Ana SayfaManşetTadı var, kokusu var, kendisi yok

Tadı var, kokusu var, kendisi yok

O vitaminli, meyve özlü, “suda çözülebilen” iksiri, granülü, renklendiricisi, tatlandırıcısı, aromasıyla terkibindeki o izdihamı, tek kelimeye sığdıran ismi bile büyülü. Cola, Nescafe, Sana, Selpak, Orkid gibi onun da markası, aynı zamanda o şeyin ismi oluyor. O tür “şey”lere özünden hareketle koyulacak her isim, terkibini yahut fonksiyonunu deşifre riski taşıyor çünkü.

“Öyle bir şey olsa ki âlemde, hem sıcak, hem soğuk içilse… 7’den 77’ye eylese zevk-i sefa, ama mideye çektirmese cefa. Kokteyle kat, votkaya tat, kuluna vitaminiyle âbıhayat eklese… Kahveden çarpıntı tutana deva, çaydan uykusu kaçana rüya olsa… İçmeyi arzu etmiyorsa gönül, kaşık kaşık yenilse, dondurulup yalansa, kalanı fırında pişirilse…” (“İçen İnsan”ın Meşrubat Yakarışı, 1950’ler)

Başrolü gazoza, yardımcı oyunculuğu kolaya verdiğim yazı dizisinin 10. Bölüm’ünde, uzayıp giden tren yollarından çıkıp, “Yalnızlar Garı”nda bir Oralet molası vermeliyim. “Dervişler devran ederken gecelerde, ben toy bir mehtap kelimeler varsayım”la Rehâvî makamından sürüp giden yazı dizisine güftesi de yakışır. Ritmi de…

Gazoz, o şanlı tarih, Gerileme Dönemi’ni, 1964’de Türkiye’ye yerleşen Cola’yla yaşadı. Nedenleri, son yıllarında gazoza da merak saran (1) Osmanlı gibi… Tümden geleyim, tüme varayım; keşiflerle ticaret yollarının yön değiştirmesi, meşrubat savaşlarıyla başlayan yüklü reklam harcamalarının altından kalkılamaması, Cola’nın sömürgelerinden gelen zengin kaynaklar, gazoz egemenliğindeki meşrubat büfelerinde yaşanan toprak kaybı filan…

Renksiz gazozlara, Renkli TV’nin gösterdiği ufuklarla başa çıkabilmesi için “meyveli görünümü” verilmesi de nafile. Kasayı doldurmaya yetmiyor. Nasıl doldursun; kasalar “Karnı büyük obur dünya /Yedin yine doymadın mı” ebadında… Kasasından daha küçük oluyor bazı fabrikalar.

Menü bile gerektirmeyen yerli meşrubat çeşitleri, kapağını açınca “Bıktım, usandım” diye tıslıyor. O yıllardaki 67 ilin hepsinin kendi gazozu olsa da, ticaret hemşehri dayanışmasından öteye değil. Şekeri, gazı versen de Cola başka. Milliyetçilik blucinle voltalıyor ortalıkta…

Asgari içim endeksi belli. Evrimin basamaklarında, “Dikilen İnsan”ın hemen ardından -yine ilki gibi yalpalayarak- ikinci adımını atan “İçen İnsan”, sosyalleşmek için mutlaka bir şeyler yudumlamalı…Kabilesi, “toplum” olamayacak yoksa. İstikbal tebdil-i meşrubatta…

“Heraklit kabil mi kilit?”

Evrimin üçüncü basamağı, yani Sağlıklı-Organik Hayat Topluluğu’nu oluşturarak içecekleri tatsızca çeşitlendiren “Huylu İnsan”, henüz fanusunda pamukta fasulye…  “Heraklit! Heraklit! Akarsuya vurmak kabil mi kilit?” düsturuyla, likidomanik tüketicinin suyun ecnebi mecralarına yönelmesine ramak kalmış. Çanlar, Cola reklamlarındaki Noel Baba’nın (2) çıngırağı, gün boyu banttan yayınla herkesi oraya çağırıyor: “Jingle bells, jingle bells, jingle all the way…”

Gazoz sayesinde yıllar boyu “bulanmadan, donmadan -gündüze geceye- akmak ne hoş” da, artık yeni şeyler söylemenin, yeni şeyler iç(ir)menin zamanı. ” Lâkin “yeni”nin de her an arsızlaşabilen o temel içgüdüyü, her yönüyle tatmin etmesi şart. Ancak kavun-karpuzlu, çilek-vişneli, elma-armutlu arayışlar, ahududu, orman meyveli, furutti, kivi, tropik “vitaminli” akıl-sınır ötesi keşifler-icatlar, o zamanlar hayal bile değil.

O icatlardan birisi, ta 21. Yüzyıl’ın başında muhtemelen Toptancı Hâli’nde dolaşırken “Yahu niye sodanın da meyvelisi olmasın?” diyen mucidiyle ortaya çıkacak. O da buluşfuruş bir fikir doğrusu. Hem şöhreti, sicili kötü değil, hem de yine baloncuğu, kabarcığıyla temel içgüdüyü tatmin ediyor. Ama ah, o başına geldiği kelimeleri karşıtına, olumsuzuna dönüştüren “a” ön ekini çınlatan vurgusuyla “Aroma” olmasa! Normal hayat, doğal tat, koku, onunla anormal.

Ecza değil ama gibi gibi…

İşte… İşte… İşte böyle fikirlerin, kâşiflerin-mucitlerin hayalinde granül kadar bile yer tutmadığı o dönemde, Türkiye meşrubat devriminin yepyeni, en büyük keşf-i intihaline sahne oluyor: C Vitaminli, Portakal Özlü Granül Oralet! Vitaminine, özüne, granülüne Eczacı Başı kefil üstelik… Ama bilmece bildirmece; “ecza” da değil, gibi gibi.   

O vitaminli, meyve özlü, “suda çözülebilen” iksiri, granülü, renklendiricisi, tatlandırıcısı, aromasıyla terkibindeki o izdihamı, tek kelimeye sığdıran ismi bile büyülü. Cola, Nescafe, Sana, Karper, Selpak, Orkid gibi onun da markası aynı zamanda o şeyin ismi oluyor.

O tür “şey”lere özünden hareketle koyulacak her isim, özünü yahut fonksiyonunu deşifre riski taşıyor çünkü. Katkısız, sabıkasız tek isim, elbette yepyeni, uydurulmuş, ak pak bir isim olmalı. Akbil gibi… Milletin cebine girip, oradayken de zam yapacaksın. Hani Cola aldın, eve geldin, yemeğe oturduğunda şişe açılmıyor. O arada zam gelmiş… O hesap.

Oralet’le ortalığa bir devir daha saçılıyor. Fabrikalarda bir kazan gazoza, bir çay bardağı sıkma portakal suyu reçetesiyle üretilen neredeyse organik meyveli gazozlar, bir dirhem artı mâliyet gerektirirken… Oralet, üç yaş büyük Amerikalı abisi Tang’ın izinde bu zahmetli, ekstra mâliyetli işten de kurtuluyor. Üretimin, -Einstein’dan ilhamla-  granülle, yani -sözlük anlamıyla- “bir maddenin en küçük tanesi”yle çözülebileceğini keşfetmiş. Ama etiketine tabiatıyla  “bir zerrecik portakal” yazamayacak. O imaj da, yine yeni, gizemli bir cazibeyle, “granül”le düzeltiliyor: Huzurlarınızda Monsieur Granulaire Orange… Yort yahut Yurt Savul!

Oralet’in ciltli prospektüsü

İçecekte -tatlandırıcılı Diet Cola dışında- tatlı sevmezliğimle ben hiç geçinemedim ama ulusça vefamız bâki 60 yıllık Oralet’e… Her yerde; çayhane, kıraathane, pastahane, hastahanede, eskiden kendini evinde hissedesin diye “hane”li her mekânda, çay demlemek ya da içmek istemeyenlerin seçeneği, sıcak sıcak Oralet. Dönemin de değişmez sorusu; “Çay mı, Oralet mi?” Turuncu kalabalık “Oralet Çayı” içiyor. Bilhassa devlet dairelerinde… “Gizli Servis” gibi; hem sivil (sıcak), hem resmi (soğuk) bir içecek olarak hayatın göbeğinde.

Öyle elverişli bir buluş ki, ister içine buz salla, ister kaynat. Dondursan daha adı bile konmayan meybuz… Az sabırla dondurma. Koca bir “Oralet Kitabı”, sadece “ecza”dan aşina olduğumuz ciltlenmiş prospektüs tomarı bile dağıtıyorlar yanında; “kokteylde, kekte, pastada, muhallebide, jölede, dondurmada…”

Fazla vitaminin zararları

Hazır yemek ayrıca; evin bebeleri, tabureye tırmanma yaşı geldiğinde tatlı, şeker niyetine kaşıklıyor granüllerini. “C vitaminli” diyor reklamlar ya… Aileler elbette zararı için değil kavanoz kırılmasın yahut anında bitmesin düşüncesiyle üst rafa koyuyor. 60’lı yıllardaki o çocukların çoğu, 70’lerde fazla vitaminden azılı militan olacak.

O dönem İzmir Caddesi’nin aşağısındaki “Amerikan Pazarı”nda çeşit çeşit toz meyve suyunun ataları, poşetlenmiş yabancı versiyonları da var. Suda köpüren, granüllü, yassı şişeli Amerikan mide tuzunun (hazım tozu) hemen yanında. (Onun içine de yarım kaşık Oralet atarsan, daha güzel içiliyor) Ama ya bütçeye denk düşmüyor, ya da alışveriş menziline, ideolojiye… 

Oralet 60 yıl önce “Yerli malı, yurdun malı, herkes onu kullanmalı” rüzgârını da almış arkasına. Sanayide çırakların da milli içeceği, biricik “İçim ısındı valla”sı o dönem. Tam içerken, “Ustam seslendi uzaktan, oğlum al takımları…”var ama o ayrı. Güftesi birçok şarkısındaki gibi ataerkini dizelese de, Cem Karaca’nın sesi, tonlamasıyla içime vurur hep o nakarat.

Kısa film-uzun reklam

Yıllar sonra Behzat Ç.’nin esaslı kahramanlarından Hayalet bile, kız arkadaşının “Neye inandığını merak ediyorum sadece?” çıkışını o yolla savuşturacak: “Oralet’e inanıyorum ben… İki tane Oralet olsa da içsek keşke, yani cam gibi, güzel olur…” Bir meşrubata inanmak, fena fikir değil gibi. Yeni fikirlere dayanamıyorum, hemen üzerimde deneyesim geliyor.

Oralet de esaslı fikir. Öyle ki, çıktığı yıllarda çekilen kısa film-uzun reklam tarzındaki “Oralet Osman” mokümanteri, bugün bile fenomantar. Beş dakikalık film, tek kanallı TV’de maç keyfine hazırlanan evin babasının (Oralet Osman), “İnciii (Suna Pekuysal) gelsin Oraletler” seslenişiyle başlıyor. Evin pre-ergen oktavlı, ayarsız oğlan çocuğu, “Anneee, bana da soğuk Oralet!” diyerek giriyor araya.

Çocuk yıldız büyüyünce sevilmez

Bugün de olduğu gibi o dönemin filmlerinde çocuklar önce “ağzına vur lokmasını al” Sezercik, Ömercik, az büyüyünce Afacan yahut Yumurcak… Hepsi “ağzında sakızı şişirip şişirip, arsız arsız patlatıyor”… Çok azı ergenlikte düzelip, Ayşecik olarak ihtiyarlayacak. Onlara bakıp “Aman bunlar hiç büyümesin” diyen vefasız seyirci de, hepsini keyifle unutacak. Çocuk yıldız olmak öyle bir şey zaten… Kucağa alma yaşı geçince sevilmiyorlar.

Baba rolündeki Osman Alyanak da, az önce karısından -kahvede ocakçıya seslenir gibi- istediği Oralet’i elbette muaf tutarak, -dantel- örtülü reklamlı âdâb-ı muâşeretin peşinde: “Tövbe tövbe, bari Oralet’inizi kendiniz yapın. Bu kadar kolay bir şeyi illa ananızdan istemeyin. Bir kaşık Oralet koyacaksın bir bardak suya alt tarafı, karıştırdın mı tamam…”

Boş ol, boşsun, karım boştur…

Eh doğrusu, servisi, şip-şak hazırlanışıyla Oralet şıpın işi.  Öyle keşif ve icatlarla “Ev Hanımı”nın yükü de haddinden fazla hafiflemiş, Ayçiçek Yağı reklamındaki o “uçuran hafiflikle” hepsi Pekuysal gibi havalanmış zaten. Oralet çıktığında Marksçı Feminizm bile o dönem kategorisini nereye katacağını, nasıl tanımlayacağını tartışıyor.

Ev Hanımı yerine “Evde çalışan…” dese, karşısında boş gezenin boş zevcesi Oralet var. Muğlak bırakıp “Ev Proleteri” diyecek olsa, Siyasi Şube ihbar sayıp hemen içeri alacak. Sonra bugünkü gibi anlat anlatabilirsen: “Ben Dev-Ev Hanımı Sen’ci değilim, Oraletçiyim…” (Kadının bu bomboş dönemi, “Boş ol”, “Boşsun”, “Karım boştur, İmam Efendi” tedbirinin sağlam bir tarihi temele dayandığını da ortaya koyuyor.)

Olumlayarak zıddını sokuşturma

Anne rolündeki Pekuysal’ın da (konumu soyadıyla müsemma ama filmlerinde az huysuz değil) “Oralet sankim hayırlı gelin” benzetmesinin altında, yüz yıllık eril deyişiyle, -tabiri mâzur görmeyin- “tembel gelin” göndermesi var esasen. Kayınvalide ilk tanıştığında, kapıyı “Eh, içeri girin bari” anlamında “Gelin” diyerek açıyor ama… “Gelin-Kaynana” pek öyle gelişmiyor filmlerde. Kaç asırdır öyle yazılmış mask’ülen (3) senaryosu… Mimiğine kadar hazır. Kulpu kırık bir film, kıytırık bir dizi için hepsi baştan mı yazılsın? Hem biz ağlanacak hâllere gülmeyi seviyoruz. 

Filmde kız çocuğu olmayan ve oğluyla müstakbel kayınvalide Pekuysal’ın, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla”yı kullanması mümkün değil. O nedenle, “olumlayarak zıddını sokuşturma yöntemi”nin antrenmanını, “Hayırlı gelin”le yapıyor. Oralet eril dünyada, her ürünün içmeye-yemeye hazır hâliyle satıldığı, o tarihi “Tembel Avrat (Hatun) Pazarı”na reyon ekleyen bir ürün nihayetinde. (Sefa olsun; tembellik hak, boş zaman gölge etmezlerse özgürlüktür.)

“Öten zil”in “çalan zil”e evrimi

O sırada Kanarya makaralı zil ötüyor (“çalan zil”, dile “Türk Marşı”, “Mehter” melodili zillerle sonradan yerleşen bir deyim). Evlerinde televizyon olmayan, o nedenle TV’li evlere giden telesafirler basıyor Alyanak hanesini (TV giren eve, Oralet de girer)… Pekuysal için “çat kapı” sürprizi de Balkan ağzıyla “Nema problema”… Keyfi yerinde. Çay-kahve yahut soğuk meşrubat yerine Oralet hazırlamak, Sezercik-Ayşecik işi artık.  

Kim ne istiyormuş, sade-az-orta-şekerli nasıl içiyormuş… “Kabul Günü” nedeniyle mahalle kahvesi hır güründe siparişler karışırmış… Kaşıklı-kaşıksız, sağdan-sola/yukarıdan-aşağı tepsi düzeni filan nasıl yapılacakmış… Hepsi Oralet’le gereksiz. Popüler de üstelik; “fast-tea”si zamanının… Pekuysal da bomboş zamanını, mutfakta komşu kadınlara muhallebiden, hamur işlerine “bir kaşık Oralet”in mucizelerini sıralayarak, “mucit ev hanımı” rolüyle öldürüyor. Çünkü reklam boş zamanın değerlendirilmesini değil yine Oralet’le öldürülmesini öngörüyor.

Necdet Tosun’la sağlıklı gazoz

“Eczasal yararları” da evin babasın tiradı: “Valla mirim şu Oralet icat olalı, çok faydasını gördüm. Eh yaş ermiş kemâle, öyle kahve filan içtin mi çarpıntı yapıyor. Çay desen, uyku muyku bırakmıyor. Oralet tansiyon oynatmıyor, sinir yapmıyor…”

Yeşilçam’ın iknacı bakkal amcası Alyanak’ın inandırıcı oyunculuğunu görünce, insanın çay-kahve bir yana içtiği tüm hapları bırakası, Karatay’ın müridi olası geliyor. O dönem öyle… Bağlar Gazozu’nun reklamında obezitenin ilk yerli temsilcisi Necdet Tosun, “Aksakallı bir derviş gördüm rüyamda, uzun yaşamam için Bağlar Gazozu içmemi önerdi” diyor, kelimesi kelimesine aynen. Ne reklam ama, ne oyuncu seçimi ama! Böyle de canımı ye.

Çekirdekten magazinciler yahut fasulyeden siyasi danışmanlar gibi bizzat çıkardığım rivayete göre… Avrupalı kıskanç bir firma da, iksirin yararlı yan etkilerinin olduğu varsayımıyla “Oralepin C” adıyla yeni bir eczanın peşinde. AB’den ruhsat alamıyor tabii. Lâkin yıllar sonra, benzer “yararlı yan etki” varsayımından yola çıkan Viagra’nın satış oranları, AB’yi her zamanki gibi mahçup edecek.

Orta yaş krizinde sağlık hatipliği

Kısa filmde bile olsa “sağlık mevzusu”, her sohbetteki gibi sıkıyor, bunaltıyor seyirciyi… Biraz yaş alınca durma sağlıktan konuşmayı bırakalım artık. Olanı var, olmayanı var… İkisi de hatiplikte, gevezelikte birbirinden beter. Dinleyince bırak sağlığı, “Ömrümü yedin” diyorsun içinden. Maazallah bir de buluşfuruş tavsiyelerine uysan…  

Telesafir Ali de (Ali Çağaloğlu) konuyu değiştirip, methiyesini hınzırca asıl niyete tırmandırıyor: “Ben votkama da katıyorum, mis gibi portakallı votka oluyor…” Bakın, ne güzel… Adam ustası, biz hastasıyız böyle muhabbetin. Filmin bu yöndeki kamusal vurgusu, ilk sosyal içerikli yerli yapım olarak “İçen İnsan Festivali”nde aldığı Altın Portakal Granülü’nünde gerekçesi. Daha ne olsun…

Sallama çayın muhabbeti…

Reklam, Oralet’in o piyasadaki gücünü arkasına alarak, kırk yıllık çaya-kahveye bile omuz atıyor. Kim uğraşacak demliği-demiyle, köpüğü-telvesiyle, uykusuzluğu-çarpıntısıyla… Nitekim gün gelecek, çay niyetine içilen Oralet’in yerini, yine çay niyetine içilen sallama çay, sonrasında da poşette toz zerzevat çayı alacak. Ama sonraki yazımda değineceğim gibi tiryakisine vız-tırıs: “Sallama çayın muhabbeti de sallama olur…”

Kısa sürede o tatlı, o granül kadar, bir zerrecik hayat keyfi bile göze batıyor. Müşterisini her ürünüyle tuş eden piyasa, grekoromenden -her şey- serbeste dönüşmüş, tüketiciyi kispetinden yakalamış zira. Alıştıra alıştıra o granül “toz”a, o portakal kabuğu da “öz”den sadece “aroma”ya dönüşüyor bu masalda.

Bir kısım müteşebbisler parmağını, artık tezgâhın altından değil ayan beyan basıyor teraziye. Öyle ki bazı ürünler, poşetinden daha hafif, daha düşük gramajlı. Dibinde arıyorsun, açınca. Kocaman, fiyakalı poşetini de katlayıp… “Saklama şeysi” çekmecesinde muhafaza ediyorsun. 

Gidin o köklü, dünyaca ünlü markadan gofret alın mesela. Ambalajı eski boyu kadar ama içindeki gofreti boydan iyice kısaltılmış. Arada manasız bir boşluk… O payı, tepki olursa “Büyüyünce de giysin” gibilerinden mi bırakmışlar, bilemiyorum. Firmaya yazıp şikâyet etsen, “Boyu değil işlevi önemli” diyecek muhtemelen.

Tüketiciye kokusu da yeter

Masal da öyle başlıyor aslında. Bir varmış, bir varlıklıymış… Bir de bakmışlar ki koca bir kısım işadamı “kârdanadam” olmuuuş. Yüreği buz kesmiş, gözleri yağlı kömür karası… Her kuytuda pusuya yatmış, yol kesmeye başlamış. Allah’ın kulu çokmuş ve usluymuş zaten. Kasap olsa sallayamaz satırı, nalbant olsa nallayamaz katırı…

Kurdun karnından bile sapasağlam kurtulan büyükanne ve granül kadar torunu, her yerde karşılarına çıkan kârdanadamdan kaçamamııış. Onun yoktan var ettiği yiyecek ve içeceklerle beslediği, dombili Hansel ve Gretel’i hiç sorma…  Tam hedef kitleye, ağza layıkmış. 

Teknolojinin gelişimiyle içecekgiller familyasında mâliyet azalırken… Tiryakiliğe tat duyusuyla başlayan içiciler, “Tüketicinin koku duyusu da bize yeter”  diyen kârdanadamların üreteceği muhtevası muamma terkiplerle burun buruna kalmış.

Yazı dizimde ta Romalılardan başlayıp bugünlere getirdiğim “İçen İnsan”ın tarihi artık “Aromalı”dır. Öyle ki bir meyve suyu, hiç çekinmeden markasını, adını bile karaciğere, böbreğe zararıyla meşhur, akıbeti insan ömründen meçhul o kelimeden alır. “Varsın olsun (o ve u’nun üstüne noktalarını koymak anlamı değiştirmez)” der, pusudan başını kaldıran kârdanadam… “Kokusu var, tadı var, yakından baktım kendisi yok?”un, “Huylu İnsan”ın hayatına vahim bir bilmece gibi çöreklenmesine daha yıllar vardır. Katkılı, koruyuculu, tatlandırıcılı, aromalı şeyler uzunca bir süre tüketicinin tadını, üreticinin rahatını kaçırmaz. Onlar erer muradına…

Likörü, onun baş döndüren aromasını kuşkusuz unutmadım… Kereveti Gelecek Pazar’a.

(1) Gazozda Osmanlı tarifi: Türkiye’de ilk Gazoz fabrikası 1890 yılında Beyoğlu’nda, Niğdeli Rum işadamı Aleksandr Mısırlıoğlu, Ligor Bazlamacıoğlu ve Leon Schor ortaklığıyla kuruluyor. Fransa’ya gidip gazoz makinesiyle dönüyorlar. Hemen öncesinde bilyeli şişesiyle Leon Schor-Constantinople gazozu da var. Ardından Mısırlıoğlu gazozu… O dönem ev yapımı tarifi de şöyle: “İki dirhem asid sitrik (limon tuzu), dört dirhem bikarbonat dö sud (karbonat) ile yarım kıyye suyu vaz edüp, iki saat durduktan sonra sifon namındaki şişeyi alup beş-altı saat mürurundan sonra istimal oluna (bekletildikten sonra içile.)”

(2) Noel Baba Cola’dan önce: Cola ve Noel Baba ilişkisi öyle tartışmalı, öyle sıkı fıkı ki, yanlışları belgeleyen Malumatfuruş sitesine bile mevzu oldu: “Coca Cola’nın Noel Baba’yı bugünkü haline getirdiği ve bir reklam figürü olarak ilk kez kullandığı iddiası doğruyu yansıtmıyor. Coca Cola’nın Noel Baba figürünü oluşturduğu iddia edilen 1930’lu yıllardan önce de kırmızı elbiseler içinde bir Noel Baba figürü popüler dünyada yerini çoktan bulmuştu.” 

At martini ‘Demreli’ Hasan: Bence de Noel Baba’nın kreasyonu Cola’dan önce, şerbetle gazoz arası bir tarihlerde… Noel Baba bizim buralıydı esasında. Patara diyen de var; “O zamanlar kızağını Caretta Carettalar çekiyormuş…” At martini ‘Demreli’Hasan” coşkusuyla “Yok, Demreli…” diyen de… Oradaki Noel Baba Heykeli’ne bakıp, kıyafetini saptamak kolaydı da… Heykel kayboldu, böylece o tartışmaya da üç yıl önce nokta koyuldu: “Antalya’nın Demre ilçesinde bulunan Noel Baba heykeli, meydanda yapılan düzenleme bitmesine rağmen yerine konulmadı. Noel Baba Barış Konseyi’nden konu hakkında tepki gelirken, eski Turizm Bakanı Ertuğrul Günay da heykelin nerede olduğuna dair fikirleri olmadıklarını söyledi.” (“Demre’deki Noel Baba Heykeli Kayboldu”, Hürriyet Gazetesi, 4 Ocak 2018)

Demre’den Coca Cola’ya dava: Yazıdizisininbu bölümünü bir türlü bitiremiyorum… Ne yapayım mevzu çok zengin. İki bölüme ayırıp yarısını gelecek hafta yayınlayım desem, biliyorsunuz Oralet “bir maddenin en küçük tanesi” olduğu için bölünmesi çok zor. Atom gibi… Bir de 15 yıl önce Demre’den Coca Cola’ya açılan dava var. Noel Baba Barış Konseyi Başkanı Muammer Karabulut’un dava dilekçesi şöyle: “Dünya markası olan Coca Cola, Noel Baba’yı 1931 yılında reklamlarında kullanmaya başladıktan sonra, hedef pazarı olan dünya çocuklarına daha kolay ulaşmıştır. Bu dava dünya çocukları için de çok önemli. 16 yıldır Noel Baba adına barış etkinliği yapılan Antalya’da açılan bu dava, sonuçlarıyla dünya çocuklarını koruyarak, uyaracaktır. Bu gerekçelerle Coca Cola’ya dünyada ilk kez dava açıldı. Bu tarihi girişimimizin başta Türkiye olmak üzere dünya tüketicilerine örnek olmasını diliyoruz.”

(3) Jean-Luc Godard’ın “Masculin Feminin” filminin “Masculin kelimesinin kökünde ‘masc’ var, fark ettin mi?” repliğindeki gibi popüler filmlerde, dizilerde açıkça ve/ya da maskelenmiş olarak ataerki vazgeçilmezdir.  

- Advertisment -