Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIVenedik Komisyonu ne diyor: Dezenformasyon mu, sansür mü, caydırma mı?

Venedik Komisyonu ne diyor: Dezenformasyon mu, sansür mü, caydırma mı?

Dezenformasyon Yasası, Venedik Komisyonu’nun görüşlerinin hiçbirine kıymet verilmeksizin yasalaştı. Öyle ki Türkiye yetkili makamları tarafından 6 Ekim 2022’de Venedik Komisyonuna gönderilen yazıda tartışmalı 29. madde metnindeki ‘örgüt’ kelimesinden kastın terör örgütleri olduğunun söylenmesine ve Venedik Komisyonu’nun da bu kelimeden kasıt terör örgütleri ise metne bu şekilde yazılması gerektiğini belirtmesine rağmen, bu kadar net ve basit, üstelik en azından lafzi tereddütleri ve muğlaklığı giderecek bir değişiklik dahi madde metnine yansıtılmamış. Böylece örgüt kelimesi de her türlü organizasyonu kapsayabilecek, her türlü farklı yoruma açık muğlak haliyle korunmuş.

Kamuoyunda sansür yasası, hükümet kanadında ise dezenformasyon yasası olarak adlandırılan, Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanun, 18 Ekim 2022 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Torba yasa niteliği taşıyan bahse konu kanunla toplam 10 adet kanunda[1] değişiklik yapıldı. Bahse konu kanunun Türk Ceza Kanununa “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” adı altında yeni bir suç tanımı ekleyen 29. maddesi, madde içeriğinin muğlaklığı ve ifade özgürlüğüne orantısız bir müdahale olması bakımından hem ülke hem de uluslararası kamuoyunda çokça eleştirildi.

7418 sayılı sansür/dezenformasyon yasasının meşhur 29. maddesi şu şekilde:

MADDE 29- 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununa 217 nci maddesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki madde eklenmiştir.

“Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma

MADDE 217/A- (1) Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.

(2) Fail, suçu gerçek kimliğini gizleyerek veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlemesi hâlinde, birinci fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır.”

Venedik Komisyonu, bahse konu kanuna ilişkin görüşünü Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (PACE) İzleme Komitesi’nin talebi üzerine, raportörlerin yorumu, parti (AKP, MHP, CHP, HDP ve İYİP) ve sivil toplum temsilcileriyle yapılan online toplantıların sonuçları ve 6 Ekim 2022 tarihinde Türkiye yetkili makamlarının kanuna ilişkin gönderdikleri yazılı değerlendirmeleri dikkate alarak, taslak kanun metni üzerinden hazırlamış ve oluşturduğu görüşü, yasanın TBMM’de görüşülmesi öncesinde 7 Ekim 2022 tarihinde acil notuyla kamuoyu ve ilgili birimlerle paylaşmıştı.

Venedik Komisyonu yaptığı incelemede, asıl tartışma konusu olan 29. maddeye odaklandı ve ilgili maddeyi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. maddesiyle güvence altına alınan ifade özgürlüğüne herhangi bir müdahalenin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ifade özgürlüğüne ilişkin 10. maddesine aykırı olmaması için taşıması gereken üç kriter yönünden inceledi. Bu kriterler açısından Venedik Komisyonunun yapmış olduğu değerlendirmeler aşağıda özetlenmiştir.

  1. İfade özgürlüğüne müdahalenin kanunla tanımlanmış olması

Venedik Komisyonu görüşünde, bahse konu kanunun 29. maddesinde kullanılan terimlerin[2] olması gerektiği gibi net ve kesin olmadığı, Türkiye otoriteleri tarafından kendilerine gönderilen farklı çeviri nüshalarında farklı terimler kullanılmasının da bu muğlaklığı gösterdiği, “yanlış veya yanıltıcı bilgi”nin nasıl belirleneceğine dair kanun metninde herhangi bir kriter belirlenmediği belirtilmiştir. Venedik Komisyonu bu başlık altında yaptığı değerlendirmede, ilgili kanunun 29. maddesi ile Türk Ceza Kanunu’na eklenen Madde 217/A’nın, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. maddesine aykırı olmaması için maddenin net, herkes tarafından anlaşılabilir, yoruma açık olmayan bir şekle getirilmesi gerektiği belirtilmiştir.

  • İfade özgürlüğüne müdahalenin meşru bir hedefi olması

Venedik Komisyonu bu başlık altında yaptığı değerlendirmede, tüm dünyada, özellikle siber alanda seçim sonuçlarına, hükümetlerin ve ülkelerin anayasal düzenlerine yönelik dezenformasyon kampanyalarının sebep olduğu problemlerle başa çıkma ihtiyacının söz konusu olduğunu belirtmiştir.

  • İfade özgürlüğüne müdahalenin demokratik bir toplumda gereklilik olup olmaması

Venedik Komisyonu böyle bir düzenlemenin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığına ilişkin değerlendirmesini, yapılacak düzenlemenin acil bir sosyal ihtiyaç olup olmaması ve meşru hedefle orantılı olup olmaması başlıkları altında değerlendirmiştir.

Komisyon, ülkemizin mevcut yasal düzenlemelerinde “yanlış veya yanıltıcı bilgi” ile ilgili en önemli tehlikeleri zaten öngörmüş ve bunu milli güvenlik ve kamu düzenine bir tehdit olarak düzenlemiş olduğundan bahisle, böyle bir ilave ceza maddesi tanımlanmasına ve ifade özgürlüğünün muhtemel tehdit ve muğlak kısıtlamalara uğramasına kapı açılmasına gerek olmadığını belirtmiştir. Ayrıca Komisyon, “yanlış veya yanıltıcı bilgi”ye karşı başka ülkelerde etkin olarak kullanılan daha az müdahaleci tedbirler olduğunu belirtmiş ve bu kapsamda, bu kanundaki şekliyle yeni bir suç tanımı yapmanın orantılı olmadığını dile getirmiştir. Bu doğrultuda Venedik Komisyonu, “yanlış veya yanıltıcı bilgi”ye 29. maddede tanımlandığı şekilde cezalandırıcı bir karşılık vermenin demokratik bir toplumda gereklilik olduğuna dair ciddi şüpheleri olduğunu belirtmiştir.

Venedik Komisyonu, görüşünün sonuç bölümünde, bahse konu kanunun 29. maddesiyle ifade özgürlüğüne yapılacak müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olmadığı ve bahse konu maddenin bireylerin haklarını, sağlığını ve milli güvenliği korumak ve düzensizliği önlemek gibi meşru hedeflerle orantılı olmadığı sonucuna varmıştır. Venedik Komisyonu tarafından doğrudan belirtilmemiş olsa da, bahse konu 29. maddenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. maddesine aykırı olduğu sonucu çıkmaktadır.

Venedik Komisyonu hazırladığı raporda yukarıdaki değerlendirmelere ilave olarak 29. maddedeki düzenlemenin toplum üzerindeki olası etkilerine de değinmiştir. Komisyon görüşünde böyle bir düzenlemenin muhtemel sonuçları olarak özellikle caydırıcı etki (chilling effect) ve otosansürün artması (increased self-censorship) konularını dile getirmiş ve Haziran 2023’teki seçimler de dikkate alınınca ifade özgürlüğünün özellikle seçim dönemlerinde daha büyük bir ihtiyaç olduğunu vurgulamıştır.

Peki yaklaşan seçim dönemini bir kenara bırakarak caydırıcı etkinin Türkiye’deki mevcut siyasi davalara ve hak savunuculuğuna etkileri neler olabilir?

29. maddenin Meclis tarafından kabul edilen son şekli incelendiğinde ilk göze çarpan husus ne ülke kamuoyunun ne de Venedik Komisyonunun taslak kanun teklifine ilişkin görüşlerinin hiçbirine kıymet verilmeksizin maddenin ilk tasarlandığı muğlak şekilde yasalaşmış olmasıdır. Bu durum demokrasimizin niteliği adına son derece düşündürücüdür. Demokrasilerde beklenen, bir yasa teklifinin yasa haline gelinceye kadar farklı kesimlerden gelen görüşleri de değerlendirmeye alarak mümkün olduğunca her kesim tarafından kabul edilebilir bir şekilde yasalaşmasıdır. Oysa bu madde ne ülkemizde ne de uluslararası camiada dile getirilen hiçbir eleştiri dikkate alınmadan ve kanun maddesindeki kanun yapma ruhuna aykırı hususları giderilme kaygısı duyulmadan yasalaşmıştır.

Öyle ki Türkiye yetkili makamları tarafından 6 Ekim 2022’de Venedik Komisyonuna gönderilen yazıda madde metnindeki örgüt kelimesinden kastın terör örgütleri olduğu söylenmesine ve Venedik Komisyonu tarafından bu kelimeden kasıt terör örgütleri ise metne bu şekilde yazılması gerektiği belirtilmesine rağmen, bu kadar net ve basit, üstelik en azından lafzi tereddütleri ve muğlaklığı giderecek bir değişiklik dahi madde metnine yansıtılmamış. Böylece örgüt kelimesi de muğlak ve her türlü organizasyonu kapsayabilecek ve her türlü farklı yoruma açık bir halde bırakılmış. Böyle bir girdinin dahi yapılmaması bu yasanın muğlak ve farklı yorumlara açık olmasının aslında yasayı hazırlayanların amaçlarından biri olduğu şüphesini beraberinde getirir.

Toplumumuzda genel olarak bireyler fikirlerini dile getirme konusunda temkinli ve çekingen bir tavır içindedir. Ne yazık ki ülkemizde yargının hiçbir zaman tam bağımsız olamaması ve çoğunlukla siyasi nüfuz sahipleri yanında bir tavır sergilemesi, fikirlerimizi serbestçe dile getirme özelliğinin gelişmemesine ya da bir zamanlar vardıysa da zaman içinde körelmesine neden olmuştur. Zaten bu nitelikte bir toplumda 29. madde gibi herkesi kapsayabilecek şekilde muğlak bir suç tanımlaması yapılması hangi düşünceyi paylaşırsa suç olacağını bilemeyen bireylerin hiçbir düşünceyi paylaşmamayı tercih etmesi sonucunu doğuracaktır ki biz bunu caydırıcı etki olarak adlandırıyoruz. Diğer taraftan gazetecilerin dahi madde metninin belirsizliğinden ve kapsayıcılığından dolayı 3. şahısların dile getirdikleri hususlardan zarar görmemek adına kendi kendilerine otosansür uygulama ihtimalleri yüksektir. Bu hususlar komisyonun raporunda da detaylı şekilde belirtilmiştir. Özellikle internet üzerinde kimliğin saklı tutularak paylaşım yapılmasının daha yüksek oranda cezalandırılması, caydırıcı etki ve otosansürün katlanarak artmasına sebep olacaktır. Caydırıcı etki yasa yürürlüğe girer girmez “tweet” ve “retweet” sayılarındaki düşüşlerde doğrudan gözlemlenmeye başlamıştır. Twitter etkileşimlerinin üçte birine kadar düştüğünü ifade eden iktidara muhalif hesaplar olmuştur.

Konuya ülkemizde kangren haline gelen KHK’lılar ve her görüşteki muhalif kesimlerle ilgili olarak yapılan hukuk dışı yargılamalar açısından bakacak olursak, madde metninin topluma etkileri daha da yıkıcı bir hal almaktadır.

Bir hukuk devletinin en temel ilkelerinden biri vatandaşların kanunlarla tanımlanmış suçların neler olduğunu bilmeleri, buna göre davranışlarını ayarlamaları ve suç olarak tanımlanmış eylemlerden birini gerçekleştirmedikleri sürece de cezalandırılamamalarıdır. Ne yazık ki ülkemizde sadece bugün değil onlarca yıldır “siyasi dava” olarak literatüre geçmiş bulunan davalarda kişiler kanunla suç olarak tanımlanmış hiçbir eylemleri olmadığı halde varsayımlarla bir nevi “gözünün üstünde kaş var, o yüzden suçlusun” mantığıyla yargılanmakta ve cezalandırılmaktadır. Bunun son ve yıkıcı örneklerinden birini 15 Temmuz sonrası yargılamalarda yaşıyoruz.

15 Temmuz sonrası yapılan yargılamaların birçoğunda bireyler normal şartlar altında Türk Ceza Kanunu’nda suç olarak tanımlanmış herhangi bir eylemleri olmadığı halde, yasal ve rutin eylemleri suçmuş gibi yargılanmakta ve ortada somut delil olmaksızın “terör örgütü üyeliği” gibi hem cezası hem de niteliği ağır bir suçla mahkûm edilmekteler. Dahası bu kişilerin yakınları da geride kalan ailelere yardım etmek, hapse atılan nişanlı ile evlenmek gibi insani davranışları için “yeniden yapılanma”, “terör örgütüne yardım” gibi bir suç havuzunun içine atılabilmekteler.

Hukuki belirlilik ilkesi en çok ceza yargılamasında gereklidir ve trafik ışığı analojisiyle anlatmak mümkündür. Ceza yargılamasında trafikteki gibi kırmızı ışık varsa durulur ve kırmızı ışığın yanmadığı her durum yeşil ışık sayılır ve dileyen geçer. Ceza yargılamasında sarı ışığa dahi yer yoktur ki yeşil görünümlü kırmızı ışık akıldan bile geçemez. Yalnızca iktidar sahiplerinin gözlükleriyle görünebilen kırmızı ışıklara toplumun uyması beklenemez. Suçta ve cezada kanunilik ilkesi vardır ve elbette kanunların taşıması gereken nitelikler de olmazsa olmazdır.

Hayatını mevcut kanunlara uygun olarak sürdüren bir insana bir anda masumiyet karinesi de hiçe sayılarak devletin anayasal düzenine karşı suç işlemiş muamelesi yapılması, tutuklanması, yargılanması ve sonunda da “terör örgütü üyeliği” gibi ağır bir suçtan ceza verilmesi, bireylerin en temel ihtiyacı olan güvenlik ihtiyacını derinden sarsar. Güvenlik ihtiyacının bu şekilde sarsılması ise kişileri doğal olarak suskunluğa ve eylemsizliğe iter. Bu güvensizlik ve onu takip eden suskunluk ve eylemsizlik kişilerin hak arama refleksinin kaybolmasına neden olur ve bugün toplumumuzda yaşanan tam olarak budur. Bir toplumda hak arama refleksi kaybolursa adaletin terazisi artık hep nüfuz sahibinin tarafında olacaktır. İşte bu toplumsal çöküştür, adalet olmazsa mülkün nasıl yıkılacağının resmidir.

Bireylerin mevcut güvensizlik içinde hak arama reflekslerinin kaybolması toplumda hak savunucusu olarak görev yapan avukatların ve sivil toplum kuruluşları ile gönüllülerinin önemini artırmaktadır. İşte 29. madde tam da bu noktada bir risk oluşturuyor mu?

Mevcut ortamda yapılan yargılamalardaki haksızlıkların, hukuk dışı ve binlerce yıldır kabul görmüş evrensel ilkelere, onlarca yıllık içtihatlara aykırı verilen cezaların dile getirilebildiği en önemli alan sosyal medyadır. Hak savunucuları tarafından bir yargı kararına karşı yapılacak yorumların bu madde kapsamında değerlendirilmesi ihtimali, kaybolmakta olan hak arama refleksini geri kazanmak için canlı kalabilen damarlardan birinin daha kaybedilmesine neden olmayacak mı? Mademki adalet mülkün temelidir, bu canlı damarın da kaybedilmesi doğal olarak devletin biraz daha çökmesine neden olmayacak mı?

Kişilerin daha yargılanmadan suçlu ilan edilmesinin ne yazık ki yaygın bir durum olduğu ve bu uygulamanın özellikle siyasi davalarda katlanarak arttığı ülkemizde 29. maddede olduğu gibi muğlak bir suç tanımlaması yapılması, gerçeklerin ortaya çıkarılması için önemli olan bilgi ve belgelerin ortaya çıkmasını önleyecek ya da ortaya çıktığı anda o kişiler hakkında dava açılmasıyla itibar suikastı yapılmasına, kişilerin baskı altına alınmasına ya da doğrudan hapse atılarak toplumla iletişiminin kesilmesine neden olabilir mi? Bu durumda haksızlığa uğrayan kişiler ya da onlara destek olmak isteyenler tarafından haksızlıklar nasıl dile getirilebilecek? Kamuoyu nasıl bilgilendirilebilecek?

29. madde Meclis’ten geçti ve Türk Ceza Kanunu’na dahil oldu. Peki şimdi ne yapmalıyız? Caydırıcı etkiyi artırmamak için tartışmalarımızı nelerin yanıltıcı bilgi kapsamına alınabileceği ihtimalleri üzerinden değil, nelerin bu kapsamda olamayacağı ve olmaması gerektiği üzerinden yapmalıyız. Belki böylece yasa haline gelen 29. maddenin doğrudan ve yan etkilerini azaltabiliriz.

Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin yasanın 29. maddesinin iptali ve yürütmesinin durdurulması talepli başvurusunu esastan inceleyeceğini de not edelim. Anayasa Mahkemesi’nin nasıl ve ne zaman karar vereceğini, tarihine nasıl bir not düşeceğini de hep birlikte göreceğiz.  

________________

İnşaat Mühendisliği (ODTÜ), Hukuk (Ankara) ve İktisat (AÖF) lisans bölümlerinden mezun olan Levent Mazılıgüney, mühendislik alanında üç ayrı yüksek lisans ve doktora tamamlamıştır. Halen Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (AUZEF) lisans bölümü öğrencisidir. Kamu ve özel sektör tecrübesi bulunmaktadır. Adli bilişim ve insan hakları alanlarında çalışmaları olan Mazılıgüney halen Ankara Barosuna kayıtlı olarak serbest avukatlık yapmaktadır. Mühendislik, hukuk ve insan hakları alanlarında akademik çalışmaları ile hak temelli mücadeleleri devam etmektedir.


[1] 7418 sayılı Kanunla değişiklik yapılan kanunların listesi:

  • 5187 sayılı Basın Kanunu
  • 195 sayılı Basın-İlan Kurumu Teşkiline Dair Kanun
  • 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu
  • 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu
  • 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu
  • 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu
  • 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu
  • 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu
  • 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun
  • 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu

[2] Yanlış bilgi, yanıltıcı bilgi, alenen yayma, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde, örgütün faaliyeti.

- Advertisment -