup’tan çok daha önceleri a. Usuli Şii ulema 19. Yüzyılda Ahbarilere karşı verdiği mücadeleyi kazanmıştı ki, bu, Muhammed Abduh ve M. Reşid Rıza’yla buluştukları noktaydı b. Politik olarak Cemaleddin Efgani sadece Arap ve Türkiyeli İslamcıları değil, İranlı İslamcıları da derinden etkilemişti, dolayısıyla Seyyid Kutup ve Müslüman Kardeşler (İhvanu’l Müslimin) hareketinin İranlılar tarafından sempatiyle karşılanması garip değildi, Arap, Türkiye, Hindyarım Kıtası, Malezya-Endonezya havzalarında İslamcılık yepyeni bir söylemle ortaya çıkarken, İran bunun dışında kalamazdı, nitekim kalmadı da. Dahası Navvab Safavi, Seyyid Kutub’un davetiyle Mısır’a gitmiş ve İhvan çizgisiyle doğrudan ilişki kurmuştu.

Beş İslamcı havzanın ortak gündeminde İslamcı yeni bir sosyo politik düzen inşa etmek ve tartışmasız Filistin sorunu vardı, bu İran devrimcilerinin aynı zamanda Filistin mücadelesinin en etkili gücü olan Müslüman Kardeşlere mensup Hamas’a neden ve hangi saikle destek verdiklerini de açıklar.

Vehhabi selefilik Üsame bin Ladin’le ikiye ayrıldı. El Kaide’nin kurucusu Üsame bin Ladin, selefiliğin patronajlığını elinde tutan Suudilerin ve emrliklerin, a. İslami hayat yaşamadıklarını b. Ümmete ait petrol, doğal gaz ve diğer tabii kaynakları sefihçe savurup heba ettiklerini c. Amerika’nın desteğinde yönetimlerini koruyabildiklerini d. İsrail’le bir problemlerinin olmadığını öne sürüp karşı koyunca, el Kaide’de bir bölünme meydana geldi; bir kolu Üsame bin Ladin’de kalırken, diğer kolu IŞİD veya DAİŞ olarak başka bir yol tutturdu. Üsame’ye göre cihad küreseldir ve Amerikalılara ait her kritik yer hedeftir; DAİŞ, mücadelenin bölgede yürütülmesinin daha doğru olacağını söylüyordu. Üsame bin Ladin ilk ortaya çıkışında, İslam dünyası 1918’den beri batı dünyasının askeri ve siyasi işgali altında olduğunu ve son işgalci asker İslam topraklarını terkedinceye kadar cihada devam edeceklerini söylemişti. 1918 yılının bariz olayı Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Mondros Mütarekesi’dir ki bu İslam alemi için matem yılıydı.

Sonuç itibariyle Suud kontrolünden çıkan İhvancı selefilik, Mısır merkez olmak üzere 22 İslam ülkesine yayıldı, İran devriminin ilham kaynaklarından biri oldu; tabii kaynakların yeni bir bölüşüm düzenine tabi olması gerektiğini öne sürdü, mevcut otokrat, diktacı ve monarşik yönetimlerin gayrıislami olduğunu, asıl İslam dünyası ile batı arasındaki mücadelenin İsrail’in işgal ettiği Filistin’de düğümlendiğini savundu. Müslüman Kardeşler’e ve İran İslam Devrimcilerine göre, Filistin bir halkın topraklarının işgalinden öte, iki ontolojik, tarihi ve askeri-politik güç mücadelesinin sembolüdür.

Vahhabilikten ve Suud yönetiminden ayrılan el Kaide ve bu çizgideki selefilerin de mücadelelerinin merkezinde Filistin meselesi vardı; selefiler için Filistin ne kadar önemliyse İran için de o kadar önemlidir: Bugün Mısır ve Suriye selefileri, Amerika ve Suudla aynı çizgide görünüyorlarsa da, Üsame bin Ladin, farklı düşünüyordu. Suudi Arabistan’da bulunan Amerikan kuvvetleri ve dünya genelinde Müslümanlara karşı olan tutumları sebebiyle Amerika’ya karşı cihat ilan ettiği bildirisinde amaçlarını Amerikan güçlerini Arap Yarımadası‘ndan çıkarmak, Suudi yönetimini devirmek, İslam’ın kutsal yerlerini kurtarmak ve dünya üzerindeki bütün İslami devrimci örgütleri desteklemek olarak sıralamıştı (El Kudsu’l Arabi, 23 Ağustos 1996).

Yine 23 Şubat 1998’de bin Ladin ile ez-Zevahiri, yayınladıkları fetvada “Kudüs‘teki Mescid-i Aksa ile Mekke‘deki Mescid-i Haram‘ı özgürleştirmek için Amerikalıları ve onların müttefiklerini öldürmek her Müslümanın görevi” olduğunu söylüyorlardı (El Kudsu’l Arabi, 23 Şubat 1998). Fetva, çeşitli İslami kuruluşlar ve akademisyenler tarafından da onaylanmış; beş farklı İslamcı örgüt liderinin imzasıyla Dünya İslam Cephesi adıyla yayınlanmıştı.

Buradan Suriye’de olup bitenlere baktığımızda şu aktüel manzara ile karşılaşıyoruz. Diğer Müslüman ülkede sivil ve demokratik yollarla iktidar mücadelesi veren ana akım İhvan’dan ayrı ihtilalci-darbeci yöntem kullanan Suriye İhvanı, 2011’de yine ayaklandılar –ki bana göre İhvan’ın asıl unsurları diyasporada idi. Suudi Arabistan, Ürdün ve Türkiye ayaklanmalarda rol oynadılar ama kısa süre sonra el Kaide ve DAİŞ tecrübesine sahip unsurlar çatışmalara dahil olup İhvan’ı saf dışı bıraktılar, nitekim bugün İhvan, Suriye’de hiçbir etkiye veya role sahip değil. 

El Kaide’den DAİŞ’e, Nusra’dan HTŞ’ye (Hey’etü Tahriru’ş Şam) geçiş yapan Colani yani Ahmet eş Şara, Şii İran, Hizbullah ve Zeydi Ensarullah’ın arkasında durduğu Sünni-İhvancı Hamas’ın maruz kaldığı soykırım ve açlıkla ilgilenmiyor; katliamı yapan İsrail’le beraber ortak düşmanlarının olduğunu söylüyor; Amerika ve Suudilerin öngörüleri doğrultusunda hareket ediyor, Türkiye’nin etkisinde Kürtlere özerk bölge fikrine sıcak bakmıyor. Suriye’nin önündeki en yakın gelişme 2020’de bölge ülkelerinin İsrail’i tanıyan Abraham Anlaşmasına dahil olmasıdır.

İran’da Şiiler Velayet-i Fakih merkezli bir siyasi ve idari model geliştirip uygulamaya koydular; Afganistan’da Taliban, geleneksel fıkha pratik kazandırmak üzere İslami Emirlik kurdu. Sünni-İhvancı Milli Görüş’e iktidar olma şansı tanınmadı, 28 Şubatçı darbeciler Erbakan’a ancak 11 ay sabredebildiler; anlamlı olabilecek model Mısır’da ve Tunus’ta olabilirdi, her iki ülkede Mursi ve Raşid el Gannuşi darbelerle devrildiler, hapse atıldılar. Şu anda direnmekte olan tek İhvan, Hamas kaldı. Türkiye’nin altına imza attığı deklarasyona göre, Gazze Mahmut Abbas’ın başında olduğu Filistin yönetimine devredilmek isteniyor.

İktidar olan selefi HTŞ’nin nasıl bir model tasarladığını bilmiyoruz. Şara belki de İsrail’e içten içe öfke duyuyor, Gazze’deki katilama, tehcir ve tenkile üzülüyordur –öyle olduğunu umuyorum- ama yedi kocalı Hürmüz gibidir, Amerika, Suudiler ve Türkiye’nin baskısı altındadır, göründüğü kadarıyla kendi kontrolü dışında tekfirci, rövanşçı grupların Alevilere ve Dürzilere dönük eylemlerine mani olamıyor. 

Suriye’nin kamp değiştirmesi kimin hayrına oldu, sormaya değer. İran’da İslam devrimiyle Humeyni ve kadrosu inisiyatifi tamamen ele geçirdi, Taliban da Amerikalıları kovduktan sonra kendi başına kaldı. Suriye’de selefiler aynı güce ve imkana sahip değiller. Anlaşılan şu ki, şimdilik selefilerin ya modelleri var uygulayamıyorlar, ya da bir modelleri yok, orta vadede olacak gibi görünmüyor. Şarkıdaki gibi “Kapıldım gidiyorum, bahtımın rüzgarına!”

- Advertisment -