Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITürkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday olduğu nasıl unutturuldu?

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne aday olduğu nasıl unutturuldu?

Yerelin merkeziyetçi siyasetle askıya alınmış olması bir taraftan önemli bir çelişki oluştururken diğer taraftan da AB süreci bu politikaları yenilemek, neoliberal koşullara karşı dirençli hale getirmek için eşi benzeri olmayan bir fırsat oluşturuyordu. Bu yerel kamusal deneyimlerin kayıtlardan silinmiş olmaları üzerinde düşünmek ve yaşam alanlarıyla ilgili gelişmelere bakmak bu fırsatın nasıl kaybedildiğini anlamak için bir fikir verebilir.

Avrupa Birliği üyeliğinin dile getirilmesi mesafenin iyice açıldığı, sürecin durdurulduğu, müzakerelerin askıya alınmış olduğu bir dönemde -en azından- şaşırtıcıydı. İlişkilerin tarihine nereden bakılsa, bu sürecin hayata dokunduğu ne kadar başlık varsa, eylemlerle söylemlerin bu kadar çeliştiği başka bir siyasal mesele var mıdır, bilmiyorum. 

Özellikle toplulukları tasarlama ideallerinin krizlerle karşılaştığı koşullarda ideolojilerin işlevini yitirmek şöyle dursun, adeta arka planda dokunulmazlık ve kutsal bir işlev kazandığını söylemek mümkün. Bunun da yerel deneyimlerin, korunması ve geliştirilmesi mümkün olan yaşam değerlerinin araçsallaştırılmasına yol açtığını…

Bu yüzden yerelin merkeziyetçilikle askıya alınmış olması bir taraftan ilişkilerde önemli bir çelişki oluştururken, diğer taraftan da AB sürecinin -neoliberal koşullara karşı- kamu politikalarını yenilemek, dirençli hale getirmek için eşi benzeri olmayan bir fırsat oluşturduğunu düşünüyorum. 

Bu yazıda politikaların nasıl ayaklarının yere basabileceğini, nasıl işbirliği ve iyileştirme fırsatları yaratabileceklerini göstermeleri açısından birkaç yerel kamusal deneyime değinmek istiyorum. Bu yerel kamusal deneyimlerin bugün kayıtlardan silinmiş olmaları üzerine de düşünmeyi öneriyorum.

İstanbul’un 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti olduğunu bugün kim hatırlıyor?

İstanbul’un 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilmesinin uzun bir hikayesi var. Bir başka yazıda umarım bunu tartışma fırsatı olur.

İstanbul 2006 yılında 2010 yılının “Avrupa Kültür Başkenti” seçilmişti, 7 kişilik Avrupa Birliği’nin görevlendirdiği seçici kurul tarafından oybirliğiyle aldığı kararla. 

Kararın oybirliği ile alınmasının iki nedeni vardı: 

Birinci olarak başvurunun bir sivil girişimin önderliğinde yapılması… (Bu seçici kurul başkanı Jeremy Isaacs’a göre kararı etkileyen çok önemli bir gelişmeydi.) 

İkinci olarak da İstanbul gibi bir şehrin yarattığı heyecan elbette. 2005 yılında alınan tarihi bir kararla, adaylık süreci de başlamıştı. 1996 Birleşmiş Milletler İnsanyerleşimleri (Habitat) Zirvesi’nde bağımsız bir sivil toplum alanı yaratan, küresel dayanışma ağları ile ilişki kuran ve devlet politikalarını etkileyen, 1999 felaketi sonrasında gene yerel ve küresel bağlar kuran, yardım çalışmalarını örgütleyen, koordinasyonu sağlayan örgütlenmiş bağımsız bir sivil toplum hareketinin varlığı bu başvurunun yapılmasını sağlamıştı. 

Adaylık başvuru dosyasını bağımsız bireyler hazırlamıştı. Amaçları yerelde, insanların yaşam çevresinde merkeziyetçi olmayan, çok taraflı ve misyon odaklı bir organlaşmanın nasıl yenilikçi şehircilik deneyimlerinde işbirliği fırsatları ve iyileşmeler sağlayabileceğini göstermekti. Ortada herhangi bir bütçe, destek de yoktu. Bu yüzden bu başvuru bağımsız bir girişim tarafından hazırlandı, programda nelerin yer alacağını da başvuruyu hazırlayanlar belirledi. 

Sonra ne oldu? Program merkezi yönetimin denetimine girdi. Ama bunda dikey ilişkiler kuran, bu gelişmeyi kendileri için bir fırsata çevirmeye çalışan kişilerin de payı oldu. Programın ancak bir bölümü gerçekleştirilebildi.  Sonra da yönetim İstanbul’un Kültür Başkenti olduğunu unutturmak için her şeyi yaptı. Geriye pek bir şey kalmadı.

Oysa, programın sonunda, 2010 yılında bizzat gelerek dönemin başbakanı ile birlikte açılışı yapan, Avrupa Kültür Komiseri Vasiliou’yu Yönetim Kurulu Başkanı Şekip Avdagiç ile ziyaret ettiğimizde (2011) söyledikleri hala kulağımda:

“İstanbul Kültür Başkenti seçildi. Bu unvan bir yıllık değil… Devam etmeniz ve kazandığınız bu ünvanı korumanız gerekir.”

İlginç olan yalnızca iktidarın değil, yerel yönetim de dahil, muhalefetin, sivil toplum kuruluşlarının da üzerinde –bağımsız insanların en az on yıl emek verdiği- bu yerel kamusal deneyimi unutmuş olmaları.

Sulukule gibi kentsel dönüşüm uygulamaları bir kırılma noktası oluşturdu

Şehir planlama faaliyetleri, kültürel mirasla ilgili çalışmalar, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Süleymaniye gibi tarihi semtlerde gerçekleştirilen çalışmalar, hatta çok tipik bir örnek olarak Sulukule’deki kentsel dönüşüm projesi AB normları, uygulamaları ile “ ters yüz oluşu” ortaya koyar:

Görünüşte bu ayrımcılık yaratan, Romanları bin yıllık mahallerinden kazıyan Ak 

Partili Belediye Başkanı Mustafa Demir’di. 

Ama dediğim gibi görünüşte. 

Projeyi hazırlayan ve kamunun kariyer imkanlarını kendi özel alanlarına taşıyan “uzmanlar” ondan çok daha fazla şiddetle bu projeyi dikte etmeye çalışırlar.

Önemli bir imkan da, tam bu sırada 1996 Birleşmiş Milletler İnsanyerleşimleri Zirvesi, 1999 Depremi gibi olaylar dolayısı ile örgütlenmiş bağımsız bir sivil toplum hareketinin varlığı ve İstanbul’un oybirliği ile Avrupa Kültür Başkenti seçilmesiydi. Avrupa Birliği siyasal organlarına yapılan başvuru dosyası bağımsız bir sivil inisiyatif tarafından hazırlanmıştı. Yönetimin itirazlarına rağmen dosyanın içinde Sulukule, AKM, UNESCO Miras Alanları… gibi problemli meseleler yer alıyordu.

Amaç yerelde, insanların yaşam çevresinde merkeziyetçi olmayan, çok taraflı ve misyon odaklı bir organlaşmanın nasıl işbirliği fırsatları ve iyileşmeler sağlayabileceğini göstermekti.

Avrupa Birliği İskan Fonu hibeleri, v.s. ile Ak Partili Belediye Başkanı -zorla da olsa- ikna edilir. Seçici kurul tarafından oybirliği ile onaylanan bu program, bir strateji içerir.  Alternatif proje mucizevi stratejiyle hazırlanmış, yapılan alternatif çalışmalarla, uluslararası şehircilik deneyimleriyle köprüler kurulur. Yalnızca itirazlarla sınırlı olmayan, belki de dünyanın en deneyimli ve duyarlı uzmanlarıyla çalışma hayata geçirilir. Bu uzmanlar Sulukule’ye gelerek yerel halkla ilişki kurarlar. 

Yaşam biçimlerini, istihdam koşullarını, mekânsal sorunları araştırırlar. Onların yaşam çevrelerini iyileştirecek, karşılıklı öğrenmeye ve temas etmeye dayanan çok öncelikli, şiddet içermeyen bir planlama yöntemi ve süreç odaklı proje geliştirirler. 

Ancak hayret edici bir gelişme yaşanır: Tıpkı AKM’nin restorasyonu konusunda olduğu gibi, London College University gibi bu konuda deneyimli bir kuruluşun, B.M. uzmanlarının ortaya koydukları yaşamı iyileştirmeye dayanan çalışmalar her iki taraftan da saldırıya uğrar. Semte bir kere uğramayan, toplantılara dahi katılmayan ama belediye projelerinde kamu imkanlarını, gücünü kullanarak, imtiyazlar elde eden, köşe başlarını tutan kimi uzmanlar “Avrupa Birliği emperyalisttir”… “Bizim projelerimizi yabancılar mı yapacak” gibi argümanlar sergilerler ve bağımsız inisiyatifi içerden ve dışardan engellemeye çalışırlar. 

Sulukule olayının bir de öncesi vardır: 1996 Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Zirvesi ardından sivil toplumun başarılarının kalıcı olması için başlatılan Fener-Balat Rehabilitasyon Projesi’nin sivil toplum içinden ve dışından kösteklenmesi gibi…

Bu pilot şehircilik deneyimin bu imtiyaz gruplarını nasıl rahatsız ettiğini anlamak için engellemek için neler yapıldığını hatırlamanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Fener-Balat Rehabilitasyon Projesi nasıl unutturuldu?

1996 Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı sonrası, sivil toplum hareketliliğini, devletin politikalarını iyileştirmekteki başarısını, etkilerini gören ve kalıcı olmasını amaçlayan Fransız Sosyalist Partisi içinde yer alan ve insanyerleşimleri, kültürel miras konularında öne çıkan politikacı Yves Dauge ile UNESCO Dünya Mirası Komitesi Direktörü Minja Yang STK temsilcileri ile özel bir görüşme yaparlar. 

Her ikisinin de çok zorlu koşullarda inisiyatif geliştiren ve devletin politikalarını etkileyen bu sivil girişimin başarısından dolayı gözleri kamaşmıştır. 

BM Zirvesi Evsahibi Komitesi’nde yer alan STK temsilcileri UNESCO Komitesi gözetiminde, AB desteği ile gerçekleştirilecek programlar konuşulur. 

Bu ikilinin girişimiyle başlatılan inisiyatif karşılığını bulur ve Avrupa Birliği’nin siyasal organları ve Miras Komitesi’nin saygın uzmanları tarafından desteklenir. 


Sonuçta bu görüşmeden ve konferansın arkasından uzun bir süre geçmeden İstanbul’un Dünya Mirası Listesi’nde yer alan ve sivil mimarlık örneklerinin yer aldığı Süleymaniye semtinde bir pilot çalışma yapılması gündeme gelir. Dönemin hükümeti de bu çalışmayı destekler gibi gözükmektedir. Fatih Belediyesi 1985 yılından beri Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bölgeleri korumak için uluslararası bir desteğin alınmasını istemektedir. Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü de İstanbul’un yetiştirdiği değerli bir tarihçi, kültürel miras yönetimi uzmanı Stefanos Yerasimos’un desteğiyle ve şehircilik alanındaki deneyimli araştırmacılarla fizibilite çalışmalarını gerçekleştirir. 

Yapılan anlaşmaya göre projeye merkezi yönetim ve Fatih Belediyesi Avrupa Birliği kadar bir katkı yapacaktır. Hazırlık sürecinde yapılan araştırmalar sonucunda projenin Süleymaniye’de gerçekleştirilmesi yerine kagir yapıların olduğu Fener-Balat semtleri tercih edilir. 

Ancak bu sırada yönetim değişir. Bu sırada projenin yapılacağı yer olarak Fener-Balat semtlerinin seçilmesi üzerine bir takım söylentiler çıkarılır. Söylenen şudur: “Avrupa Birliği özellikle bu bölgeyi tercih etmiştir. Asıl amaçları bu bölgeyi Ortodoks’ların Vatikan’ı haline getirmektir.” Proje süresince çeşitli engeller çıkarılır. Merkezi yönetimin desteği yol kaplamalarına aktarılır ve projenin yönetim bütünlüğü içinden çıkarılır. Söylentilerle yerel halk projeden uzaklaştırılmaya çalışılır.

2009 yılında proje nihayetlenir ve UNESCO tarafından örnek bir çalışma olarak tanıtılır. Avrupa Birliği ve UNESCO desteğiyle, uluslararası normlara göre, çok öncelikli, çok taraflı misyon odaklı bir organlaşmayla gerçekleştirilmeye çalışılan Fener-Balat Rehabilitasyon Projesi’nin izleri silinir. Arkasından Fatih Belediyesi aynı bölgede Tarlabaşı projesi gibi soylulaştırıcı bir projeye girişir. İstanbul tam da kentsel dönüşüm gibi kavramların tartışıldığı bir süreçte İstanbul halkı bugünkü piyasa odaklı, spekülasyonlara yol açan kentsel dönüşüm modeline karşı bir alternatif olan, uluslararası normlara uygun bir şehircilik deneyimi yaşama fırsatından mahrum bırakılır. Sulukule, Tarlabaşı, Süleymaniye gibi halkı zorla yerinden eden, küçük üreticileri kazıyan, spekülasyonlara yol açan kentsel dönüşüm modelinin önü açılır.

Yerel kamusal deneyimlerin izleri nasıl silindi?

Sulukule, Süleymaniye, Tarlabaşı… gibi şehrin mahallelerinde yaşananlara, kentsel dönüşüm adı altında yapılanlara, ya da kapalı planlarla yağmalanan yeşil alanlara, şehrin kamusal alanlarında, kıyılarındaki spekülatif imar operasyonlarına bir bakalım. Bunlardan kimler besleniyor? 

Avrupa Birliği siyasal organları içindeki tartışmalarla ve hibe desteği ile Belediye Başkanı Mustafa Demir ikna edilse bile bu derin yapılar büyük bir dirençle ve kamu imkanları ile imtiyaz ilişkilerini savunurlar, gelişmeleri perdelemeye çalışırlar.

Semtlilerin, bölgedeki halkın yaşama çevresini, istihdam koşullarını iyileştirmeyi hedefleyen çok yönlü, çok öncelikli, yenilikçi şehircilik engellemek için.

Kafamdaki soru şu: “Avrupa Birliği ile ilişkiler” deyince, acaba başka bir yere mi bakıyoruz? Örneğin siyasetçilerin ne yaptıklarına? Yoksa engelleri oluşturan başka failler mi var? “Avrupa” deyince dünya fuarlarını, bulvarları, gösterişli binaları ve -arkasında sömürgeciliği, ayrımcılığı, şiddeti gizleyen– “Belle Époque” masallarını (hayallerini) gören Osmanlı aydınları gibi? 

Bu soruyu sormanın anlamlı olduğunu düşünüyorum.

Aynı coğrafyada haksızlığa, sömürgeciliğe, kırımlara, yoksulluğa, eşitsizliğe karşı olan mücadeleleri, bağımsız ve eleştirel entelektüel üretimi, direnişleri, alternatif yerel politik deneyimleri ya fark etmediklerini, ya da görmediklerini düşünüyorum. 

Tıpkı bağımsız inisiyatiflerin, uzmanların, kuruluşların UNESCO Miras Alanları, Fener-Balat, Sulukule için geliştirdikleri, hayata geçirdikleri alternatif çalışmaları ya görmezden gelmeleri, ya da kamu imkanlarını kullanarak engellemeye ve kayıtlardan silmeye çalışmaları gibi.

AB ile ilişkilerde ters görüntü veren, ya da tuhaflıkları yaratan şey de bu olabilir: “Modernite” ile ilişki içinde gelişen kurumlar içinde, eğitim ve kariyer sahibi olan, kimlikler edinen, kamu imkanlarını, fırsatlarını kullanan, bunları seküler olmayan, imtiyazcı ilişkiler içinde yeniden üreten yapılar ve zümreler.

Bir taraftan Avrupa Birliği hayalleri kurarken, bir taraftan da yerel kamusal deneyimlerde yaşananlar ne tuhaflıklar zinciri oluşturuyor, değil mi?  

Ülkenin bütün meseleleri bir tuhaf, biliyorum. Ama eğer bana “tuhaflıklardan tuhaflık beğen, birini seç” derseniz, hiç tereddüt etmeden bu adaylık sürecinde “ters yüz” edilen bu yerel kamusal deneyimleri seçerdim. 

- Advertisment -