Dünya dediğimiz şey iki insan arasında gerilmiş boşluğa verilen isimdir. O boşluğu söz ve eylemlerimizle iskana uğratır, kalabalıklaştırırız. Anlamak, o kalabalığı aşıp, boşluğun oluşturduğu gürültüyü geçip muhataba varmaktır. Bir muhatabı anlama veya tanıma çabasını araya giren yabancılaşma katmanlarını eleme, sis perdelerini yırtma ve asıl olana doğru saflaştırma çabası olarak da düşünebiliriz.
Bu nedenle, zahirden batına, sembolden anlama, nesneden öze, eşyadan Zat’a olan düşünsel yolculuk bir nevi fenomenolojik tezkiye sürecidir ve birkaç istasyondan geçmeyi gerektirir. Bir mektuptan hareketle o mektubu yazana ilişkin çıkarım yaparken, farkında olalım veya olmayalım, çeşitli zihinsel sıçramalar yaparız.
Yaptığımız sıçramalardan bir tanesi somut bir nesneden o somut nesneye benzeyen başka nesnelerin toplamını dile döken kavrama yaptığımız sıçramadır. Mesela bir sandalye ile muhatap olduğumuzu düşünelim. Her sandalye gibi o sandalyenin de üstünde sandalye kavramı diye bir bulut dolaşmaktadır. Dört ayaklı bir nesneyi mesela masa değil de sandalye olarak teşhis edebilmek için o nesneden ayrılıp o bulutla bağını kurup sonra ona geri dönmemiz gerekiyor. O somut ve soyut tüm nesnelerimizin üstünde dolanan bulutlar dünyayı “dil” suretinde kavramımıza imkan verirler.
Sandalyenin üstünde veya arkasında sandalye kavramı var. Karşımızdaki somut sandalyeden içeri kapıyı açtığımızda tahta veya metal malzeme değil soyut sandalye kavramı bizi karşılar. Zira tahta veya metal malzeme sandalyenin zati bir özelliği değildir. Sandalyeye bir nesne olarak bakabiliriz şüphesiz ve neyin zati özellik olduğunu teşhis edebiliriz. Bu eşyanın “öz”ünü, onun için zatî olanı teşhis ile ortaya koyabiliriz. Peki ya önümüzde duran şey bir nesne değil de bir hediye ise onda zati olan nedir?
Bir sanat eseri bir nesne olduğunda bile aslında bir jesttir. Bir anlam hamlesidir ve onun anlaşılması onda zati olana doğru yolculuk yapmayı gerektirir. Sadece her hediye değil her nesne de hakikat-i halde ilişkiseldir, bir nispetin ürünüdür. Dünya en az iki öznenin ilişkiselliği içinde varlık bulur, vücuda gelir.
Muhatap kaldığımız bir eser düşünelim. Bu bir ürün (bir nesne, sevimsiz versiyonuyla bir yapıt) veya soyut biçimiyle bir etki olabilir. Bu eseri alımlama işlemi bir kaç duraktan geçecektir.
O eser şüphesiz bir yapış’ın ürünüdür: Yani eserin arkasında onu doğuran bir eylem veya fiil vardır.
Fiillin arkasında onu mümkün kılan bir yapma, bir yapabilirlik, bir mesleki kabiliyet vardır. Buna bir isim veririz. Böyle özelliklerin toplamına esma deriz. Bir örnek üzerinden gidelim. Kesilen etin arkasında bir kesim işlemi var, kesim işleminin arkasında ise kasaplık var, kasaplığın arkasında bir insanı kasap yapan özellikler var. Bu özellikler bir kasapta aranır. Ancak onların da arkasında kasaplığın gerekleri var. Bunlar kasaplığın olmazsa olmaz gerektirmeleridir. Bu gerektirmelerin arkasına geçtiğinizde ise zata ulaşırsınız: Kasap.
Kesilmiş etten (sanat eserinden) onu kesen kasaba (eserin kaynağı ve anlamı olan öze) giden yol farklı düğüm noktalarında yoğunlaşarak kaynağına doğru gider. Aslında bu spektrum yekpare bir bütündür. Ancak insanın algı ve hazmı için boyle kategorilerle dilimlenir.
Öz’ün antropomorfik kavranışı içinde konuşuyorsak ihtiyaç duyduğumuz bu tedricilik, bu neoplatonik budama bize fena içinde baki olanı, eşya içinde onun kaynağını arama imkanı veriyor. Herşeyden öze yani zata giden yol vardır. Bu yol içe doğrudur. Zata olan yolculuk, bir eserden o eserde zati olana olan yolculuktur. Yol boyunca eşyadan eylemden geçerek isim, sıfat ve olmazsa olmaz özellikler (şuunat) tepelerini aşarak en nihayet zatın kıyısına ulaşıyoruz. Öz, zat, ben son tahlilde bir’in aldığı çeşitli isimler. Miracvari bu yolculuk bir olana bir yolculuktur, olan bitenin arkasındaki birine olan bir yolculuktur. Zira bir ben vardır herşeyden içeri.