Afrika’dan köle taşıyan ilk gemi 1619’da Virginia’ya vardı. O tarihten beri Siyah yaşam (Black life), bir yandan sevinçleri, bir yandan da korkunç baskıları ve tarifsiz acılarıyla Amerikan tarihi ve toplumunun ayrılmaz bir parçası oldu. (1)
Köleliğin 1865’te resmen feshedilmesinden sonra da Siyahlara karşı beyaz ırkçılığı bin bir biçimde varlığını korudu. Önce, savaşın akabinde, Derin Güney eyaletlerinde “Jim Crow” yasalarıyla yaratılan yeni ırk ayırımı rejimi hüküm sürdü. 1950’lerden itibaren ise Medenî Haklar Hareketiyle (Civil Rights Movement) bu uygulamalar yıkılınca, farklı bir tür sistemik ırkçılık ortaya çıktı, Siyahlar aşağı itilmeye devam etti. Kamusal alanlarda ırkların ayrıştırılması sona erse, okullar birleştirilse de sosyo-ekonomik eşitsizliklerin dengesiz dağılımı sürdü. Asırlar boyunca bankalar, çoğunlukla beyaz olmayan ve kentsel bölgelerde yaşayan insanlara ipotek vermeyi reddederek, belirli mahallelerde ev satın almalarını engelledi. Bunun gibi yöntemlerle taş üstüne taş koyarak bir şeyler inşa etmekten engellenen Siyahlar, hep en yoksullar ve yoksulların içinde genel nüfus içindeki paylarıyla orantısız bir ağırlığa sahip oldu. Sefaletle birlikte yabancılaşma, umutsuzluk, suç oranları ve hapishanelerdeki Siyah mahkûm sayısının yüksekliği el ele gitti, bu da ırkçı ideolojinin aynasında büyütülerek “Siyah = suçlu” yargısına dönüştü, bir kısır döngü yarattı.
18. yüzyılda Güney eyaletlerindeki ilk polis teşkilâtları kaçan köleleri yakalamak, köle ayaklanmalarını engellemek, yani öyle ya da böyle köle sistemini korumak üzere yaratılmıştı. Günümüzde de ezici çoğunluğu hâlâ beyaz olan eyalet polis teşkilâtları, beyaz ırkçılığının en önemli karargâhları olarak intikal etti. Siyahların en ufak bahaneyle, hiçbir ciddî tehdit veya suç belirtisi olmaksızın, rastgele ateş açılarak ya da gözaltına alınırken aşırı şiddet kullanılarak öldürülmesi, sonra da sorumlu polisler hakkında çoğu zaman hiçbir soruşturma açılmaması, yargılandıklarında (çoğunlukla beyaz) jürilerce suçsuz bulunması ve işten çıkarılsalar bile hemen gidip başka bir eyalette polis yazılmaları, toplumun vicdanında giderek büyüyen bir yara oluşturdu. Şubat 2012’de Trayvon Martin adında, henüz 17 yaşındaki Siyah (ve silâhsız) bir gencin Florida’da sokakta yürürken rastgele şüphe üzerine bir mahalle fedaisi tarafından vurulup öldürülmesi ve katilinin beraat ettirilmesi, 2013 Temmuz’unda #SiyahHayatlarÖnemlidir (#BlackLivesMatter) hareketinin kurulmasına ve hemen ardından, 2014’teki Michael Brown (Missouri) ve Eric Garner (New York) cinayetlerine karşı büyük çapta protestolarla yükselmesine yol açtı. 25 Mayıs 2020’de Minneapolis’te George Floyd’un bir beyaz polis tarafından yere yatırılıp dokuz buçuk dakika boğazına basılmak suretiyle nefessiz bırakılarak öldürülmesi, diğer üç beyaz polisin ise olayı sadece seyretmekle yetinmesi, pek çok benzeri vakanın üstüne bardağı taşıran damla oldu. Kitlesel öfke, 3 Mart 2020’de Louisville’de kendi evini basan üç beyaz polis tarafından öldürülen hemşire Breonna Taylor cinayeti hakkında yeni öğrenilenlerle de birleşerek ülke çapında patladı. Haziran-Temmuz aylarında bütün ABD dinmeyen gösterilere sahne oldu. Protestolar Atlantik ötesine, Britanya İmparatorluğu’nun mirasıyla yüklü günümüz İngiltere’sine de sıçradı. İlk günlerinde özellikle esir tacirleri ve sömürge yöneticilerinin heykellerinin alaşağı edilmesi furyası yaşandı. Çeşitli alanlarda bazısı sembolik bazısı önemli kararlar alındı (sokak ve meydan isimlerinin değiştirilmesi, Sephora ve başka güzellik mağazalarının ürünlerinin %15’ini Siyah şirketlerden almaya söz vermesi, çizgi dizilerde Siyah karakterleri seslendiren beyaz aktörlerin çekilmesi gibi). Fakat, mesela Breonna Taylor’un katilleri hakkında hâlâ soruşturma açılmadığı gibi, 23 Ağustos’ta Kenosha’da üç çocuğuyla arabada seyahat eden genç bir Siyah adam, Jacob Blake, polis tarafından çevrildi ve nasıl olduysa yedi defa sırtından vuruldu. Kenosha’da protestolar sürüyor.
Bu da büyük ve önemli bir dalga, kuşkusuz. Ama böyle her muazzam sosyo-kültürel değişim gibi, kendi çelişmeleriyle çıkageliyor. Ne kadarı bilinçli ve samimî, ne kadarı yüzeysel, hattâ göstermelik — orası çok karışık ve karmaşık. Tabii bu karmaşanın bütün yansımalarından değil, sadece sanat ve müzeler alanından söz edeceğim. Bir yandan, bireyler, şirketler ve kurumlar, Amerikan toplumunun içine sinmiş ırkçılıkla yüzleşiyor, hesaplaşıyor. Bu alanda nasıl sismik bir değişim yaşandığını apaçık görüyoruz. Şirketler pazarlama dolarlarını sosyal medyada wokeness’larını (2), yani duyarlılıklarını sergilemek için kullanırken, aynı trend Afrikalı Amerikalı (African American, yani Siyah) sanatçıların sergiledikleri eserlerinin yanına #BlackLivesMatter (#SiyahHayatlarÖnemlidir) yazan müzelerle birlikte kültürel alana da giriyor.
İdeal bir dünyada, bu dayanışma gösterisi çok güçlü olabilirdi. Ancak pek çok sanat çalışanı ve ziyaretçi gibi, Amerikan üniversitelerinde eğitim görmüş, New York’un çeşitli kültür kurumlarını içerden tanımış ve akademik hayatının bu ilk aşamalarını sanat tarihine bakışımızı çeşitlendirmeye çalışarak geçiren biri olarak ben de, doğrusunu isterseniz o kadar etkilenmemiş bulunuyorum. Örneğin Londra’da British Museum ve New York’ta Metropolitan Museum of Art gibi müzeler — yani sömürgecilikle tarihî bağları olan kurumlar — “ırk sorunu”nda kendi rollerini kabul etmek yerine popüler sloganları tekrarlamakla ve Instagram’a siyah kareler koymakla yetiniyor. “Black Lives Matter ile dayanışma içindeyiz” diye haber bülteni yayınlamakla yetinen kurumlar ile, örneğin George Floyd’un vurulduğu Minneapolis’teki Walker Sanat Merkezi gibi, halka açık etkinliklerinde yerel polis güçleriyle sözleşmelerini feshedenler çok farklı yerlerde duruyor.
Müzeler sadece kültür ve sanat eserlerini barındırmak için yapılmış birer ev değil. Çok daha bütüncül bir şekilde (ve bu ayaklanmanın da ötesinde), siyasî bağları ve satınalma güçleriyle yaşamlarımız üzerinde kalıcı etkileri olan varlıklar. Fakat acaba bu güçlerini nasıl kullanıyorlar? Geçmişe baktığımızda, müzelerin büyük değişiklik anlarında bir yandan satınalma planlarını yeni vizyona uyarlarken diğer yandan tematik sergiler hazırladığını ve kamusal eğitim programlarını devreye soktuğunu görüyoruz. Ama bunun dışında, en azından bir kısmı, belki büyük bir kısmı her zamanki işlerine her zamanki gibi devam da edebiliyor ve ciddî bir zihniyet dönüşümü yaşamıyor.
Bunun çok ilginç bir örneği geçtiğimiz hafta büyük ve ünlü bir müzede — hem de geçmişte kurumlaşmış ırkçılığıyla epey dillere düşmüş, haberlere konu olmuş bir müzede yaşandı. New York’taki Whitney Amerikan Sanatı Müzesi, COVID-19 salgını ve Black Lives Matter hareketine (bundan sonra BLM) yanıt olarak, önce çoğu Siyah sanatçıların eserlerinden oluşan bir sergi düzenleyeceğini duyurdu. “Kolektif Eylemler: Değişim Zamanında Sanatçı Müdahaleleri” (Collective Actions: Artist Interventions in a Time of Change) isimli serginin 17 Eylül’de açılması planlanıyordu. Whitney Araştırma Kaynakları Direktörü Farris Wahbeh’in küratörlüğünü üstlendiği sergide, 80 farklı sanatçıya ait baskıların, fotoğrafların, posterlerin ve protesto afişi olarak kullanılmak üzere özgürce paylaşılmış dijital dosyaların yer alması düşünülüyordu. Serginin web sayfasında “Eserlerin sağlık salgınını, yapısal ırkçılığı ve sosyal ve ırkî adalet taleplerini çeşitli materyallerle ve biçimsel yaratıcılıkla işlediği” yazıyordu: “Bu projeler, uzun ve güçlü bir aktivist sanat yapımcılığı geleneğinden yararlanıyor ve sanatçıların şu anda uğraştığı canlı, spontane ve taktik amaçlı çalışmaları yansıtıyor.”
Buraya kadar her şey yolunda gibiydi. Peki ama, nasıl edinilmişti sergilenecek eserler? Müzenin web sitesinde, eserlerin “projeler başlatılırken ve dağıtılırken” edinildiği belirtiliyordu. Hayli muğlak bir ifadeydi bu. Çağdaş müzecilik ve galericilik alanının iyi örnek (best practice) prosedürlerinde, eserlerin ya sanatçıların kendilerinden ya hukukî-ticarî temsilcilerinden, ya da çeşitli el değiştirmelerin şeceresi bilimsel bakımdan ispatlanmış yollarla satın alınması, kiralanması veya ödünç alınması esastır. Whitney sergisi örneğinde ise, katılan sanatçılardan bazıları, “iki hafta önce” (yani serginin planlanan açılışına bir aydan az kala) Farris Wahbeh’ten bir e-mail alana dek çalışmalarının Whitney tarafından satın alındığının ve sergiye dahil edileceğinin farkında olmadığını açıkladı. Patırtı büyüdü ve müzenin bu eserlerin çoğunu nereden, nasıl bulduğu ortaya çıktı. Özellikle George Floyd cinayeti akabindeki protestolar ve gözaltına alınan göstericiler için ihtiyaç duyulan kefalet paraları için Haziran ayı boyunca çeşitli bağış kampanyaları açılmış; birçok Siyah sanatçı da bu kampanyalara eser bağışlayarak katkıda bulunmuştu. İşte Whitney, bu “online” bağış sitelerini dolaşıp, söz konusu poster, fotoğraf ve baskı kopyalarını indirimli fiyatlarla ve bir sergi için topladığını belirtmeden, izinsiz olarak elde etmiş, sergiyi gene ilgili sanatçılardan habersiz, izinsiz olarak düzenlemiş bulunuyordu.
Kopan fırtınada Whitney Müzesi çok sert eleştirilere maruz kaldı ve sergiyi iptal etmekten başka çare bulamadı. İptal etti etmesine; ama ırkçılığa karşı mücadele bağlamında bağışlanmış eserleri kıyıdan köşeden oportünistçe toplamasına ve sanatçılarla haberleşmeksizin düzenlediği bir sergiye izinsiz koymasına — yani aslında Siyah sanatçıları birey, insan ve sanatçı muamelesine lâyık görmemesine yönelik tepkiler dinmek bilmiyor. Farris Wahbeh’in ekran görüntüleri sosyal medyada paylaşılan e-maili, katılımcıları çalışmalarının satın alındığı konusunda bilgilendiriyor ve programa katılmalarının “takdir ve teşekkür karşılığı olarak” müzeye yaşam boyu bedava giriş sözü veriyordu. Eseri satın alınan sanatçılardan Gioncarlo Valentine, bir tweet’te “Dilim tutulmuş vaziyette” dedi. “İnsanlar eserlerinin Whitney’de gösterilmesini hayal ediyorlar… ve siz indirimde satışa çıkanları mı kapmaya çalışıyorsunuz? Göz yaşartıcı bombalar bizi yeterince lekelememiş gibi. @whitneymuseum s…tirsin gitsin; bu kadar dayanılmaz.”
Valentine’ın “İsimsiz” başlıklı eserini Whitney Müzesi, kaynakları yetersiz Siyah toplulukları destekleyen kuruluşlara bağış toplamak için Siyah fotoğrafçıların baskılarını 100 dolara satan See in Black projesinden satın almıştı. Valentine bir başka tweet’inde “Sanatçıların çalışmalarını satın aldıkları bu korkunç indirimli fiyatların amacı, milletin eserlerini sanat eseri edinme bağlamının dışında erişilebilir kılmak ve çeşitli kuruluşlar için para toplamaktı. Söz konusu eserleri koleksiyonlarına dahil ettiler ve bir sergi planlıyorlar. İzin istemediler” dedi. See in Black ise 25 Ağustos’ta yaptığı açıklamada, Whitney’in baskı satışından edindiği eserleri sergi için kullanmayı düşünmüş olmasını kınadı; planlanan serginin “sanatçıların rıza göstermediği ve tazmin edilmediği bir izinsiz eser kullanımı örneği” oluşturduğunu söyledi. Eserleri bu yolla satın alınıp sergiye dahil edilen sanatçılardan Texas Isaiah, “Whitney bize ulaşıp eserlerimizi satın alma talebinde bulunabilirdi ve çalışmalarımızın tam ücretini ÖDEYEBİLİRDİ” diye bir tweet attı. “Bu sabah içimde bugünün işte o günlerden biri olacağına dair bir his vardı. Kendimi çok bozuk hissediyorum.”
Fields Harrington sergiye seçilen bir başka sanatçı. 2020’de yaptığı ve yukarıda gördüğünüz “S…tiri B…tan Polisleri Feshedin” (Abolish Fucking Cops) afişi, Printed Matter vakfının açık çağrısıyla oluşturulmuş, siteden Whitney tarafından ücretsiz olarak indirilmiş. Harrington kendisinin eseri sunduğu bağlamın Whitney sergisinin yarattığı bağlamdan farklı olduğunu söylüyor. “Bu eseri, bu hafta bile doğrudan polislerden gelmeye devam eden, Siyah ve Kahverengi insanlara, translara, kadınlara yöneltildiğini gördüğümüz bitmeyen devlet şiddetine tepki olarak, çok özel koşullarda yaptım. Biri bunu bastırmak, postere dönüştürüp sokakta protesto gösterisine getirmek isterse, bununla hiçbir sorunum olmaz. Ancak, kolektif kitle için dolaşım ve yeniden dağıtımı amaçlayan ücretsiz bir dijital dosya ile, benim bir sanatçı olarak bu alanda bulunmam ve çalışmalarımın bütününü temsil eden bir eser yaratmam arasında bir fark var.” Harrington, müzenin eserin sergilenmesi için izin istememesine ve kendisiyle işbirliği yapmamasına da itiraz ediyor. “Derdim sadece Whitney’in bana ödeme yapmamasıyla değil; aynı zamanda eserimi nasıl sergileyeceklerini bana sormamaları. Vitrine yerleştirilmesini istemem. Herhangi bir şey olacaksa, bol miktarda gazete kağıdına basılıp açıkta bırakılmasını ve böylece tüm ziyaretçilerin evlerine ‘S…tiri B…tan Polisleri Feshedin’ posteri götürmesini isterdim.”
Steven Montinar, sergiye seçilen bir başka dijital sanatçı. Karmaşık duygular içinde olduğunu söylüyor. Eseri serginin tanıtım resmi olarak kullanılacağından, Whitney Müzesi kendisiyle diğer katılımcılardan önce iletişime geçmiş. Çizimi, kısmen yanmış bir dolarlık banknotu konu alıyor (2020). Üzerinde “Koupe Tet, Boule Kay” yazıyor. Bu, 1791 yılındaki Haiti Devrimi veya Haiti köle ayaklanmasının sömürgeci plantasyon sahiplerine karşı radikal sloganı: “Kesin kafalarını, yakın evlerini.” Çizimi yine Printed Matter tarafından seçilip web sitesinde ücretsiz, indirilebilir bir PDF olarak sunulmuş. Hemen bir hafta sonra Montinar Whitney Müzesi’nden sergide yer alacağını söyleyen bir e-mail alıyor. “Şu anda üniversitede son sınıftayım, bu yüzden Whitney’nin beni sergilemek istemesi çok büyük bir olaydı. Şu anda yaptığım şeylerin çoğu sırf teşhir için, çünkü hâlâ portföyümü oluşturuyorum” diyor. Ancak geçtiğimiz hafta boyunca diğer sanatçıların sergiyle ilgili eleştirilerini okumak, kendi katılımı üzerine düşünmesine neden olmuş: “Yaptığım işlerin doğası nedeniyle, bana benzeyen sanatçılarla ve insanlarla dayanışmaya girmemek yanlış olur, çünkü eserlerimi bu insanlar için yapıyorum. Kafam karıştı, çünkü bu serginin bir parçası olmak isterdim — ama ne pahasına? İnsanların yanında durmak benim için önemli. Birçok hareket, özellikle BLM hareketi, insanların sesinin duyulmamasından doğuyor.”
Whitney Müzesi 25 Ağustos’ta çeşitli yayın organlarına gönderdiği bir e-mail ile serginin iptal edildiğini doğruladı. Aynı zamanda, küratör Farris Wahbeh’in sanatçılara hitaben yazdığı bir özür mektubunu açıkladı. Ne ki Whitney daha önce de Siyah sanatçıların emeğinin karşılığını vermemekle suçlanmış; 1960 ve 70’lerde pek çok protestoya hedef olmuştu. Başka sorunlar da var. En tepede, başlık resmi yerine koyduğum iki fotoğrafta, “Ad Hoc Kadın Sanatçılar Komitesi” ve “Siyah Sanatın Özgürlüğü için Kadın Öğrenci ve Sanatçılar” gibi grupların, herhangi bir Amerikan sanatı sergisindeki sanatçıların yüzde 50’sinin kadın olması ve sergilerin “yapıldıkları metropol bölgenin etnik dağılımını yansıtması” için mücadele ettiğini görüyoruz.
2020’ye geldik ve durum ortada: müzelerin önlerindeki kaldırımlardan yönetim kurulu toplantı odalarına kadar her alanda ciddi değişim gerekiyor. İşe almada ve yönetici pozisyonlarında çeşitlilik sağlamaya yönelik uzun vadeli taahhütler; polisle ilişkileri kesmek; erişilebilirlik; ister personelden ister ziyaretçilerden gelebilecek herhangi bir ırkçılık tezahürüne sıfır tolerans… Elbette bu taleplerin hiçbiri yeni değil; hepsi bu yüzyılın başından beri çeşitli vakıf ve koalisyonlar tarafından seslendiriliyor. Bu değişiklikler yapılana kadar, hiçbir gösterimci (performative) sergi, hiçbir sosyal medya paylaşımı, hiçbir resmî mektup, müzelerin beyaz üstünlükçü suç ortaklığını ortadan kaldıramaz.
NOTLAR
(1) İnsanlar ve ırklardan bahsederken kullanılan Siyah ve Kahverengi kelimelerinde ilk harf büyük yazılmalı. Afrika-Amerika diasporasının insanlarından söz ederken, büyük harf S ile Siyah (yani “Black with a capital B”) kullanılmalı. Küçük harfle yazılan siyah, yalnızca bir renktir. Beyaz insanlardan bahsederken “b”nin büyük harf olması, aynı sistemik baskılara maruz kalmamış, hâlâ “baskın” ya da “standart” kabul edilen ırk olduğu için, aynı aciliyeti taşımaz.
(2) Wokeness Türkçeye kelime anlamıyla “uyanıklık” ya da “duyarlılık” olarak çevriliyor. Sosyal adalet ve ırk adaleti ile ilgili konularda belirli bir farkındalığı ifade ediyor. Özellikle sosyal medyada bir takım bireyler, kurumlar ve şirketler woke, yani “uyanmış” veya “duyarlı” olduklarını ispatlamak peşindeyken, aslında paylaşımlarının ardında gerçek bir hareket olmadığını ortaya koyuyor.