spot_img
Ana SayfaGÜNÜN YAZILARISultan-ı Yegâh’ın anlaşılamayan saltanatı

Sultan-ı Yegâh’ın anlaşılamayan saltanatı

“Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış...” deriz ya, biraz gücün-güçlünün, her türden iktidarın yamacında durarak... “Tavşan!” deriz o eğri tebessümle, “Dağa…” deriz keh keh. Oysa dağa küsen tavşanın kıymeti bilinmemiş hikâyesinin önemi, onun hazin cesareti, sessiz isyanı, dağları delen Ferhat mitinden az değil. Ben asıl dağa küsüp de deliğine çekilen ve orada ölen tavşanın hikâyesini merak ederim hep. Zira tavşanın dağa küsmesi sanattır.

Unutulmaz şarkılar daha çok güftesi, sözleriyle mi çağırıyor, peşine takıyor insanı yoksa söyleyeni ya da melodisiyle mi? Bu soruyu A. B. C. diye şıklasalar o anket terletir herhalde. Değişkeni çok zira… Testteki eksik yanıt şıkkı “D. Duruma göre hepsi” olmalı belki de.

Hâl, durum değişken… Bazen seni, o zamanki halet-i ruhiyyeni yansıtan sözleriyle, felsefesiyle yakalar, bazen “gitmesen de, kalmasan da” Neşet Ertaş’ın “köy”ü, dili, gırtlağı, kırık sesidir onu unutulmaz kılan. Kiminde de kulağında bir reklam müziği, cıngılı gibi asılı kalan melodisi…

Gün gelir hepsi neşede-kederde bütünleşir, anılarını sakladığın eski “müzik kutusu” olur, içinden eşlik ettiği zaman öne çıkar. Duyunca kutunun üzerindeki balerin gibi dönersin o günlere… O zamanlı olursun bir an, dejavu sarhoşu turist gibi dinlersin o günlerin an müziklerini. O hatıralarla sözüymüş, solistiymiş, müziğiymiş teferruat kalır.

Sevgilisi değil evde kalmış ablası

Yaş baş da belirleyici… Çocukken, prematüre gençliğimizde yabancı müzikte “söyleyen ve melodi” esastı mesela. Güftesinin tercümesini, mânâsını, derdini bilmeden nice efsane şarkılar(ımız) geçti hayatımızdan. Dinledik, daldık, danslar ettik, öyle tutulduk sadece.

Hugues Aufray’nin fısıldadığı “Dis moi Celine (Söyle bana Celine)” çocukluğumuzda en güzel aşk şarkılarından birisiydi bizim için. Frankofon da olsa ezberledik, dilimiz döndüğünce fısıldadık da sözlerini. Yıllar geçince öğrendik ki evde kalmış ablasına yazmış/söylemiş meğer o şarkıyı.

“Söyle Celine, yıllar geçti /Neden hiç evlenmedin /Tüm kız kardeşlerimden /Kocası olmayan tek sensin /Bir erkeği mutlu edebilirdin /Söyle bana Céline, sen bizim en büyüğümüzsün /Neden evlenmedin” mealinde kıl kıl sözlerini düşününce… Rezalet! Ama o şarkıyı fısıldayıp da makamıyla çıtlattığı aşkına karşılık alamayan için klasik, nihai manevraydı esasında: “Bacımsın sen benim…”

Jesse’nin niyete göre değişen hikâyesi

Bıyığımız terlediğinde de var öyle çuvallamalarımız. Joan Baez’in sesiyle içimize işleyen ve gençlik aşkı Bob Dylan’a ithaf ettiğine yürekten inandığımız “Jesse”nin aslında kaybolan köpeğine yazıldığını söylemişti bilgisine önem verdiğimiz bir arkadaşımız.

“Kaynak kişi”liğiyle ona da inanmıştık ki gayet mümkündü: “Jesse, eve dön /Uyuduğumuz yatakta bir boşluk var, giderek soğuyan /Jesse, yüzün uzandığımız yerde”.  Biraz münasebetsiz de olsa bu bilgi şarkıyı eksiltmedi; olsundu, seviyorduk şarkıyı da, köpekleri de…

Dylan’ın seslenişiyle “Joaney” o dönemde ne eylerse, güzel eylerdi zaten. O ne güzellikti yarabbim, yıllar geçerse geçsin, her yaşına ayrı ayrı tutulursun. Yeter ki o uzun etekleri, elbiseleriyle “o gül endâm bir al şâle bürünsün yürüsün /ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün”.

Herkese, her niyete yazılan şarkılar

Yıllar sonra bir vesileyle o şarkıyı Googleladığımda gençliğimizdeki o “bilgi”lerin silme yanlış olduğunu öğrendim. Öncelikle o beste Baez’in değil Janis Ian’ındı. Dolayısıyla ne Dylan’a, ne firari köpeğine dairdi. Ian o şarkının sözleri ilk aklına düştüğünde, 14-15 yaşındayken evine dönmesi beklenen bir Vietnam gazisini hayal etmişti.

Bir süre sonra “onu daha evrensel bir anlamda” yazmaya karar verdi: “Çünkü şarkı sevilen, beklenen, ne zaman döneceği, hatta eve dönüp dönmeyeceği merak edilen herkesle ilgiliydi aslında.” Sevgili, eş filan olması da şart değildi, “portable”dı, “ana, baba, bacı, kardaş” herkes olabilirdi.

Bu düşünceyle Ian söz yazarlığını, “her dinleyenin kendi kişisel deneyimine alabileceği”, içselleştirebileceği genelgeçer hikâyelere dönüştürme ustalığını kazandı. Hatta bazen şarkılarındaki isimleri bile “cinsiyetten bağımsız” hale getirdi, böylece kadın-erkek herkes o şarkıyı dinlerken kendini o “özne”nin yerine koyabilecekti.

Müzikte duymak-dinlemek-anlamak farkı

İngilizcenin hayata daha yaygın katılmasıyla, internette her dilden anında Türkçe çeviri imkânlarıyla artık yabancı müzik eskisi kadar “yabancı” gelmiyor kuşkusuz. Ancak bir şiirin, şarkının sözlerinin sadece tercümesine, dümdüz çevirisine göz atmak “mânâsı”nı, onun neden, niçin yazıldığını anlamakla, hissetmekle aynı şey değil elbet.

Üstelik bu “sorun”la orijinali Türkçe olan şarkılarda, türkülerde bile karşılaşıyoruz. Dilinin doğuştan Türkçe olması o dizelerin mânâsını kavramana yetmiyor. Bu mevzuda belki eskinin klasik kompozisyon müfredatından “bakmak ve görmek farkı”nın yanına “duymak, dinlemek ve anlamak farkı” iliştirilebilirdi. Öyle de eksik kaldık, bana sorarsanız.

İşbu nedenden vaktiyle ağır bir dramı, trajediyi anlatan, o kederle kanaya kanaya yazılan türkülerin en neşeli “oyun havası” olarak pistleri doldurması ilginç bile değil ülkemizde. O kullanımda sözleri teferruat zaten, aslolan bildik ritmi, toplu zikri.

Eskiden oralar hep kara dutluktu

Çıktığından beri hiç eskimeyen kıpır kıpır nağmesiyle düğünlerin, şenliklerin ulusal oyun havası “Ankara’nın Bağları” misal. “Ankara’yı nasıl bilirsiniz?” dese biri, “Ankara Ankara güzel Ankara /Seni görmek ister her bahtı kara”nın  esamesi okunmaz da bağlarını anında cep telefonu melodisinden dinletir.

Hikâyesi eskiden Ankara’ya bağlı olan Keskin ilçesinde yaşanan bir drama dayanıyor(muş). Kısaca özetlersem, önce kavuşamayan sonra evlenen ama üç ay sonra hayatları veremle, şifa umuduyla geldikleri Ankara’nın bir bağında ölümle noktalanan iki sevdalının hikâyesi.

O niyetle, o bilgiyle algılandığında sözleri, oynarken gerdan kırılan “büklüm büklüm”ü dâhil öyle, hüzünlü esasen. Orijinalinde türkü de hızlı bir ritimle dinleyeni piste attıran bir oyun havası değil ağır havasıyla bir ağıt.  İnternette o türkünün ağır makamdan caz, blues formunda denemelerini bulmak bile mümkün.

Askeri darbe günlerinin Altın Plağı

Meramıma, yazımın asıl çıkış noktasına -nihayet- gelirsem… Bir zamanlar Nur Yoldaş’ın sesiyle rüzgârını estiren Sultan-ı Yegâh şarkısından söz etmek istiyorum. 12 Eylül darbesinden bir yıl sonra çıkıyor piyasaya, anında “hit” oluyor.  O zalim, karanlık, kıyasıya yasaklı günlerde darbe TRT’sinde de “en çok çalınan parça”.

Ezgisi doğudan batıya gezinen,  Türk Müziği makamlarını klavyeden akustik-elektro-bas gitara, flütten klarnete, trompete, kemençeden yaylı tambura, yaylı, vurmalı çalgılara dolaşan “pop” şarkı çıktıktan bir yıl sonra, 1982’de “Altın Plak” da alıyor.

Bestecisi Ergüder Yoldaş. “Osmanlı Pop” yakıştırması da yapılan şarkı Attila İlhan’ın aynı adlı şiirinden… Aslolan Nur Yoldaş’ın güçlü icracısıyla, o hoş, gezdiren melodisi. Kulağa uzaktan değen sözleri “Osmanlı dönemini filan” anlatıyor işte.

Şiirdeki “Nemli yumuşaklığı tende denizden gelen âhın /gizemli kanatları ruhta ölüm karanlığının /başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın /(…) eylem dağılmış gönül tenha çalgılar kış uykusunda /ölümün tartışılmazlığı nihayet anlaşılsa da /bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak /çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak /su yasak rüzgâr yasak açık kapılar yasak /belki bu karanlıkta yasakları yasaklasak” dizeleri de yasak aşk, hazin sevda, ayrılık filan olmalı herhalde. Sözleri eğer dinleniyorsa, öyle, o niyetle dinleniyor.

Darbecilere kahreden şarkı “hit”

Oysa Attila İlhan “Tutuklunun Günlüğü” kitabında yer alan o şiir(ler)ini önceki darbenin, 12 Mart’ın karanlığına, zulmüne, idamlarına karşı kahırla yazmış. Yani dokuz yıl önceki askeri darbeye kahreden şiir-şarkı, halefinin 1980’deki darbesinde TRT’de, radyolarda, teyplerde, pikaplarda, sokakta, sahnelerde, turnelerde bangır bangır.

Deniz Tipigil’in “Düşün-ü-yorum Dergisi”nde geçen yıl yayınlanan röportajında Yoldaş’ın dostu, öğrencisi Opr. Dr. Ercan Çakır o günleri şöyle anlatıyor: “Atilla İlhan’ın evine gittik o dönem.  Ben, Nur (Yoldaş) ve Ergüder Hoca beraber… Sohbet çok güzel giderken birdenbire Atilla İlhan ‘Yaaa arkadaş, sizdeki nasıl bir cesarettir, nasıl bir yürektir ha! Böyle bir cesaret! Hem de böyle bir dönemde! Pes! Ben Sultan-ı Yegâh’ı 12 Mart darbesini eleştirmek için yazmıştım’ dedi. 12 Eylül’ün hemen sonrasındayız ya… ‘Allah’tan hiç kimse anlamadı. Şimdiye kadar anlamadılarsa artık anlamazlar’ dedi”.

Tekliğin, tek olanın sultanlığı

Umutlar o yönde ama TRT birdenbire Sultan-ı Yegâh’ı yayından kaldırıyor. Hepsinde “Sonunda farkına mı vardılar acaba?” endişesi… Ama öyle değilmiş meğer. Çakır şöyle devam ediyor: “Kaldırma gerekçesini makam adının yanlış okunması olarak gösteriyorlar. ‘Doğru adı Sultan-i Yegâh’tır, ondan kaldırdık’ diyorlar. (¹)

Oysa Atilla İlhan’ın “ı” harfiyle Sultan-ı Yegâh demesinin sebebi, o ifadenin Tekliğin Sultanlığı anlamını taşıması. Darbeyi eleştirmek üzere yazmış ya, tek olanın sultanlığını… Yegâh biliyorsunuz tek demek, diktatörlük anlamında kullanmış yani.

Tekliğin sisteminin, otoriter sistemin sultanlığı ne zaman başlar, ay doğarken. Gece doğar saltanatı o sistemin. Gecenin bu şiirdeki simgeselliği, kötülüğü, adam öldürmeleri, işkenceleri, zulümleri işaret eder. Onların saltanatı başlar ay doğarken, Sultan-ı Yegâh’ın.” Farsça “yegâh” kelimesinin kökenine bakıldığında anlamı “yek: bir”in yer bildiren “gah” ekiyle birleşmesiyle “yek-gah”. Tekliğin sultanlığını geçmişten bugüne yaşadı bu ülke ama ah işte o kompozisyon arazı “bakmak-görmek, duymak-dinlemek-anlamak farkı”…

Darbe komutanları ayakta alkışlıyor

Opr. Dr. Çakır’dan devamla; “Sonra baktık olacak gibi değil, ı’yı i yapacağız. Atilla İlhan’a sunmuşlar durumu, o da demiş ki isterseniz ü yapın, isterseniz ö yapın. Ne yaparsanız yapın demiş yani. Neyse biz tekrar stüdyoya girdik, ‘ı’yı düzelttik. Gönderdik, tekrar yayınlamaya başladılar.

 Konserleri verilmeye başlandı albümün, turnesi oldu. Pek çok farklı şehirde konserler verdiler. Ya Ankara, ya Antalya’da konserdeler, tam hatırlamıyorum. Konsere Kuvvet Komutanları da geliyor. Protokol olarak en ön sırada oturuyorlar. O dönem öyle idi âdet. Tüm albümü alkışlayarak hayranlıkla dinliyorlar, Sultan-ı Yegâh hit olduğu için bis sonrası bir kez daha çalıyorlar konserlerin sonunda genelde. Kuvvet Komutanları da sonuna kadar kalarak alkışlayıp ayrılıyorlar. Müthiş bir ironi olduğunu düşünmüşümdür hep.”

Ergüder Yoldaş İlhan’ın aynı kitabındaki “Mahûr” şiirini de besteliyor. Sultan-ı Yegâh” albümünde yer olan o şiir de 12 Mart darbesine, idamlarına karşı bir figan. Attila İlhan o şiirin “ilk beşliğini” Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın idamlarını radyodan duyduktan sonra Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için bindiği vapurda mırıldana mırıldana tamamlıyor. “Müjgan”la yani Farsça “kirpikler”iyle sessiz sessiz, tek başına “ağlaşıyor”; “yangın ormanından püskürmüş genç fidanlar”ın, “güneşten ışık yontan sert adamlar”ın ardından. Ki o şarkıdaki Müjgan’ın bir sevgili, bir yoldaş değil kirpik olduğunun da anca “meraklısı” farkında.

“Solcuya yaptırılır mı böyle işler…”

Bir süre sonra Ergüder Yoldaş’ın da hayatı aniden kararıyor. Ne ona, ne Nur Yoldaş’a konser, turne, sahne, gazino vs. hiçbir iş teklifi gelmemeye başlıyor. Tüm kapılar kapalı. Birdenbire… Parasızlık, geçim derdi çöküyor hanelerine. Telefonları bile çalmıyor.

Üstüne bir de TRT darbesi: “Ergüder Hoca”nın TRT’de tanıdığı birisi Atatürk’ün doğumunun 100. Yılı sebebiyle bir oratoryo, iki senfoni çalışması yapılacağını söylemiş, bunu sana ısmarlayacağız, siz şimdiden çalışmaya başlayın demiş.”

Başladıkları senfoni ve oratoryo çalışmalarının altıncı-yedinci ayında bir telefon geliyor aynı zattan.  “Ya Ergüder, çok tartışma çıktı. Bir solcuya mı yaptırılır mıymış gibi bir sürü şeyler söylendi” diyerek TRT’nin teklifini geri çektiğini söylüyor. “Ondan sonra da senfoniyi Adnan Saygun’a, oratoryoyu da Necil Kazım Akses’e veriyorlar”.  Onca emek, çalışma… Tam bir yıkım.  

Kapatılan sanat merkezi ve Bakırköy

Sonrasını yine Deniz Tipigil’in yine “Düşün-ü-yorum”da yayınlanan İlknur Açıkel’le söyleşisinden dinliyoruz. Açıkel Ergüder Hoca’nın üç öğrencisinden birisi. Yoldaş o kuşatılmış koşullarda Şişli Sanat Merkezi’nde çalışmalarını sürdürüyor. Ancak o Merkez de kapatılıyor ve Yoldaş’ın “eserlerine, eşyalarına el koyuyorlar”.

Ardından Ergüder Hoca yok oluyor ortadan: “Silivri’ye gittiğini duyduk. Küçük bir evde hatta bir odada altı ay kadar kalmış bir tanıdığıyla. Hatta hiç konuşmamışlar altı ay boyunca, öyle söylemişti bana daha sonra. Sonra tekrar döndü geldi ve hastaneye yatırdılar Hoca’yı, Çapa’ya, psikiyatri bölümüne.

Süleyman Hoca o zaman ana bilim dalı başkanı… Ben her gün gidiyorum hastaneye. Bir gün çağırdı beni. ‘Ergüder Bey yapmak istediklerini yapamadığı için bugün burada. Ve gözlemlediğim bir şey var, biz ona ne kadar terapi uygularsak uygulayalım başarılı olamadık”. 

Daha sonra hastaneden ayrılıyor, izini iki yıla yakın bir süre bulamıyorlar: “Sadece ben değil, hiç kimse bilmiyordu nerede olduğunu. Teknolojinin bugünkü imkânları ile düşünüldüğünde akıl almıyor belki ama o dönemde imkânlar çok sınırlıydı”.

Naylon damlı harap baraka

Büyükada’daymış. 1991’de hastaneden çıkınca bir doktor arkadaşının yanında kalmış kısa süre. Sonra Büyükada’ya gitmiş. Önce Ayla Algan’ın evinde kalmış bir süre, Reşat Nuri Güntekin’in eski evinde… Oradan da ayrılmış.

Adalıların adını Robinson koydukları Avusturyalı bir adamın yaşadığı bir kulübeyi buluyor. Adanın 8 km arkasında. Hayırsız Ada’nın tam karşısı… Bulduğu yer kulübe de değil tam, evin duvarları var çatısı yok, çatıyı naylonla kapatmış. Kendisine yapılan (teklif edilen) tüm yardımları reddediyor.

Ben gittiğimde gözlerine inanamadı, nasıl sarıldı bana kızım gelmiş diye, anlatamam. Kar vardı hatta o gün gittiğimizde. Konservatuvardan bir arkadaşımla beraber gitmiştik. Dışarıda oturduk, ocak yakıyordu o çatısı naylonla kapalı kulübenin dışında. Çayını da orada yapıyordu, yemeğini de orada pişiriyordu. ‘İşsiz kaldım, parasız kaldım, bütün kapılarımı kapattılar ve beni burada yaşamaya mahkûm ettiler’ dedi. Ben de bana madem böyle bir yaşamı layık görüyorsunuz, ben onurumla burada da yaşayabilirim diye göstermek istedim.

Nefes almayı da unutur insan

Bir ara altı ay kadar gidemedim yanına. Gittiğimde kızkardeşi Ayça Abla’yı aradım, ‘Ergüder hastanede hayatım, bize de yeni haber geldi. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde’ dedi.

Adada orman yangını çıkıyor, onun bulunduğu yere yakın bir bölgede. Yangın bir çiftin sigara atması sebebiyle çıkıyor. Hatta Ergüder Hoca bunları görüyor ve uyarıyor. Ama yangın Hoca yüzünden çıkmış gibi lanse ediliyor, onun üstüne kalıyor. Adli Tıp onu Bakırköy Hastanesi’ne yolluyor, Mazhar Osman’ın kliniğine yatırılıyor.

Ertesi gün hastaneye gittim ve gördüm ki o vakur, o pırıl pırıl bakan gözler gitmiş. Ne ilaçlar verildiyse artık o birkaç günde. İki büklüm beli, çok kötü bir halde… Alzheimer da başlamış, ‘Nefes almayı unutuyor’ demişti doktorları.” Nefes almayı bile unutmak; belki de her yönden daral(tıl)mış, soluksuz bırakılmış hayatını özetleyen asıl cümle…

İçime karlar yağıyor ama gelmem

Tek tük geleni de olsa 12 yıl inziva… Sürgüne, hapse düşsen yahut inzivaya hapsetsen kendini… 12 yıl mesela. O 12 yıl insan hayatında neye, kaç hayata tekabül eder? Orta, lise, üniversite, üstüne iki yıl askerlik misal. Yahut beş-altı yaşında ayrıldığın oğlunu bir delikanlı olarak bulmak karşında…

Elektriği, suyu, pilli radyosu bile olmayan o derme çatma “baraka”da onca zaman. Enstrümanı da yok ama besteler yapıyor zihninden… Onları notaya döküyor. O yılları sonradan, “Bir ayıklanma süreciydi…” diye geçiştiriyor mırıldanarak.  

Onunla yapılan ender röportajlara, yazılanlara bakılırsa… Küsmüş; öncelikle müzik piyasasına sonra tümüyle “sosyal piyasa”ya… Pişmanlıkları da varmış. Eğilemediği için de kırılmış, belki sevdiklerini de bazen kırmış… Varsa mırıl mırıl rivayetler, “günah üleştirmeleri” o kısımları bize düşmez.

 İnsan birine küser, fenası kendine küser, en belalısı hayata küser bazen. Zor değildir küsmek, aslolan belki sonrası… Onun küskünlüğü daha kimbilir nerelerden. Sait Faik Burgazada’ya çekildiğinde, İstanbul’a “küsme” nedenini şöyle özetliyor: “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. İstanbul’da her şey bir insanı sevmekle bitiyor…”

Yoldaş, karlı bir kış gününde, 26 Ocak 2016’da veda etti hayata. O yaman inziva sürecinde, Ada’nın karlı ayazında, kız kardeşi gelmiş yanına. “Ağabey gel, götüreyim seni. Burada üşümüyor musun?” demiş. Yanıtı kesin olmuş Ergüder Yoldaş’ın: “İçime karlar yağıyor; ama gelmem.”

Tavşanın dağa küsmesi sanattır

“Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış…” deriz ya, biraz gücün-güçlünün, her türden iktidarın yamacında durarak… “Tavşan!” deriz o eğri tebessümle, “Dağa…” deriz keh keh, “Bak şu tavşanın işine…” Oysa tavşanın ayağı da öyle değil her zaman. Dağa küsen tavşanın kıymeti bilinmemiş hikâyesinin önemi, onun hazin cesareti, sessiz isyanı, dağları delen Ferhat mitinden az değil. Ben asıl dağa küsüp de deliğine çekilen ve orada ölen tavşanın hikâyesini merak ederim hep. Zira tavşanın dağa küsmesi sanattır.

Son yerine başka bir hikâyeyi çağırmak istiyorum 150 yıl öncesinden… Büyük Britanya Kraliçesi Victoria, matematikçi, yazar Lewis Caroll’un “romanlarından birisinikendisine ithaf etmesini istemiş. Caroll da Kraliçe’nin pek bayıldığı “Alice Harikalar Diyarı” romanı yerine küskün ama keskin, hınzır bir ironiyle daha önce yazdığı bir matematik kitabını göndermiş. Ki Caroll’un romanında Alice de Harikalar Diyarı’na “tavşan deliği”nden geçerek ulaşmıştı değil mi?

(¹) TRT Denetim Kurulu’nun “ı”yı “i” yapmaktan ibaret yayın yasağı, en hevesli düzeltmenin, tashih sultanının bile dişini kamaştırır herhalde. “Tek otorite” öyledir işte; bir kurumu, hatta memleketi virân eden yanlışlarını inatla “doğru” sayar da, işine gelmeyince tek harfe, kelimeye, cümleye takılır. Eşi Nur Yoldaş’dan ayrılıp Büyükada’ya gitmesinin arifesinde Ergüder Yoldaş’ın tüm repertuarını TRT Radyosu’ndan da kaldırıyorlar. Bu kez de “Moder(e)n değil” gerekçesiyle… “Dünden Bugüne Darbe Moderenizmi” diye bir akıl-fikir yazısı yazmak geçiyor kahrolası aklımdan.

Yazı fotoğrafı: Ergüder Yoldaş’ın Büyükada inzivası.

- Advertisment -