Birkaç gün önce Muazzez İlmiye Çığ hayatını kaybetti. Bir sürü yerden acayip övgüler geldi. Belediye başkanlarından, Turizm ve Kültür Bakanına kadar çok sayıda siyasetçi onu göklere çıkardı. İsmail Saymaz gibi bazı gazeteciler onun “Türkiye’nin ilk ve dünyanın en önemli Sümerologu” olduğunu iddia etti. Ben Turizm ve Kültür Bakanımıza hitaben twitterda bir twit paylaşarak, Çığ hanımın doktorası olmadığını, Prof. gibi herhangi akademik unvan taşımadığını, uluslararası etkili bir yayına sahip olmadığını ve Türk tarih tezi, Güneş Dil Teorisi, Sümerlerin Türk olduğu, Noel ağacının bir Türk icadı olduğu gibi iddiaların akademisyenler tarafından sözde bilim olarak tanımlandığını yazdım. (https://x.com/enis_doko/status/1858296782096089279).
Paylaşımım 2.7 milyondan fazla görüntüleme aldı. Ondan sonra da üç ilginç tepki ile karşılaştım. Bir grup, çoğunlukla radikal Kemalist ya da ulusalcı, bana edilmedik hakaret bırakmadı. Şaşırmadım ve üzülmedim. Bu hakaret edenler içinde Fatih Altaylı da vardı. Hakaret sözlüğünüzü arttırmak istersiniz diye birkaçını paylaşayım, hem nostalji de olabilir zira ben bir kısmını en son orta okulda duymuştum bu deyimlerin: “Bazı sözde kendini akademisyen olarak konumlamış”, “Yaratık”, “İnsanlıktan nasibini almamış”, “Dangalak”, “Kendini bilim adamı olarak düşünen”, “sözde bilim insanı”, “bu mesele olmasa adını duymayacağımız”, “palavradan bilim insanı”, “insan suretinde dolaşan yaratık”, “size mi girdi”, “bunlar yellenilmiş olabilirler, kötü kokar”… Burada ilginç olan şey Fatih Altaylı’nın kimin bilim insanı olup kimin olmayacağına karar verecek pozisyonda görmesi. Bu enteresan bir fenomen ve buna döneceğim. Altaylı’ya cevaben bazı sorular sordum ve birkaç not düştüm. Buradan okuyabilirsiniz: https://x.com/enis_doko/status/1858788429741371415
İkinci bir grup şaşkınlıkla bana yazanlardan oluşuyordu. Bir kısmı gazeteci, bir kısmı akademisyen, çoğu entelektüel bu grup dediklerimi araştırmış ve şaşkınlık içinde kalmışlardı. Biz Çığ hanımı akademisyen ve dünyaca ünlü Sümerolog bilirdik, ama aştırmalarımız sizi doğruladı dediler. Neden kandırıldıklarını anlamaya çalışıyordu bu grup. Cevabın bir kısmını vermek için yazıyorum bu yazıyı.
Üçüncü grup ise tarihçiler ve Sümerologlardı. Bu akademik grup beni tebrik etmek için aradılar ya da yazdılar. Topluma anlatamadıkları ya da anlatmaya çekindikleri şeyi anlattığım için teşekkür ediyorlardı. Enteresan bir şekilde bir tane tarihçi ya da Sümerolog’dan kınama almadım.
Ne kadar ilginç bir tablo değil mi? Yaygın kitlelerin, gazetecilerin, bakanların, belediye başkanlarının dünyaca ünlü bir bilim insanı ve Sümerolog olarak bildikleri, aslında Hititoloji mezunu Arkeoloji Müzesi’nde ve eşinin müdürlük yaptığı Topkapı Sarayı’nda kütüphanecilik yapan memur bir kadın. Bu kadını ölümüne sahiplenen partizan bir grup. Akademik unvanı ve uluslararası yayınları olmadığını duyunca şaşıran bir akademisyen ve entelektüeller grubu. Ve durumdan rahatsız olan, ama sesini duyuramayan ya da duyurmaktan korkan alanın uzman bilim insanları. Kimin dünyaca ünlü Sümerolog olduğunu bilen ne benim ne Altaylı, onlar tabi. Bu tablo garip gelebilir, ama aslında çağımızı özetliyor. Anlamak için ise (alandan biri olarak söylüyorum) çağımızın önemli felsefeci ve sosyologlarından Jean Baudrillard’ın simülasyon kuramına bakmakta fayda var. Gelin önce bu kuramı öğrenelim ve kuramla bu ilginç fenomene göz atalım.
Baudrillard’ın simülasyon kuramı
Jean Baudrillard’ın simülasyon kavramı, onun ünlü Matrix üçlemesinde atıf yapılan ve bu filmi etkileyen “Simulakra ve Simülasyon” kitabında geçer. Bu yazının kitap tavsiyesi olsun. Bu kavram Baudrillard’ın post-modern toplum eleştirisinin temelini oluşturur. Baudrillard, içinde yaşadığımız çağdaş toplumda simülakrların (artık orijinali olmayan ya da başlangıçta hiç olmayan şeyleri tasvir eden kopyalar ya da temsiller) gerçek dünyayı öncelediğini ve belirlediğini savunur. Bu bağlamda, gerçeklik yalnızca bir simülasyon, orijinal bir referans noktası olmayan bir taklit haline gelir. Gerçeklik ile simülasyon arasındaki çizgi tamamen bulanıklaştığı zaman hipergerçeklik aşamasına geliriz. Baudrillard’a göre bu aşamada gerçek ve hayali olan sürekli olarak birbirini besler ve gerçek olanın yerini, yalnızca kendi dışında bir şeyi temsil ediyormuş gibi yapan bir dizi işaret ve imge alır. Bu yeni “gerçeklik” Baudrillard’ın “hipergerçeklik” dediği şeydir.
Yazdıklarım soyut gelmesin diye basit bir örnek vereyim. Sosyal medya platformları, ki bunlar Baudrillard’ın kitabından sonra çıktı, bu kuramı anlamak için güzel bir örnek sağlar. Sosyal medyada, paylaşımlar ve resimler genellikle Baudrillard’ın tabiri ile simülakr görevi görür, yani bunlar kullanıcının gerçek yaşamında doğrudan veya gerçek bir karşılığı olmayabilecek temsillerdir. Örneğin, Instagram’daki bir fotoğraf, kişinin ailesi ile pahalı yemekler yenen dolu bir masayı gösterebilir ve kişinin günlük gerçekliğini yansıtmayabilecek bir eğlence ve lüks yaşamı ima edebilir. Ya da eşle hep mutlu resimler paylaşıp, olduğundan daha mutlu bir ilişki iması verilebilir. Sosyal medya platformları, kullanıcıların gerçek yaşamın karmaşıklığını ve çoğu zaman olumsuzluklarını gizlemelerine olanak tanıyarak, bunun yerine sürekli olumlu ve imrenilecek deneyimler akışı sunar. Bu, hayatın daha az arzu edilen yönlerini maskeleyerek kullanıcının her zaman mutlu, başarılı veya eğleniyormuş gibi görünmesine olanak tanır. Sosyal medyada yaratılan deneyimler, günlük yaşamın sıradan yönlerinden daha çekici olacak şekilde tasarlanmıştır. Kullanıcılar bu dijital dünyaya kendilerini o kadar kaptırabiliyorlar ki, gerçek olanla yapılan arasındaki çizgi bulanıklaşabiliyor ve bu da dijital kişiliğin ve kurgulanan hayatın gerçek hayattan daha gerçek hissedilebildiği hipergerçek bir deneyime yol açabiliyor.
Medya, hipergerçekliğin yaratılmasında ve sürdürülmesinde çok önemli bir rol oynamaktadır. Medya, imge ve işaretlerin sürekli tekrarı yoluyla, çoğu zaman gerçekliğin kendisinden daha inandırıcı olabilen bir dünya yaratır. Bu olgu, temsilin gerçek olay veya üründen daha önemli ve “gerçek” hale gelebildiği haber, reklam ve eğlence gibi çeşitli alanlarda belirgindir. Medya sadece olayları bildirmez; onları çerçeveler ve inşa eder. İnsanlar dünya görüşlerini ve olay algılarını medyada gördükleri ve bazen gerçeklikte karşılığı olmayan imgelerle inşa ederler. Medya simülasyonları genellikle bir geri bildirim döngüsü içinde var olarak kendi kendini referans alır. Aynı konuşma noktalarını durmaksızın tekrarlayan haber döngüleri buna bir örnektir. Viral trendler, içsel değerlerinden veya gerçeklikle bağlantılarından değil, yalnızca dolaşımlarından anlam kazanırlar. Bir kanalın uzman gördüğü bir kişiyi, başka bir kanal da uzman görmeye başlar.
Şimdi bu özetten sonra konumuz olan ilginç fenomene dönebiliriz.
Simülasyondaki Türkiye’den bir Manzara: Çığ ve Altaylı
Baudrillard’ın tarif ettiği simülasyon dünyası elbette bilimi ve bilim insanlarını da içerir. Bilimsel teorilerin bir gerçeği , bir de medyada imgelerle sunulan simülasyonları vardır. Bir gerçek bilim insanları vardır, bir de bazı durumlarda sadece simülakr olan medyanın güdümlediği “bilim insanları” vardır. Medya güdümlü bilim insanları/uzmanlar bir simülasyon olarak işlemektedir. Medya, imgeler, ses kayıtları ve basitleştirilmiş anlatılar yoluyla kamuya açık bir uzmanlık kişiliği inşa eder. Bu inşa edilen kişilik genellikle bireyin gerçek nitelikleri veya uzmanlığı ile çok az ilişki taşır. Burada hakikatten bir kopma gerçekleşir. Baudrillard’ın simülakr kavramına benzer şekilde, medyanın uzmanlık temsili artık akademik nitelikler veya hakemli yayınlar gibi geleneksel uzmanlık işaretlerine karşılık gelmemektedir. Bunun yerine, otoritesi yalnızca medya ortamında var olan hipergerçek bir “uzman” ya da “bilim insanı” yaratır.
Kamuoyu uzmanlığın bu simüle edilmiş versiyonunu gerçek olarak kabul etmeye başlar çünkü medya görünürlüğü ile sürekli olarak pekiştirilir. Hiper-gerçeklikte simülasyon “gerçekten daha gerçek” hale gelir ve kamuoyu simüle edilmiş uzman/bilim insanı ile gerçek uzmanlık/bilim insanı arasındaki uçurumu sorgulamayı bırakır. Bu hipergerçeklikte kendinden emin konuşma, medyada görünme, popüler kişiler tarafından övülmek, popüler kitaplar yazmak, karizmatik bir imaj çizmek (cumhuriyet kadını gibi) bireyin esas akademik yetkinliğinden bağımsız olarak otoritenin göstergeleri haline gelir.
Medya güdümlü bilim insanı/uzman, gerçek bir otorite olduğu için değil, medya merkezli hipergerçek bir dünyada “bilim insanı” rolüne uyduğu için vardır. Bu olgu, simülasyon gerçekliği gölgede bıraktığı için genellikle kamuoyunda yanlış anlamalara ve gerçek uzmanlığın değersizleştirilmesine yol açmaktadır.
Kanaatimce Muazzez İlmiye Çığ tipik bir simülakr ve burada tarif ettiğim medya güdümlü bilim insanının güzel bir örneği. Cumhuriyet kadını, “dincilere giydiren” karizmatik bir figür, sümeroloji gibi egzotik bir alanda uzman, güzel konuşuyor (benim standartlarda güzel yazmıyor ama genele hitap eden bir üslubu var), Atatürk’ün mirası olan Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezine sahip çıkıyor, baş örtüsünün “kökenini buluyor”, Sümerlerin Türk olduğunu “ispat ediyor”, Alman bilim adamlarından ders alıyor, bir sürü vakıftan ödüller alıyor, ünlü gazeteci ve siyasiler övüyor, sanatçılarla resimleri var … Türkiye için ideal bir medya güdümlü bilim insanı portresi yani. Fatih Altaylı gibi gazetecilerin geri bildirim döngüsü ile bu imge daha da güçleniyor elbette. Bu imgeleri tüketen insanların büyük çoğunluğu bu imgenin arkasında gerçeklik olup olmadığını merak etmiyor. Zaten simülasyonu fark edecek bilinçte de değil bir kısmı ve elbette merak etse de gerçekliği fark edebilecek uzmanlıkta değil. Hem çoğu için Çığ gibi hipergerçek uzmanlar, gerçek akademik uzmanlardan daha muteber ve “gerçek”.
Bu benim aldığım tepkileri çok iyi açıklıyor. Hipergerçekte yaşayan partizanların bana sinirlenmesi, bazı entelektüel ve akademisyenlerin simülasyonun etkisini fark ettiklerinde yaşadıkları şaşkınlık ve elbette zaten gerçeği bilen uzmanların teşekkürü. Bunların hepsi Baudrillard’ın kuramını bilen birinin şaşırmayacağı şeylerdir. Simülasyonlara saldırdığınız zaman olan şey genelde budur. Gerçektekiler teşekkür eder, uyananlar şaşırır, simülasyona çok ciddi bağlı insanlar sinirlenir ve saldırır.
Bu hipergerçekliğin oluşturulmasında Altaylı önemli bir rol oynuyor. Hakaret edecek derecede sinirlenmesinde bunun önemli bir rolü olabilir. Baudrillard’ın öncülü diyebileceğimiz Platon, gölgeler dünyasında yaşayan insanların gerçeklikle karşılaştıkları zaman saldırgan olabilecekleri noktasında bizi uyarıyor zaten. Karanlıkta yaşayan insanlar, ışığı görünce rahatsız olur. Altaylı bu hipergerçekliğe kendini o kadar kaptırmış ki kimin bilim insanı olup olamayacağını belirleme yetkisini kendisinde buluyor. Şaşırtıcı mı? Değil. Simülasyon döngüsündekiler ve onu besleyip büyütenler kurdukları hipergerçekliğe inanırlar. Bu da kendilerini çok güçlü görmelerine neden oluyor. Çünkü hipergerçeklikte güçlüler, onu oluşturuyorlar. Ama çoğu zaman kendileri de bu hipergerçeklikte bir tüketim imgesinden ibaretler, gerçeklikten kopmuşlardır. Nitekim Altaylı bana hakaret ettiği videosunda nasıl kendini buna kaptırdığını da ele veriyor. Muazzez hanımla ilgili twit atmasam adımı duymayacağını bilim insanı olmamın ölçütü olarak söylüyor. Siz felsefeci misiniz, benim adımı niye duyacaksınız sayın Altaylı? Merak ettim mesela kaç tane başarılı dünyaca ünlü Sümerologun adını biliyorsunuz? Sizin birinin adını duymanız uzmanlık ya da bilim insanı olmakla nasıl ilişkili? Cambridge University Press ya da Palgrave Macmillan gibi dünyaca ünlü akademik yayınevlerinin alanımda hakemliğime başvuracak (ve eserlerimi yayınlayacak) kadar beni tanımaları sizin tanımanızdan benim için daha önemli. Gerçeklikte işler, hipergerçeklikten farklı işliyor. Twitterda ondan ayrı dünyaların insanıyız dedim.
Hipergerçeklik Mağarasından Çıkma: Gerçek Uzmanı Nasıl Tanırsınız?
Peki Muazzez hanımın medya güdümlü bir uzman olduğunu neye dayanarak söylüyorum? Gerçek bir uzman olmak ne demektir? Standart uluslararası Eleştirel Düşünce ders kitaplarında uzmanlık bölümleri vardır (Mesela Routledge’tan çıkan Jack Lyons ve Barry Ward’ın The New Critical Thinking kitabının ilgili bölümü). Buralarda gerçek uzmanları tanımak için temel ilkeler verilir. Bunlara göz atalım.
Birinci işaret akademik ve meslek kimlik bilgilerine bakmaktır. Eğitimi ve derecesi nedir? Uzmanlar genellikle saygın kurumlardan alınan derecelere sahiptirler. Dünya çapında ünlü uzmanların ezici çoğunluğu doktora derecesine sahiptir ve akademik kurumlarda/araştırma merkezlerinde çalışırlar. Bu böyledir çünkü dünya çapında bir bilimsel katkı sunmak ciddi bir bilgi birikimi ve uzmanlık gerektirir. Bunu uzun bir eğitim ve hazırlıktan geçmeden elde etmek zordur. Muazzez hanımın herhangi bir yüksek lisans ya da doktora derecesi yok. Sadece Ankara Üniversitesinden Hititoloji alanında lisansı var. Herhangi bir akademik ya da bilimsel kurumla bağlantısı yok.
İkinci işaret elbette ki akademik çıktılardır. Bir kişi bilim insanı ya da akademik bir alanda uzman sayılacaksa o alanda akademik çıktısı olmalıdır. Bu uluslararası tanınan hakemli dergilerde yayın yapma, diğer akademisyenlerden atıf almayı içerir. Bilim insanları inceleme ve tekrarlama için verileri, yöntemleri ve bulguları paylaşmaya isteklidir. Muazzez hanımın ciddi hiçbir uluslarası yayını yok, aldığı bir avuç önemsiz atfın çoğu zaten kendi kendisine yapılmış atıflar. Kitaplarında bahsettiği çivi yazıları ortada yok.
Üçüncü işaret akranlar arasındaki itibardır. Akran ifadesi önemli. Bilim insanları ve uzmanlar, alandaki diğer uzmanlar tarafından tanınır. Bu Altaylı’nın tanımasından önemlidir. Diğer uzmanlar bu kişilerin görüşlerine başvururlar. Davetli konuşmacı olarak üniversiteler tarafından davet edilirler, ödüller alırlar. En önemlisi de görüşleri diğer otoriteler tarafından önemsenir. Bunun sonucunda üst düzey Uluslararası bilimsel yayın evleri ve dergiler hakem olarak görüşlerine başvurur. Zaten uzman demek tam da bu demek. Yaşlandıkları ve vefat ettikleri zaman bu bilim insanları onuruna akademik kitaplar basılır, üniversitelerde toplantılar düzenlenir. Söz konusu Muazzez hanım olduğunda yine bu kriterler karşılanmıyor. Kendi mezun olduğu üniversitesinden emekli birkaç hoca bana ulaştı ve kendileri Muazzez hanımı uzman görmediklerini beyan ettiler. Konuştuğum hiçbir tarihçi ona uzman vasfı atfetmiyor. “Adana Tepebağ Rotary Kulübü, Meslek Hizmet Ödülü” ve “Osmaniye’nin Çardak köyü’ndeki Anadolu Halk Bilimleri ve Kültür Derneği tarafından “Özgür İnsan Ödülü” gibi ödülleri var ama hiçbir ciddi bilim ödülü yok. Elbette tüm bilim insanı ya da uzmanlar ödül alamaz. Ama dünyada en iyi deniyorsa almaları beklenir.
Dördüncü işaret bilgiye sundukları katkıdır. Büyük bilim insanları alanı ilerleten veya önemli sorunları çözen katkılar sunarlar. Sundukları katkı bilim camiasında kabul görür. Bu dediğim elbette sadece büyük bilim insanları veya uzmanlar için geçerli değil. Her bilim insanı alanına az çok katkı sunar ve katkı net bir şekilde tanımlanabilir. Tabi hipergerçeklikte bu katkılar bilinmez ve önemsenmz. Çoğu hipergerçek uzman övülür, göklere çıkarılır. Ama bu kişi bilime katkı sunan hangi önemli teoriyi, fikri ya da görüşü ortaya attı sorusu hep cevapsız kalır. Sahi Muazzez Çığ hanım hangi önemli teori, fikir ya da görüşü ortaya attı?
Beşincisi kriter bir kırmızı bayraktır. Gerçek bilim insanı ve uzmanlar sahte bilimden kaçınırlar. Bilimsel temeli olmayan teori veya uygulamaları desteklemez. Bu kırmızı bayrak, hipergerçek uzman ile gerçek uzmanı ayırmada turnusol görevi görür. Hipergerçek uzmanlar “gerçekliğini” popülariteden aldığı için ilgi çeken sözde bilimsel teorileri desteklemeyi severler. Gerçek bir bilim insanı bundan kaçar. Muazzez İlmiye Çığ deyince akla gelen görüşlerin hepsi sözde bilimsel iddialar. Sümerlerin Türk olduğu, Çam ağacı süslemenin bir Türk geleneği olup kuzey Avrupa’ya öyle geçtiği, Güneş Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi gibi onunla özdeşleşmiş görüşlerin hepsi sözde bilimdir. Hepsi temel bilimsel gerçeklerle çelişir ve alandaki bilim insanları tarafından reddedilir.
Rahatlıkla görebileceği gibi uzmanlık kriterleri uygulandığı zaman bırakın gelecek nesil bilim insanlarına rehber olmak ya da dünyanın en büyük Sümerologu olmayı, aslında Çığ güvenilir bir uzman vasfına bile sahip değildir. Hayal kırıklığı mı? Hipergerçeklikten çıkışın öyle bir etkisi oluyor.
Hipergerçeklikte imgelere çok ciddi değer atfeder insanlar. Onları idealize eder. Çığ da böyle. Onun 12 Eylül’de mahkumlar üstünde etik olmayan deneylerin bir parçası olmuş olabileceğini duyan insanların yüzündeki o şaşkınlık, o inanmak istememe hissi çok garip. Siz Çığ’ı tanımıyordunuz ki? Sadece onun medya imajını biliyordunuz? Neden hayal kırıklığına uğradınız? Cevabı basit. Siz onun medya imajını gerçekten daha gerçek sandınız. Ama hayal kırıklığına uğradıysanız şanslısınız hala gerçeklikle bir bağınız var. Bir de Baudrillard’ın bu ifadesi ile tanımlanabilecek insanlar var: “Gerçek olan artık gerçek değildir ve böylece gerçek bir yanılsamaya dönüşür.” Bu dostlar muhtemelen yazının bu kısmına gelmeden bana hakaret etmeye başlamıştır…
Bu arada Altaylı bey ben dünya çapında bir uzman ya da gelecek nesillere parlayacak bir bilim insanı olma iddiasında değilim. Zaten kariyerimin de başındayım. Ama bu bahsettiğim kriterleri bana uygulayalım derseniz memnuniyetle size belgeleri ile analizimi gönderebilirim.
İyi gazeteciliğin kriterleri ne bilmiyorum. Ama biri kesin Hipergerçekliğe fazla kapılmayıp, gerçekliğin peşinde olmak olmalı. Bu postmodern çağda insanları gerçeklikle buluşturmak için çok önemli bir vasıftır. Ne yazık ki bu ama çok tık getirmez, çünkü simülasyonlar kurguları gereği daha çok ilgi çekerler. Ama simülasyonların önemli bir eksiği vardır, anlamdan yoksundurlar… Baudrillard ile bitirelim: “Gittikçe daha fazla bilginin ve daha az anlamın olduğu bir evrendeyiz.” Acaba hipergerçek başarılara siyasilerin düzdüğü bu övgüler ne kadar anlamlı?