Ana SayfaManşetSu çatlağını bulur mu?

Su çatlağını bulur mu?

Filmin en önemli önermesinin temas olduğu âşikâr; konuşarak, dokunarak, belki kavga ederek ama hiçbir şekilde yok saymayarak iletişim içinde yaşamak toplumun iyileşmesi için elzem. Her kesimin ilacının bir diğerinde olduğu ve birbirimizi dinlemenin bize iyi geleceğine dönük bir vurgu bu.

“Gölgenin dost mu düşman mı olacağı kendimize bağlıdır. Gölge her zaman bir iç düşman değil, tıpkı birlikte yaşanılan diğer bütün insanlar gibi, durumun gereğine göre bazen boyun eğerek, bazen direnerek, kimi zaman da severek birlikte yaşamak zorunda olduğumuz bir varlıktır. Gölge görmezden gelinir ya da yanlış anlaşılırsa düşmanlaşır.”  (C.G.Jung)

Berkun Oya’nın Bir Başkadır dizisi Netflix’te yayınlanmasının ardından toplumun birçok kesiminden ciddi bir alaka gördü, sosyal medyada hala gündemden düştüğü söylenemez, dizi hakkında onlarca yazı yazıldı, yorum videoları çekildi. Üzerine o kadar çok yazıldı, çizildi, konuşuldu ki artık Bir Başkadır’ı dizinin etrafında örülen bu anlam ve yorum haresinden bağımsız ele alabilmek pek güç.

Bir taraftan da en az filmi izlemek kadar keyifli yazılan yazıları okumak. Filmin hemen herkesin bam teline nasıl da dokunduğunu farklı metinler üzerinden takip etmek. Yazılan yazılarda da filmde olduğu gibi önyargıları, hassasiyetleri, zayıf noktaları görmek mümkün. Dizideki temsillerden rahatsız olanların sayısı az değil, bir taraftan da herkes filmi çok sevmiş. Mesela Kürt temsillerinin yeterince işlenmediği, ailenin karikatür kaldığına değinenler var, belirli ezberleri tekrarladığı ve pekiştirdiği için eleştiriliyor yönetmen. Bu bakış açısının benzerlerini farklı yazılarda; kadın temsili, Beyaz Türk temsili, başörtülü temsili üzerinden yapanlar da çok. Bu kritiklerden yola çıkarak, bu temsillerin filmlerde şimdiye kadar ne kadar yetersiz ve genellikle tek boyutlu işlendiğini ve bu konuda ne kadar büyük bir açlık olduğunu söyleyebiliriz. Bir taraftan da bütün bu meseleleri kendine dert etmiş bir filmin dahi bunları neden aşamadığı üzerinde düşünmeliyiz.

Berkun Oya’dan bütün memleketi bir filme sığdırmasını beklemek haksızlık olurdu fakat bir taraftan da yapılan eleştirilerde de yer yer haklılık payı var. Kendi veçhemden yola çıkarak başörtülü temsilini yine bir gündelikçi kadın ezberinden çıkarmamasından ötürü rahatsızlık duydum. Sadece Türk sinemasındaki örneklere bakıp da memleketi analiz etmeye kalksanız karşınıza gündelikçi başörtülü profilinin ötesinde ikinci bir örnek handiyse çıkmaz. Bu, gündelikçi başörtülü temsilini inkar etmek anlamına gelmiyor tabii ki fakat neden hala eğitimli ve kimliğini problem etmeyen, olduğu yerden memnun bir başörtülü karakter ile filmlerde karşılaşamıyoruz? Toplumda Beyaz Türk ile ancak gündelikçi bir başörtülünün yollarının kesişeceği şeklinde açıklanamaz dizideki bu tercih. Meryem (Öykü Karayel) tipolojisinde sorun yok, zaten olduğu haliyle kabul gören bir temsil bu, asıl anlaşılamayan ve fikren aşılamayan diğeri. Üstelik toplumdaki karşılığı da daha fazla.

Berkun Oya’nın dizisinin bu kadar ciddi bir alaka görmesinin ardında mutlaka ‘toplumsal mozaik’i birçok veçhesi ile resmetmesinin etkisi büyük. Filminde toplumun farklı kesimlerinden karakterleri karşı karşıya getirmesi ve meselelerini onlara dolaylı değil de doğrudan ifade ettirmesi ve nihayetinde de dertlerine dermanın yine birbirlerinde olduğunu ima etmesi diziyi özel kılan yanı. Oyuncuların güçlü performanslarına film çok şey borçlu, konuşkan bir film Bir Başkadır ve toplumun hasıraltı edilen travmaları birçok sahnede karakterler aracılığı ile gözümüzün içine bakılarak, oldukça net bir şekilde ifade ediliyor. Halbuki gündelik hayatta bu meseleler söz konusu olduğunda, ‘öteki’ ile karşılaştığımızda gözümüzü başka yönlere çevirmeye, sözü değiştirmeye o kadar alıştırıldık ki. Film bir nevi izleyiciye ayna tutuyor.

Peki biz daha önce sinemamızda ya da dizilerde bu temsillerle hiç karşılaşmadık mı? Farklı farklı filmlerde evet ama tek bir filmde bu kadar çeşitliliği biraraya getirip bu kadar birbirine açan ikinci bir örnek bulmak zor olacaktır. Zeki Demirkubuz’dan Nuri Bilge Ceylan sinemasına, Yeşim Ustaoğlu’na hatta Halit Refiğ gibi Yeşilçam jenerasyonundan birçok yönetmenin filmine hem biçimsel hem de anlatı bakımından referanslar verilebilir. Mesela Özer Kızıltan’ın çektiği Takva filminin ardından da 2006 senesinde ciddi bir tartışma ortamı oluşmuştu. Takva’da Muharrem (Erkan Can) isimli bir dervişin kabuğundan çıktığında, para ile karşılaştığında nasıl hızlı bir dönüşüm geçidiğini izlemiştik. Takva filminin eleştirel okları sadece bir yöne, muhafazkar kesime doğruydu. Seren Yüce’nin Çoğunluk (2010) filmini de anabiliriz. Çoğunluk’un milliyetçi muhafazakar ‘baba’sı rolünde Bir Başkadır’ın Hoca’sı Settar Tanrıöğen vardı. Onun şımarık oğlu Mertkan (Bartu Küçükçağlayan), Meryem gibi bir gündelikçi olan evdeki kadına (onunla konuşmak şurada dursun) tekmeyi basıyordu. Şehrin periferisinde yaşayan, gündelikçi kadınların hayatına dokunan filmler de az değil. Bu kadınların ekonomik ve sosyal açıdan içine sıkıştıkları hayatların üzerinde göz gezdirdi genelde yönetmenler. Yeşim Ustaoğlu’nun Tereddüt  (2017) filminde de seküler psikiyatr Şehnaz (Funda Eryiğit) ile kasabaya sıkışmış kalmış Elmas (Ecem Uzun) benzer problemleri farklı tezahürlerde yaşıyor ve zor bir günün sabahı karşılaşıyordu. Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmindeki Aydın (Haluk Bilginer) karakterinin (o da bir beyaz Türk idi), köyün imamı ile yaptığı zoraki sohbet ya da Ahlat Ağacı’ndaki imamların diyalogları onların dünyalarına kısmen sokuluyordu. Kış Uykusu’nda Aydın’ın şahsında toplumdaki aydın prototipine dönük ince bir eleştiri vardı ve imamlar, hocalar bu filmlerde ana karakterin fonunu zenginleştirmekten ibaretti. Beyaz yakalıları kritik eden filmlerin sayısı da son yıllarda hayli arttı, Semih Kaplonoğlu’nun Bağlılık Aslı (2019), Kıvanç Sezer’in Küçük Şeyler (2019) filmleri misal gösterilebilir. Başörtülü bir karakteri anlama ve anlatma iddiasındaki Büşra (2010) filminden bahsetmeden olmaz. Başörtülü Büşra da Bir Başkadır’daki Hoca’nın kızı Hayrunisa (Bige Önal) gibi geceleri kulüplerde takılıyor, farklı dünyaların insanı oldukları için bir türlü kavuşamadığı yazar sevgilisi yaralandığında ise aklına ilk olarak başındaki örtüyü çıkararak onun yarasını sarmak geliyordu. Kürt temsilleri için ayrıca parantez açmak gerek, onlarca olumsuz örnek teşkil edebilecek film çekildi evet ama 2000’li yıllarda tüm bu olumsuzlamalara bir direnç teşkil eden Kürt sineması örnekleri, tüm imkânsızlıklara rağmen, önemli filmler üretti. Sadece İki Dil Bir Bavul’u (2008) anmak dahi yeterli olacaktır.

Berkun Oya’nın dizi filminin farkı, toplumun farklı kesiminden, mümkün mertebe birbirinin yoluna çıkmayan bu insanları romantize etmeden, kendi ideolojik söylemlerine hapsetmeden, en önemlisi de karşı kampa bir taarruz mantığından uzak bir şekilde bir araya getirerek onları konuşturuyor olması. Dizideki karakterler birbirine tesadüfen denk gelmiş değil de zaten yeterince iç içe, girift bir toplumun parçaları olarak sunuluyor. Ben nerede bitiyor ‘öteki’ nerede başlıyoru kestirmek güç bu bütünde. Bir taraftan da farklı kutuplardaki karakterlerini birbirinin gözünün içine bakmaya, yer yer saç baş kavga etmeye ama bir şekilde iletişime mecbur bırakıyor. Filmin en önemli önermesinin bu temas olduğu âşikâr; konuşarak, dokunarak, belki kavga ederek ama hiçbir şekilde yok saymayarak iletişim içinde yaşamak toplumun iyileşmesi için elzem. Her kesimin ilacının bir diğerinde olduğu ve birbirimizi dinlemenin bize iyi geleceğine dönük bir vurgu bu. Yasin (Fatih Artman) gibi gergin ve sert mizaçlı birinin omuzuna merhametle dokunulduğunda gözlerinden yaş akması, Meryem’in ağabeyi ve Hoca’sına rağmen gidip psikiyatr Peri’ye (Defne Kayalar) içini dökmesi, Peri’nin ise Meryem’i dinlerken kendi ağrıyan yanlarını bulması, Ruhiye’nin (Funda Eryiğit) onu delilik sınırlarına vardıran travmalarıyla yüzleşmek için onca yol gitmesi hep şifa için. Dizinin ilk bölümlerinde karakterler sustukları noktalardan konuşuyor daha çok, herkes kendisiyle meşgul ve kronik bir iletişimsizlik hali hâkim. İlerleyen bölümlerde ise tam bir çözülme yaşanıyor, her biri bir şekilde geçmişe gidip yüzleşerek ve içindekileri dile döküp, ifade ettikçe iyileşiyor.  Film iletişim kanallarını o kadar ciddi açıyor ki belki de asıl konuşma dizi bittikten sonra başladı. Bu sebeple yazılan yazılar da film üzerine yapılan sohbetler de henüz hitâma ermiş değil.

“Kafamda Biri Var Ama O Ben Değilim”

Filmin iç sesi gibi genç imam Hilmi (Gökhan Yıkılkan). Sürekli Jung’dan referanslarla konuşması, kolektif bilinçaltını ve Jung’un ‘gölge’ arketipini diline dolaması üzerinde durmakta fayda var. Jung’un teorisine göre ‘gölge’, bireyin bilmeyi tercih etmediği, reddedilmiş taraflarını temsil eder. İnsanın, kendinde reddetiği bu yönleri başkalarında görme gibi garip bir eğilimi vardır. Kendimizde görmeyi kabul edemedeğimiz bencillik, dağınıklık, cehalet, korku, kaygı gibi özellikleri hep karşı tarafa yükler ve karşımızdakini en çok bu yönleriyle eleştiririz. Gölgelerimizle uzlaşırsak bunlar yaratıcılık yönümüzü tetikler, görmezden gelir isek bir vakit sonra bunlar düşmanlaşır ve belirli varlıklarda tecessüm eder.

Peri, bir psikiyatr olmasına rağmen Meryem ile karşılıklı oturup onu dinlemekte zorlanır ve içinde tanımlayamadığı,  durduramadığı bir öfkenin varlığından söz eder. Başörtülülere karşı bu tutumunu ailesi, bilhassa annesine bağlar. ‘Öcü gibidir’ annesi için başörtülüler. Peri her ne kadar filmde içindeki ‘gizli faşist’i görmezden gelse de bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındadır. Supervisor’ı Gülbin’e (Tülin Özen) karşımda durması “kalbimi sıkıyor” dediği halde içten içe Meryem ile görüşmek istemesini başka türlü açıklayamayız. İçinde yaşadığı rutinden artık boğulduğunu, “Bir şeyler itiyor beni. Yumruğuyla itiyor beni.” diye haykırarak ağlaması sadece onun sıkışmışlık halini değil, memleket insanının genel durumunu da özetler. Senelerdir fark edemediğimiz yumruklar önümüzü kesiyor, bakış yönümüzü kapatıyor, teması engelliyor ve bizi gittikçe kendi kabuğumuza hapsediyor. Senelerdir sınıfsal, toplumsal, ekonomik, siyasal, dinsel söylemlerin bireyler arasına ördüğü o koca duvarları içten içe aşmak ister Peri.  Filmdeki en tesirli sahnelerden biri de tüm gösterdiği dirence, Gülbin’e sürekli terapiyi bitireceğim demesine rağmen Meryem’in yollarını gözlemesidir.

Jung’un ‘gölge’ ardketipi de diğer arketipler gibi kolektif bilinçdışının bir tezahürüdür. Burada ‘birincil imgeler’den bahseder Jung, bu imgeler topluluğu bizlere atalarımızdan miras kalmıştır. Atalarımızın hayaletlerinden bağımsızlaşmış değiliz; dizide de duvardaki nazar boncuğu, en dar vakitte mutfakta kavrulan kıyma, tercih edilen müzikler, kurulan cümleler ve insanların kalıplaşmış ilişki biçimleri hep geçmişten bize miras. Dizide kuşatıcılık ve yüzleşme arzusu bugün ile sınırlı değil muhtemelen. Filmin anlatısında, müzik tercihlerinde, karakterlerin hikâyelerinin mutlu son ile bitmesindeki Yeşilçam tınısında, 70’ler, 80’ler 90’lara dair günümüze taşınan imgeler, eski görüntülerin tercihinde bugünün meselelerinin sadece bugün ile ilişkili olmadığının imâsını taşıyor. Tabii burada içimize kaçan 70’ler, 80’ler dediğimizde o yıllara has sadece nostaljik duygular, naiflikler, insani ilişkiler değil de darbeler, sokak çatışmaları, toplumun yaşadığı travmalar ve ayrışmaları da hatırlamak gerek. Yaşanan kavgalar, kutuplaşmaların müsebbibini sadece bugünün aktörlerinde değil geçmişte de aramalı. Hepimizin birbirimize ne kadar benzediği, hepimizin içinde biraz diğeri olduğu halde bu kadar farklı uçlara, kutuplara savrulmuş olmamız bir günde gerçekleşmedi.

Dizinin mekân tasarımı, sanat yönetmenliği de oldukça başarılı. Berkun Oya’nın diyaloglardaki ince işçiliğini, kelimeleri yan yana dizişindeki detaycılığını her bir karakterin yaşama alanındaki nesnelerin bir araya getirilişinde de görüyoruz. Kurulan cümleler kadar bu mekânlar toplamı, ortak imgeler de bizi biz yapıyor. İster “Türkiye’nin ruhu’ deyin buna ister ‘ethos’ ister ‘zeitgeist”.Bu imgeler ve sözcüklerle örülen ağ filme olan rabıtamızı güçlendiriyor.

Filmin biçimsel yapısında ilginç bir denge kurmuş Berkun Oya, sanat sinemasında karşımıza çıkabilecek kamera hareketleri, kadrajlar da, Yeşilçam melodramlarından aşina olduğumuz görüntü geçişleri, planlar da yan yana durabilmiş filmde. Bu biçimsel tercihler geçmiş ile bugün arasındaki sınırları belirsizleştirmiş. Bu “Türk sineması karması”, memleketin farklı dönemlerine, o dönemin hayat pratiklerine, nesnelerine, imgelerine ve bugüne saldıkları hayaletlere de alan açıyor böylelikle.

Dizide izleyicinin önyargılarına sürekli bir taaruz söz konusu. Bağış kutusu ve sahte çiçekler ile imlenen Hoca karakterinin alışık olduğumuz hoca tiplemeleri gibi her an keyfimizi kaçıracak bir hamle yapmasını bekliyoruz ama nafile, komando gerilimi ruhuna sinmiş Meryem’in ağabeyi Yasin, evdeki kadınlara şiddet uygulasa ondan nefret etmeye hazırız ama bu da gerçekleşmiyor. Hoca’nın başını açarak evden çıkan kızına bir tavır geliştirmesi lazım ama yok. Meryem ise ince zekası, her cümlesi, her mimiği ile izleyiciyi afallatıyor. Yönetmen hemen her karakterinde izleyiciyinin önyargılarını boşa çıkararak ters köşeye düşürüyor.  Bir taraftan da karakterlerin her birine baktığımızda patolojik vakalar görüyoruz, 90 sonrası Türk sinemasının genel eğilimi Bir Başkadır’da da hâkim. Hastalıklı, patolojik bir toplumun küçük birimleri ile karşı karşıyayız. Filmde herkes mutsuz; Meryem bunalımlı yengesi ile gergin ağabeyi arasında kalmış, Gülbin ise geleneksel ailesi ile seküler hayatı arasında, Sinan tam bir ıssız adam. Yine de her karakterin içindeki umut ve sevginin baskın gelmesi ile filmin, yer yer sahicilikten uzaklaşsa da, mutlu sonla bitmesi hem nostalik hem sempatik. Filmdeki her bir karakter gibi her tarafı yara bereli bu yorgun toplumun filmler vasıtasıyla da olsa şefkate gerçekten ihtiyacı var.

- Advertisment -