Bizim kuşağın lambalı radyoyla başlayan müzikal serüvenine değinmeye çalıştığım yazı dizisinde on yılda bir hayatımıza çöreklenen darbelerin ayrı bir yeri var. Radyosuz darbe de olmuyor, darbesiz radyo da bu ülkenin makûs, tepetaklak tarihine pek uymuyor maalesef.
Başlangıçta darbeler bayram, ulusal yas vs. kabilinden o günlere has bir radyo programı gibi. Teknolojik imkânı bulunsa, “Darbe Özel Yayını” kışladan yapılacak. Olmayınca 27 Mayıs darbesinde “İstanbul Radyosu Kumandanlığı” kuruluyor. “Dördüncü güç medya”nın askeri yorumu: “Kara, Hava, Deniz”den sonra dördüncü kuvvet komutanlığı.
Sabaha karşı, 04.36’daki ilk komutu ise “Dikkat… Dikkat… Muhterem vatandaşlar, radyolarınızın başına geçiniz. Güvendiğiniz silahlı kuvvetlerinizin sesi bir dakika sonra sizlere hitap edecektir”. Kelimenin tam, pür askeri anlamıyla evlerde “Toplumsal içtima” çağrısı! Gözümde dürtülerek uyandırılmış, pijamalarıyla hazırolda duran insanlar canlanıyor. Ki o “çizgili pijamalı”, hazırolda içtima görüntüsü Nazi toplama kamplarıyla da aklımda.
DMO’ya bağlı daire: Beka
Askeriyenin radyofonik tabiatı, ilk radyo anonsu böyle olunca zihnimden “Sonraki darbelerde cuntacı generallere ana hatlarıyla hızlı bir sunuculuk, birkaç cümleyle diksiyon eğitimi verilmiş midir ki?” sorusu da geçiyor: “Eğer siz de münasip görür, öyle arzu ederseniz bu kez muhtıranıza ‘Meraba, Nassın Asker!’ diye bağırarak başlamasanız mı acaba paşam… Mesela o ulvî sesinizle milleti de hesaba katan ‘Aziz Türk Milleti’ hitabı, yüceliğinizin kuytusunda kalan alçak gönüllüğünüzü daha güzel ortaya koyacaktır.”
Öyle birkaç saat sürecek, zor bir eğitim değil esasında. Türkiye radyolarında okunan darbe bildirilerinin, muhtıra metinlerinin tek kelimeyle özeti “beka” zaten. Ama milleti işin işine katmazsan “beka”nın Devlet Malzeme Ofisi’ne bağlı bir daire olduğu ortaya çıkacak. Damardan zerk edilemeyecek o kutsal tezyinatı.
O kullanışlı, konvörtıbıl kelimenin her devirde hatırlatılması, “kendinden başka dostu olmayan” ülkede kulağa hoş, mâkul da geliyor uzaktan. Tüm düşmanlar kuyrukta, her an yeni sızmalar, araya kaynak olanlar var… Hangi mevzuda sıkışsan bekayla keyif kekâ.
Gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde olanların her yönden, dâhili-harici saldırısına karşı ziyafet masasındaki leziz düzenin, St. Augustine sabrıyla Aziz milletin muhafazası söz konusu. Eh, muhtıra yazım kılavuzuna uygun böyle bir hamaset de radyoları açınca artık “değişen o sesler”le, o havaya uygun müziklerle, beka şarkılarıyla, marşlarıyla cilalanıyor.
“Açın radyolarınızı: eylülün sesi”
Cihan harplerini naklen yaşamasak da, radyolarda harp üniformalı, “kamuflajlı” darbeleri milletçe idrak ediyor/ettiriliyoruz bolca. “Radyo Evi’nin ele geçirilmesiyle” başlayan darbelerin kendine has sesiyle, müziğiyle büyüyor çocuklar. O kuşağın kulaklarında hep o yankı: “Dikkat dikkat…”
“Açın radyolarınızı: eylülün sesi /Bu dünyada can sıkıntısının /bir başka anlamı var baylar” diyor ya Edip Cansever… Darbelerde radyonun, o mevsimin sesi başka. Haberler muhtıra artık, kamu spotları numaralı sıkıyönetim bildirileri. Müzikler desen her telden “mehter”; hepsi bir ileri, iki, üç, beş adım geri, benzer rap rapta…
Bizim kuşak için miladına gelince… 27 Mayıs 1960 darbesi, benzetmek gibi olmasın ilk aşk gibi biraz. Evlerde lambalı radyoyu edinmeye, çözmeye çalışan nesil, o darbeye antrenmansız yakalanıyor. Gerçi darbe ambiyansına alışığız doğuştan. Bayramlarda bütçeye göre artık yavrukurt, asker, polis mi olur, her sübyanda bir üniforma. Arada tek tük kovboy kemeri, çat pat tabancası, şapkası, püskülüyle filan dolaşan emperyal tüp bebekler de var.
Askerlik Dersi komutanımız
Örgün eğitimimiz de öyle. Müfredatımızda Askerlik Dersi (sonradan Milli Güvenlik Dersi) var mesela. Dersin kökeninde de bir terbiye talimatnamesi yatıyor: “Liseler ve erkek muallim mekteplerinde her on beş günde bir saat olmak üzere ‘Terbiye-i Askeriye Konferansları’ verilecektir. Konferansları verecek olan kişi ise en az yüzbaşı rütbesinde olmak üzere Müdafaa-i Milliye Vekaleti tarafından tayin edilecek ve Maarif Vekaleti tarafından onaylanacaktır.”
Askerlik Dersi hocamız (komutanımız), sınıfın en gür sesli, sırasında da “hazırol”da oturan, kravatı bağrına, takım elbisesi tenine nüfuz eden -atanmış/adanmış- talebesinin çektiği “Dik’kattt” komutuyla giriyor derse. Tüm sınıf rap ayakta, hazırolda… O an hepimiz cephedeki “Talebecik”iz.
27 Mayıs’ın radyodan ilk anons kelimeleri de olan “Dikkat dikkat!..” netameli, hazin bir nida zaten. Vaktiyle Gençlik Park’ında sık duyulan “Dikkat dikkat! Kırmızı atkılı, yeşil parkalı bir çocuk kaybolmuştur, görenlerin…” anonsu, “az sonra”ki yıllarda derin siyasetin kulak asılmayan cumartesi feryadı.
İnkılâp, yazması yapmasından zor
Askerlik Dersi’nde rütbelerin, haddimizin yanında 27 Mayıs gibi “inkılâp”ları da öğreniyoruz üniformalı hocamızın içtima(i) sesinden. Heyhat, en çok kopya çekilen derslerden… Hayatımızda ortanın -iyice- soluna, aşırı ucuna kayan ihtilâli başköşeye oturtan “devrim” kelimesine karşı, ayarı ortanın sağına çekiştiren inkılâp sürümde başlangıçta.
Sözlükteki anlamıyla inkılâp da devrim ama o kadar da devrim değil. Tek boyutlu/tek radyolu enformasyonun da etkisiyle, ülkemizde yazması yapılmasından daha zor olan “inkılâp” kelimesiyle yerleşiyor o günler, çocuk-genç hafızalara.
Sonradan okullarda ezberletilmeye çalışılan ama çoğu kez sınavında cümleten kopya çekilen “Devrim Tarihi” dersinin adı darbeye kadar “İnkılâp Tarihi”. 27 Mayıs darbesiyle “Türk İnkılâp Tarihi ve Türkiye Cumhuriyeti Rejimi” olarak değiştiriliyor. Tarih yetmez rejimi de gerek gibilerinden… O günlerde talebe olsaydık tarihiyle ilgili sorularda yine kopya çeker, rejimini de Askerlik Hocası’na bakıp yazardık muhtemelen.
Üniversitelerde de okutulan dersin adı 1968’de “Türk Devrim Tarihi” oluyor. Oluyor da o günlerde devrim de, o mevzuda rekabet de çok maalesef. İthal devrimler bir başka; hem daha teferruatlı, hem de daha uzun dayanıyor. O nedenle o mânâlı, kendine has kuşaklı, uluslararası 68 plakalı tarihte Sovyet, Çin ya da “Küba Devrim Tarihi” filan seçmeli ders bile değil, belki de gençler nasıl olsa biliyor diye düşünüyorlar.
Darbede “şarkı marşları” popüler
O günlerin ekseninde trrap diye şarkılara, marşlara dönersek… Darbeler, savaşlar ve onlara fazlasıyla benzeyen güncel münazaralar şarkıları, türleri, istenen ya da yasaklanan repertuarıyla filan değiştirmiyor sadece. Uyarlaması, “aranjman”ı da var bolca. Sahnelerini alçaktan uçan jetler ve Kızılay Meydanı’ndaki “bayram” dışında pek hatırlamadığım 27 Mayıs Darbesi’nin “şarkı marşları” tekrar ezberiyle hafızamda.
O dönemin aranjman şarkı marşlarının örnekleri arasında “Hatırla Menderes” var misal. O şarkının esefle aklımda kalan sözleri şöyle: “Hatırla Menderes o meşum geceyi /Çamların altında yediğin tekmeyi /Beni mecnun ettin, sen de olasın /Devrimi inkâr edersen, Allahtan bulasın”… İşin dramatik yanı, o uyarlamaya ilham veren “Hatırla Sevgili”nin yıllar sonra Menderes dönemine ayrıntılı yer veren dizinin adı ve jeneriği olması.
Cuntacılardan “diktatör”e lanet
Plevne Marşı’ndan aranje edilen, o günlerde durma söylenen, yıllar sonra Ruhi Su’nun sesiyle ama sadece ilk dörtlüğüyle gündeme gelen ezgiyi de unutmamışım. “Olur mu böyle olur mu /Kardeş kardeşi vurur mu /Kahrolası diktatörler /Bu dünya (vatan) size kalır mı /Türk gençliği korkmam diyor/ Etrafımı yıkmam diyor /Atatürk’ün evlatları /Hak yolundan çıkmam diyor” da hafızamda hâlâ.
İşlemcimi ele geçirmese de, ana bellekte duruyor. Darbeyi darağaçlarına taşıyan, boy boy infaz fotoğraflarını yayınlayan cuntayı destekleyenlerin “diktatörler”e kahretmesindeki hazin, acımasız ironi, pişkinlik de aklımda… Onlar adına her darbede katlanan memleketli utancım da hâlâ kabuk tutmayan bir yara.
Darbeye müzik, “Uygun adım marş”a tempo şart. Öyle kuru kuruya olmuyor. Mesela 27 Mayıs’ta insanlar darbe yapacaklar, bakıyorlar ki ellerinde radyodan yayınlayacakları plak yok. Olacak şey değil, bulamazlarsa belki darbeyi ertelemek zorunda kalacaklar. Onca hazırlık, onlarca tank, rölantide bekleyen, su gibi yakan jetler filan yeniden hangara, binlerce askeri subayı “Bugün yapmayacak mıydık komutanım?” hüsranıyla koğuşlara…
Eyvah, plak dolabı kilitli!
Murat Meriç o günlerin pek bilinmeyen, unutulan müzikal hikâyesini BirGün Pazar’da 24.05.2015 ‘de yayınlanan “27 Mayıs: İhtilâl coşkusu!” yazısında anlatıyor. İlk durağında 6 Temmuz 1962 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan Ömer Sami Coşar-Abdi İpekçi imzalı “İhtilâlin İçyüzü” dizisi var:
“Saat dördü geçmiş, ihtilâli ilan etmesi beklenen Ankara Radyosu’nun sesi çıkmamıştı. Durumu müzakere ettiler. (Orhan) Erkanlı derhal İstanbul Radyosu’nu faaliyete geçirip ihtilâli buradan ilan etmeyi ileri sürdü. Radyoevi’nin kumandasını eline almış olan Binbaşı Kenan Ersoy yayın odasında, mikrofon başındaydı.
Plak dolabına koşmuşlar, kilitli bulmuşlardı. Fakat bereket versin o gece yayın kapanırken çalınan İstiklal Marşı plağı kaldırılmamış, masa üzerinde unutulmuştu. Zaten o gün en fazla lazım olan plak da bu değil miydi? İstiklal Marşı’nın çalınmasını müteakip, 04.36’da, 27 Mayıs ihtilâlinin ilk duyurusu okundu.
İkinci Cumhuriyet’in kâğıttan plağı
27 Mayıs öncesinde hazırlanan, Turizm ve Enformasyon Bakanlığı tarafından yayımlanan bir kâğıt plak, ihtilâlin simgesi. (Kâğıttan plak, bana Mao Zedung’un bize de söylediği “Emperyalizm kâğıttan kaplandır” vecizesini de hatırlatıyor elbette.)
Kâğıt plağın ön yüzünde, Anıtkabir’de bayrak değişimi yapan askerlerin fotoğrafı olan ve “ikinci cumhuriyet”e selâm çakan fotoğrafın üzerinde şu yazıyı okuyoruz: ‘Salute to the Second Turkish Republic (İkinci Türkiye Cumhuriyeti’ne selam olsun)’. Plağın muhteviyatı, iki kayıttan müteşekkil: İstiklal Marşı ve Gazi Osman Paşa Marşı. İlki bildik, ikincisi farklı.
Elimdeki kâğıt plakta bir koro tarafından seslendirilen bu marş (“Olur mu böyle olur mu”) yumuşatılmış sözlerle, Behiye Aksoy tarafından da bir taş plağa kaydedildi: “Olur mu böyle olur mu?/ Kardeş kardeşi vurur mu?/ Hürriyete susayınca/ Türk gençliği hiç durur mu?”
Bu muhayyer kürdî marş, dalga dalga yayılarak dönemin simgesi oldu.
Zeki Müren’in şaibeli desteği
İhtilâl sırasında Adana’da olan Zeki Müren bu marşı, 4 Haziran’da başladığı İstanbul programında seslendirdi. O dönemde gazetelerde yayımlanan ilanda şöyle deniyordu: ‘Tepebaşı Bahçesi’nde her akşam Zeki Müren kahraman Türk ordusunun ve asil Türk gençliğinin hürriyet marşı vatan türküsü ‘Osman Paşa’ tablosunu mehter refakatinde takdim etmekle şeref duyar.’
Ancak Müren, ilanın yayımlanmasını müteakip sıkıyönetim tarafından yapılan bir uyarı sonucu bu marşı söylemeyi bırakmak durumunda kaldı. Ordu, sonrasında da Zeki Müren’i sıkıştırdı. O dönemde radyoda söylediği ‘Yeşil ördek gibi daldın göllere’ türküsündeki ‘Ne sen beni unut ne de ben seni’ dizesini Menderes’i anma olarak nitelendiren subaylar, sanatçıyı sorguya çekmişti.
Radyo Kumandanlığı: Dikkat, marş yazılacak
Haziran 1960’ta, İstanbul Radyosu Kumandanlığı, “inkilap hareketlerinin mânâsını belirtecek marş yazılması” için bestecilere davetiye çıkarttı. Pek çok besteci bu çağrıya olumlu yanıt verdi ancak ortaya çıkan marşların hiçbiri yaygınlaşamadı. Aynı tarihlerde, Münir Nurettin Selçuk konserlerini, kendi yazdığı marşla bitiriyordu: “Türk milleti gençliğiyle, ordusuyla el ele…”
Aynı dönemde yayımlanan Nuri Sesigüzel plağında rastladığımız A. Nail Bayşu imzalı şarkı ise şöyle: “Türk ordusu geçti başa/ Yaşa şanlı ordu yaşa/ Hürriyeti verdin bize/ Türk ordusu binler yaşa /Türk ordusu hazır oldu/ Gece saat üçü vurdu/ Yirmi yedi Mayıs günü/ İçimiz sevinçle doldu…”
Biz o “şarkı marşı”na yetişemesek de Sesigüzel’i “Karakaş gözlerin elmas /Pişman olur kimseler almaz /Annene bak gör halini” eserinden hatırlıyoruz. Bayşu’ya gelince, Erkin Koray’ın seslendirdiği “Kızları da alın askere”nin de bestesi, güftesi de ona ait; ki tesadüfün bu kadarı anca darbelerde filan oluyor. Gerçi biraz tırsmış olacak ki şarkının finalini, son cümlesini “Kızları almayın askere”ye bağlıyor.
“Kibar İnkılâp”ın darağaçları
Ya işte böyle muhterem dinleyiciler. 27 Mayıs darbesine de neşeli bir ilkbahar şarkısının adı veriliyor, devrim, inkılâp deniyor yıllarca… Hatta o da kesmiyor, “Kibar İnkılâp” olarak anılıyor birçok çevrede, kaynakta… Ama bir yıl sona o “kibar devrim”in darağaçları kuruluyor, 1961 sonbaharında… Heyhat idamların da, darbelerin de sonbaharı olmuyor o milat.
Ki, vakayı adiyeden idamların “açık” tarihi 1965’lere kadar devam etmiş, radyolardan bile ilan edilmiş zaten: “Dikkat dikkat…” İstanbul’da Sultanahmet, Ankara’da Samanpazarı meydanlarındaki “halka açık”, güpegündüz, alenen infaz edilen idamların 1965’e kadar sürdüğüne (ne kadar yakın bir tarih değil mi), bugün sadece “devleti bilenler” şaşırmayacaktır belki. Ankara’daki Ulucanlar (Utanç) Müzesi’ndeki darağaçları da, onlara bizzat, yaşayarak tanık olanlar, bugün o mirasla hayatlarını sürdürenler için müzelik tarih olamayacak kadar taze.
Gelecek pazar “radyo konserleri”ndeki diğer darbelere, “darbe programlar”ı sunuculuğundaki tekâmüle, müzik dağarcığındaki zenginliğe, radyo/TV’deki Evren fenomenine filan değinmeye çalışacağım.
BİRİNCİ RADYO MUHAREBESİ:
“MAĞLUBİYETİMİZİN TEK NEDENİ RADYO”
“Askeri darbe girişimciliği” tarihinde Albay Talat Aydemir’in yeri ayrı… Aydemir’e göre şahsına Milli Birlik Komitesi’nde bir koltuğu çok gören 27 Mayıs yeterli, uzun ömürlü bir “inkılâp” değil. Bir yıl sonra kurulan hükümetle iyice “dejenere ediliyor”. O nedenle ful mesai yeni darbe arayışında.
Lâkin darbe kıpraşmaları, bilfiil girişimleri engelleniyor ve emekliye sevk ediliyor. Yılmıyor, Aydemir ve silah arkadaşları 20 Mayıs 1963 Pazartesi gecesi yeniden harekete geçiyor. İhtilâlin parolası “Harbiyeli”, işareti ise “Aldanmaz”… Geceyarısı Ankara Radyo Evi’ni ele geçiriyorlar.
Aydemir darbe günlüğünü aktardığı 584 sayfalık “Hatıratım” kitabında radyo başındaki o ânını şöyle anlatıyor: “Saat geceyarısını birkaç dakika geçtiğinde radyo sustu, bir Almanca neşriyat başladı, o da kesildi, radyo da vınlamaya başladı. Arkasından, ‘Dikkat dikkat…’ diye, Tank Üsteğmen İlhan Baş’ın sesi yükseldi, ihtilâl tebliği okunmaya başladı.”
“Örfe, adet”e uygun Örfi İdare
Aynı duyuruyla “Örfî İdare” de ilan ediliyor. “Sıkıyönetim”in Arapçası, tarihimizde uzun yıllar “örf, adet ve gelenek”ten sayılan askeri darbelerin dilini, huyunu suyunu araştıranlara da şahsımdan linguistik bir tüyo. Ancak bir süre sonra Radyo Evi’ni hükümet yanlısı subaylar geri alıyor. Yarbay Ali Elverdi’nin karşı tebliği, bu kez “Muhterem Türk Milleti”ne cümlesiyle başlıyor. Milletimiz sadece saygın, saygıya değer değil böyle mevzularda görmüş geçirmiş, saçı başı ağarmış olduğu için de muhterem. Marşlar eşliğinde yapılan yayında “bir yanlışlık olduğu”, darbe filan yapmadıkları ifade ediliyor: “Türk Ordusu, herkes kışlalarına dönsün, herkes ikinci emri beklesin.”
Kim bir bölük toplasa darbede söz sahibi… Bir süre sonra eski 27 Mayıs darbecilerinin geri aldığı Radyo Tepesi’ni, yeni darbecilerden Üsteğmen Erol Dinçer bölüğüyle “tekrar zaptediyor”. Ali Elverdi’yi tevkif ediyor: “Radyo tekrar bizim anonsu vermeye başladı. 02.30 ’a kadar devam etti.”
Radyo dinleyicileri de şaşkın; geceyarısı naklen yayınlanan muharebede takımların formasını karıştıran heyecanlı taraftar, gol atacağı kaleyi şaşıran divane futbolcu psikolojisinde muhtemelen. Uykudan kalkmış gözleri mahmur pijamalı milisler, radyoların başında “Yahu bu bizim anons, bizim darbe… Yok, öbürküsü bizimkisiydi asıl!” diye bir eli alkışta, diğeri yumruk pozisyonunda…
F-86’lar F-100 tayyarelerine karşı
Bakıyorlar ki millet, radyo yüzünden yeniden mitoz bölünmeye geçecek, Genelkurmay ve hükümet yayını Etimesgut’tan kestiriyor. Bir süre sonra da Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay radyodan “Türk Silahlı Kuvvetleri hükümetin emrindedir. Üç beş maceracı toplanmaktadır, cezalarını göreceklerdir” duyurusunu yapıyor. Bu duyuru darbecilerin çözülmesine neden oluyor.
Ama süreç henüz tümüyle bitmiş değil: “Saat 05.30’da Eskişehir Üssü’nden 4 adet F-100 tayyaresi geldi. Şehirde daha önce kararlaştırdığımız bölgelerde uçtular. Hatta Hava Kuvvetleri Kh. ile Genelkurmay’ı makine tüfek atışı altına aldırttılar. Hatta HV. K. Kh.roket atışı bile yaptılar. Ben bunları gözümle gördüm. Bir müddet sonra bu uçaklar gitti. Herhalde akaryakıtları bitti. Saat 06.00’da bu sefer iki adet F-86 (F-100’ün selefi) uçağı geldi, bunlar Mürted’ten kalkmış hükümet kuvvetlerine aitti. Bunlar da Harp Okulu’nu makineli tüfek ile taramaya başladılar, o anda bir talebe şehit oldu. Epey ateş ettiler, artık vaziyet aleyhe dönmüştü.”
Tek başına radyo en tesirli silah
Radyo işte… Savaşlar tarihine en heyecanlı, en stratejik muharebe hikâyelerini yerleştiren “tepe ele geçirme” meselesi, “Radyo Evi”yle Aydemir’in “Hatırat”ında da önemli yer tutuyor. Aydemir o bozgun gecesini de lambalı radyoya bağlıyor zaten: “Başaramadık… Halbuki karşımızda hiçbir kıta yoktu. (O radyo yayınından sonra) Subaylar tankları, bölükleri bırakıp kaçmasaydı, hiçbir şey olmayacaktı. Tek başına radyonun bu kadar tesirli bir silah olduğunu o zaman anladım. Mağlubiyetimizin tek sebebi radyodur…” (Fotoğraf: “Albay Talat Aydemir Hatıratım” kitabına da kapak olan Başbakan İsmet İnönü’yle Albay Talat Aydemir’in aynı karedeki “Bakışın anlatır” fotoğrafı.)