Evet, bu hengamede ne denir diye düşündüm ve bu başlığı kullanmaya karar verdim.
Sonunda söyleyeceğimi başında söyleyeyim: Söz konusu hukuk devleti ise her şey teferruattır.
Son günlerde yaşanan ve anlaşıldığı kadarıyla çok daha uzun bir süre gündemi işgal edecek olan emekli amiraller bildirisinde iki eleştiri yöneltiliyor:
Birinci eleştiri, İstanbul Sözleşmesi’nde olduğu gibi, Montrö Sözleşmesi’nden de Cumhurbaşkanı’nın bir Resmi Gazete buyruğu ile çıkılabilmesinin kabul edilemeyeceği;
İkincisi ise; muvazzaf bir deniz amiralinin makam arabasıyla bir dini cemaatin binasına gidip orada tuhaf giysilerle bir ayine katılmasına rağmen, TSK tarafından herhangi bir yaptırımın veya meslek kuralının kendisine uygulanmaması…
Süreç şöyle gelişti:
TBMM tarafından oybirliği ile kabul edilmiş bulunan İstanbul Sözleşmesi’nden, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yazılan üç satırlık bir tezkere ile çıkılmasından sonra; konu Habertürk’te TBMM Başkanı Şentop’a soruldu. Cevap; “aynı yöntemle AİHS’den de, Montrö’den de çıkılabilir” oldu.
Önce Bahçeli o bayramlık ağzını yine açıp;
– Tez elden rütbeleri söküle, lojmanlardan atıla, emekli maaşları kesile; şeklinde fermanda bulundu.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı TCK 316. Madde denilen ve nasıl uygulanacağı hala belirsiz olan suçlamadan soruşturmayı başlattı.
TCK 316. Maddedeki suçu ve cezayı kısaca şöyle açıklayabiliriz:
İkiden ziyade kişi, devletin güvenliğine karşı veya Anayasayı ihlal etmek için, “elverişli vasıtalarla” suç işlemek üzere “anlaşırlarsa” kendilerine üç yıldan 12 yıla kadar ceza verilecektir.
Daha da açıklayıcı olmak için tersinden izah edersek; mesela bu amaçlarla tapu memurları, temizlik işçileri veya arsa komisyoncuları yukarıda belirtilen suçları işlemek için anlaşırlarsa “elverişli vasıtaları” bulunmadığından filleri de suç olmaktan çıkacaktır.
Ama mesela muvazzaf kuvvet komutanları veya geçmiş zamanlarda ikide bir rahatsız olan muvazzaf “Genç Subaylar” aynı suçları işlemek için “elverişli vasıtaları” haiz olduklarından, suç için anlaşmayı düzenleyen TCK 316. Madde onlara uygulanabilecektir.
İşte yukarıda mahiyeti açıklanan bu bildiri nedeniyle şu anda 104 emekli subaya soruşturma başlatılmış, bunun 10 kişisi an itibarıyla gözaltına alınmış; 4 kişinin ise yaşları nedeniyle 3 gün içinde savcılığa başvurmaları istenmiştir.
Şu andaki durum böyle.
Durum böyle de yaşanan ne?
Hukuk buna ne der?
Öncelikle belirtelim ki; ellerinde, kanunda belirtilen suçu/suçları işlemek için hiçbir şekilde “elverişli vasıta bulunmayan” bu emekli generallerin hepimiz kadar düşünce ve ifade hürriyeti bulunmaktadır.
Bu konuyu Anayasanın 25. ve 26. Maddeleri ile AİHS’nin 10. Maddesi düzenlemektedir.
Anayasanın 25. maddesine göre “düşünce ve kanaat hürriyeti” sınırsızdır.
Ayrıca hiç kimse düşünce ve kanaati nedeniyle “suçlanamaz”, “bu düşüncelerini açıklamaya hiçbir şekilde zorlanamaz” ve hatta “kınanamaz.”
Yani bu emekli devlet memurlarına bu bildiride yer alan ibare ve cümleler ile ilgili hiçbir soru sorulamayacağı gibi bu düşünceleri nedeniyle suçlamak da mümkün değildir. Bu konuda mutlak anayasal yasak vardır.
Ancak “ifade özgürlüğü”, “düşünce ve kanaat özgürlüğü” gibi sınırsız değildir.
Bu sınır Anayasanın 26. Maddesinin ikinci fıkrasında yazılıdır.
Eğer açıklanan bu düşünce; milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanması, başkalarının şöhret ve haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevlerinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amacıyla sınırlandırılabilir.
Ama bu sınırlama AİHS’ye göre “demokratik toplum düzenine” de aykırı olamayacaktır.
Bildiriye baktığımızda metindeki hiçbir ifadenin Anayasanın 26/2. Maddesinde yazılı istisnalara tabi olmadığı açıkça görülüyor.
Ayrıca hukukumuzda düşünce açıklamasının zamanlamasını düzenleyen bir kural da bulunmamaktadır.
Düşünce açıklamaları saat 24:00’te yapılabildiği gibi saat 13.00’te de yapılabilir. Mesai saatleri içinde de olabilir, mesai saatleri dışında da olabilir; gece yarısı da olabilir, sabaha karşı da olabilir.
Yine Cumhurbaşkanının iddia ettiği gibi düşünce açıklamalarında “aksi takdirde” şeklinde bir “bağlama deyişinin” olup olmaması da kayda değer bir durum değildir. Olsa olsa yazanın üslubuyla ilgili bir konudur.
Ayrıca bu açıklamayı yapmanın bir “zevzeklik” hadisesi olduğu da kabul edilebilir bir hal değildir. Bir Anayasal hakkın kullanılması neden “zevzeklik” olsun?
Yani iki gündür yaşanan bu hali; hukuk devleti ilkeleri denen mihenk taşına vurursanız, salt bu nedenlerle 104 insanın aileleriyle birlikte lojman haklarının ortadan kaldırılmasıyla kendilerini çoluk çocuk kapı önünde bulmalarını, 10’unun gözaltı merkezlerinde tutulmasını, belki de önümüzdeki günlerde tutuklanmalarını Avrupa Konseyi üyesi bir ülkenin neresine yakıştırabilirsiniz?
Ama bu bildiri tabii ki eleştirilebilir:
– Neden Montrö’nün yanında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden de çıkılabileceği eleştiri konusu edilmedi?
-Neden İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması eleştirilmedi?
O da dilerse bana bir yanıt verebilir veya “Sana ne!” diyebilir. Ve her şey olur biter.
Benim önceliklerimle onun önceliklerinin aynı olması gerekmez.
Dikkat etmek gerekir, asıl önümüzde duran mesele, yalnızca iktidarın değil, muhalefetin de konuyu hukuk denen mihenk taşına vurmamasıdır.
Ya yargı?
İşte yargı deyince, gerçekten utanıyorum, yüzüm kızarıyor, tansiyonum fırlıyor: Yarın bir gün “ya dosya önüme gelirse ne karar veririm” demiyor ve kendine göre uygun bir tv kanalına bağlanan Yargıtay üyesi bakın ne diyor:
“Namaz kılan bir amirali bahane ederek darbe imalı bildiri yayımlayan emeklilerin bu anayasal düzene karşı darbe imalı bildirimlerini Yargıtay üyesi olarak lanetliyorum ve kınıyorum.”
Daha bu insanların savunmaları alınmadan, bir dosya dahi oluşmadan zatı şahaneleri kararını şimdiden vermiş ve kesinleştirmiş gibi…
Hızını alamayan Yargıtay Başkanlığı ise daha beter:
“Anayasal ve yasal yetkiye dayanmayan ve milletin iradesini hedef alan hiçbir güç ve oluşum kabul edilemez. Geçmişte yaşanılanlar göstermiştir ki darbe, muhtıra ve vesayet hevesi olanlar, milletimizin engin feraseti ve eşsiz kahramanlığı ile bertaraf edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin güvenliğine, anayasal ve demokratik düzen ile bireysel hak ve özgürlüklere yönelik her türlü müdahaleye karşı yargı yetkisini Türk milleti adına bağımsız ve tarafsız şekilde kullanan yargı kurumları, yasalar çerçevesinde gereğini takdir ve ifa edecektir.”
Generaller yargılandığı zaman Anayasa Mahkemesinden önce dosya Yargıtay’a gelir. Ve anlaşılıyor ki, “Yüce Yargıtay” daha dosyası bile bulunmayan dava ile ilgili kararını şimdiden vermiş bulunmaktadır.
Generaller lojmanlarından atılacak, rütbeleri sökülecek, emekli maaşları kesilecek ya; o dosya da sonunda Danıştay’a gidecektir. Bakınız bu furyadan geri kalmayan Danıştay ne diyor:
“Anayasamızda ve kanunlarımızda Devlet organları ile bunların görev ve yetkilerinin neler olduğu gösterilmiştir. Egemenlik kayıtsız ve şartsız Millete ait olup, Türk Milleti bu egemenliğini yetkili organları eliyle kullanır. Hukuk ve demokrasiye aykırı girişimleri çağrıştıran ifade ve üslup ile, Devlet organlarının egemenlik yetkisine müdahale edilmesi, demokrasiye ve hukuk devletine zarar vermektedir. Yakın geçmişte hukuka ve demokrasiye darbe vurmak isteyenler, bugün yargı mercileri önünde hukuka uygun şekilde yargılanmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin anayasal kurum ve değerlerine, temel hak ve özgürlüklere yönelik bu tür girişimlere karşı, yargı kurumları hukukun üstünlüğünün ve demokratik değerlerin korunması yönünde üzerine düşeni, yargı yetkisini kullandığı Millet adına yasalara uygun olarak yerine getirmeye devam edecektir.”
Sanki bunlar yargı görevini değil İçişleri Bakanlığının kolluk görevini ifa ediyorlar!
Demokratik hiçbir ülkenin yargısı bir soruşturmayla ilgili olarak; kararından ne önce ne de sonra, böyle açıklamalarda bulunamaz.
Bunun hukuktaki karşılığı ihsas-ı rey’dir. Yani yargının ön yargılı davranmasıdır.
Bu konuda açılacak davalar ve verilecek kararlar daha şimdiden, Anayasanın 38/4. Maddesinde yer alan “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz” hükmü çerçevesinde Anayasanın 36/1., Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. Maddesine göre “adil yargılanma hakkına” aykırı olacaktır.
Yani olayı, işin mihenk taşı olan hukuka vurduğunuzda iktidarıyla, muhalefetiyle, yargısıyla ne derecede geri olduğumuz anlaşılmaktadır.
Oysa yaşanan bu durumu bizler yalnızca hukuku göz önünde bulundurarak “amasız”, “fakatsız” değerlendirmek zorundayız.
Yaptıkları ne zevzekliktir; ne de asıl gündemi değiştirmektir.
104 insanın düşünce ve ifade özgürlükleri şimdiden ve tam olarak ihlal edilmiştir.
Yani demem odur ki, hukuk devleti ve demokrasi yanında her şey teferruattan ibarettir.