Aşkı ballandıra ballandıra anlatan, “Ah keşke…”li cümlelerle göklere çıkaranlar, “Ama ben hiç âşık olmadım” diyerek mevzuyu üzerinden savınca, sohbetin toprağı kayıyor, tadı kaçıyor biraz. “Ben o küçük mavi haplardan hiç kullanmadım ama bir arkadaşın başını çok ağrıtmış”a kıvrılıyor mesele.
“Aşk felsefesi”ne M.Ö. kaldırılan kadehler eşliğinde değinmeye çalıştığım üçüncü yazımın odağına aldığım Sokrates’in manevrası da bence biraz öyle. Platon’un “Şölen (Symposion)”inde konuşma sırası ona gelince, “Ben ki aşktan başka marifet bilmem” diyerek mevzuya damardan giriyor. Lâkin Aşk’ı hiç yaşamadığını vurgulayarak tedbirini de baştan alıyor.
O örnekte sohbetin tadı asla kaçmıyor elbette. Zira mevzu -onların muhabbetinde- derin… Platon’un diyaloglarında Sokrates’in o konularda “çekingen” olduğu da vurgulanıyor. Bu mevzudaki ürkekliği belki de Aşk’ı ulu orta, mâşukla kayda geçirerek yaşayamamasının da nedeni. Savrulduğu yahut “çekindiği” aşkları dile dökmeden, adını koymadan, itiraf etmeden zihninde, saklısında “yaşıyor” gibi.
Kimbilir… Belki bu ay kaybettiğimiz Akrep Nalan’ın o hovarda şarkısı da uyuyordur, birlikte kafa çekilen o “Şölen”lere: “Ben her akşam üç beş kadeh içerim /Sarhoş olmam sen üzülme şekerim /Bazen coşar deli gönül bir ah çekerim /Ayyaş olmam sen üzülme şekerim /Ben her akşam birkaç güzel severim /Âşık olmam sen üzülme şekerim…”
Sokrates’in öğrencisi, “Platonik”in isim babası Platon da gerçek aşkın zihinde merkezileştiğini ve bunun entelektüel, felsefi bir fenomen olduğunu savunuyor zaten. Yine de Sokrates’in “Mani oluyor hâlimi takrire hicabım” makamından çekingen aşkları, hayatına bir hoca saygısıyla aldığı iki kadında neredeyse ayan beyan fikrimce.
Çıkarımlarımın, daha doğrusu hayallemelerimin ayarını biraz kaçırıyor olabilirim ama… Napayım, mevzu buna çok müsait. Hem Boris Vian’ın “Günlerin Köpüğü”nün girişindeki “Anlattıklarımın hepsi gerçek bir hikâyeden alınmıştır. Çünkü başından sonuna kadar ben hayâl ettim” sözleri, en çekingen uydurukçuya bile cesaret veriyor.
Yaşanan değil öğrenilen Aşk
Sokrates’in hayatındaki ilk kadın, Antik Miletli Aspasia… Aspasia belagat ve Aşk ustası, akıl hocası, Antik gönül ilişkisi danışmanı… Yani “her eve lâzım”ını bilemem ama “her aşka lâzım” diyebilirim. Sokrates’e sadece etkili konuşmayı değil Aşk’ı da öğretiyor. Ancak Sokrates Aspasia’nın Aşk’ı yaşadığı yer değil öğrettiği yer maalesef. Zira o koskoca Perikles’e sevdalı.
Öğretmene duyulan aşk her dem gözde, bereketli efsane de, öğretmenin öğrencisine duyduğu aşk o minvalde değil pek. Sanatına baktığımızda “Öğrenci” Aşk Dersi’nde okumayı-yazmayı söküyor, müsvedde defterini, “ilk aşk” taslaklarını temize çekmeyi, “tecrübe”nin hikmetini öğreniyor.
Hocanın aşkı ise popüler ekranlara biraz bildiklerini sınama, tecrübenin tadını ya da afedersiniz öbürünü çıkarma, o yaşlarda tadılamayan genç Aşk’ı öğrencisi üzerinden inşa etme kurgusuyla geliyor. Yani filmlerde öyle diyolar. Neyse… Sokrates eğer Aşk konusunda sözü edildiği kadar çekingense, “öğrenci” olduğu o dönemde düşünürlerin gözdesi Aspasia karşısındaki hâl-i pür melâlini düşünemiyorum.
Heyhat… Aspasia’ya dair kayda geçen hikâyeler, efsaneler yine erkeklerin dilinden tabii. O nedenle çekiştirmeye, sündürmeye de her devirdeki gibi müsait. Bazı kaynaklarda “eğitimli, kültürlü bir metres”, hatta “genelev sahibi” olduğundan da laf ediliyor. Yazımda hiç itibar etmiyorum o “herhalde”, “öyle olmalı” türünden “kaynak”lara… Ayrıca “bilge”liğin alanı oradan ölçülmez, “dara”sı zaten öyle alınmaz.
Sokrates iç çekerse: Ah Aspasia
Ben Aspasia’yı büstünden, resimlerinden ama en çok 19. yüzyıl ressamı Nicolas Monsiau’nun yukarıdaki tablosundan bizzat tanıyorum. Sokrates’in ve Sokrates’e âşık yakışıklı, genç komutan Alkibiades’in karşısında şık, alımlı, ağzının içine baktıran siluetiyle, rahatça taşıdığı çekici bir özgüvenle, tanrıça gibi oturan kadın. Gönlünce bir “Hocam” desen, o kelime de ilân-ı aşkın seslenişleri arasına katılır.
Bir taş ustasının oğlu Sokrates yoksul bir hayat sürmüş. Yakışıklı, iki dirhem bir çekirdek filan da değil. Tabloda elinde pek asa gibi durmayan “baston”u, dökülmüş kıyafeti-saçlarıyla pür dikkat Aspasia’yı dinliyor. Kaynaklar Aspasia ile aynı yaşlarda olduğundan söz etse de “Anamdan doğmadan ihtiyar oldum” melodisinde…
Aspasia iki hayranına meseleyi, önemli noktaları parmaklarıyla numaralandırarak, tek tek anlatıyor. Masanın üstünde güller ve önünde ferman görünümünde Antik bir metin var. Eh, pür ciddiyet içinde, büyük ilgiyle Aşk üzerine konuştuklarına dair yeterli kanıt! Yazım da öyle olmasını gerektiriyor. Antik filozofları elbette tenzih ederek… Tüm etkisini “etkili konuşma sanatı”nda arayan kantarın topuzunu kaçırmış retoriğe, sadece Aşk üzerinden olunca -ilgiyle- katlanıyor galiba insan.
Öyle ki… Gerektirdiği bilgi, duygu, tecrübeye az vakıfsa belki politikacılar da sempatiyi vatan-millet-Sakarya, yol-köprü-baraj üzerinden değil biraz da Aşk, “sevme sanatı” üzerinden aramalı bence. Ama öyle “yaradan”a, vatana, doğaya, bebelere filan salladığı “aşk”la değil, kıvırmadan… Gerçi nefret politikasının her mevzudaki tankının-topunun, yankılanan gümbürtüsünün yanında sevgi politikası, dombili Eros’un minnak oku gibi kalıyor ama… Olsun. Bir yerden başlamak lâzım.
“Arada bir şey” olarak Aşk
Sokrates’in hayatındaki ikinci kadın da bilge, düşünür, rahibe Diotima. O da hocası; Aşk’ın, Aşk tanrısı Eros’un gizemli dünyasını, sırlarını o da anlatıyor filozofa. Sokrates de “Şölen”deki konuşmasında uzun uzun Sevgili Diotima’nın düşüncelerini aktarıyor. Hem de Diotima’nın yer yer kendisini tiye aldığı ironik vurgularını, iğnelemelerini hiç saklamadan…
Sokrates’in Diotima’dan öğrendiği ve kendi deyişiyle ikna olduğu Aşk, insanî ya da tanrısal, bilgili ya da cahil, güzel ya da çirkin, ölümlü ya da ölümsüz değil. Aşk “arada” bir şey, “arada olma” hâli. Ortaya hepsinden azar azar… Diyaloglarda “bunlara neden olan -Eros’un, Aşk’ın- kendi soyu. Bilge ve zengin bir baba ile bilge olmayan, hatta sefil bir anneden doğmuş çünkü”.
Eros’un doğum efsanesine gelince… Aphrodite doğduğu gün Zeus’un ilk zevcesi, zekâyı, hikmeti, bilgeliği temsil eden Metis’in oğlu Poros da bütün tanrılarla birlikte verilen ziyafette. Yoksul Penia da ziyafete dilenmeye geliyor. Poros iyice sarhoş olup avluya devrilince, kimselere görünmeden yanına gidip onu baştan çıkarıyor, Eros’a gebe kalıyor.
“Aşk da filozof olmak zorunda”
Sokrates’in -soya çekim- deyişiyle bu yüzden Aşk arada bir şey; “Aşk da -bilgelik ile cehaletin arasında- filozof olmak zorunda”… Zira Aşk’la olsa olsa felsefe başa çıkar. En azından kafa sallamayı bırakıp, soru sormayı aklına getirir. Belki de Sokrates’e mal edilen o ünlü “Evlenin… Eşiniz iyi çıkarsa mutlu, kötü çıkarsa filozof olursunuz” mealinden sözü, “Şölen”de yer alan bu ifadesinden devşirme.
“Güzel akıl” Diotima’yı çoğu araştırmacı kurgu bir karakter olarak nitelendiriyor. Hatta Sokrates’in sohbetlerindeki Diotima’nın “kılık değiştirmiş” Aspasia’nın bir versiyonu olduğunu da savunan var. Benzer şekilde Diotima’nın “Sokrates’in olgun dönemini temsil ettiğini” de… Aslında Diotima’nın “kurgu karakter” olma ihtimali de Sokrates’in “içinde yaşadığı” Aşkların tabiatına, gizemine, “kontrol”üne uygun. Sözüm ona “Aşk’ı hiç yaşamadığı için” Diotima da gerçek değil!
Sokrates “Şölen”de Diotima’ya dayandırdığı “Aşk felsefesi”ni Sokratik yöntemle, diğer konuşmacıları soru-cevap silkelemesiyle sarsarak sürdürüyor. Sorduğu soruların bazılarına kendi cevap vermese de, karşısındakilerinin de tutarlı bir cevabı olmadığını gösteriyor.
Ki ölüme mahkûm edilmesinin nedeni de bir bakıma “çok soru sorması”. Sokrates’i, onun soru bombardımanını yok etmek, tiranların, düşünceye savaş ilan eden iktidarların işine gelen “cevap”larını dolaşımda tutuyor. Böyle örnekler Antik tarihi bile, “tarih” olamayacak kadar taze kılıyor.
(Yukarıdaki resim, Jacques Louis David’in “Sokrates’in Ölümü” tablosu (1787). Sokrates’in sürgün, tazminat cezası, dostlarının onu kaçırma teklifini reddederek baldıran otu içtiği ânı, dostlarının ona vedasını tasvir ediyor. Yatağının yanında, elini Sokrates’in dizine koyarak oturan Platon.)
Güzellik mi, çirkinlik mi…
Soru-cevap yönteminden nasibini önce ev sahibi, şair Agathon alıyor. Sokrates “Güzel başladın konuşmana, gerçekten beğendim” diyor önce… Hitaplarındaki nezâketi, hatta keskin ironisi bile diğer konuşmacıların çoğundan daha özenli. İstihzaya, sarkastik söylemin köşeli, sivri cazibesine ihtiyaç duymuyor gibi.
Ardından Agathon’un tanımladığı Aşk’ı soru yağmuruna tutuyor: “İnsan arzuladığı ve âşık olduğu şeye sahip olur da ondan sonra mı arzular ve âşık olur, yoksa sahip olmadan mı?” “Sahip olmadan” diyor Agathon. “Yani” diyor Sokrates, “Kendisinde eksikliğini duyduğu şeylere âşık olur…”
“Güzellerin, güzelliğin aşkından söz ediyorsun” diye devam ediyor: “Eğer öyleyse, ancak güzelliğin aşkı Aşk olabilir, çirkinliğin aşkı değil, öyle mi?” Onaylıyor Agathon. “Peki” diyor Sokrates, “Demin onun yoksun olduğu ve sahip olmadığı bir şeye âşık olduğunu kabul etmedin mi?” Yine iç çekiyor Agathon.
Yeni sorusunu yapıştırıyor Sokrates: “O zaman Aşk güzellikten yoksundur ve sahip değildir ona. Yoksa sen güzel olmayan bir şeyin çirkin olması gerektiğini mi sanıyorsun? Ama güzel olmayanın çirkin, iyi olmayanın da kötü olması gerektiğini iddia edemezsin. Madem ki Aşk’ın ne iyi, ne de güzel olduğunu kabul ediyorsun, o zaman onun çirkin ve kötü bir şey olması gerektiğini değil de, bu ikisi arasında bir şey olması gerektiğini düşün.”
Aşk’ı başka yere taşıyarak övmek
Sokrates kendisinden önceki tüm konuşmacıların “Aşk’a methiyeler düzer gibi göründüğünü ama gerçekte bunu yapmadığını” savunuyor. Zira hepsi “her tür argümanı kullanarak Aşk’a değişik özellikler biçmeye, onu güzel, yüce, saygıdeğer göstermeye çalışıyor”.
Sokrates’in bu çıkışı bugün de -fazlasıyla- anlaşılabilecek bir itiraz. Aşk’ı bizatihi kendinden hareketle değil ona zaten övülen, kabullenilen, onaylı erdemler, özellikler iliştirerek tanımlama, kutsama, yüceltme ya da aynı yolla sıradanlaştırma, “Hepimiz -bir “şey”e- aşığız” çabası. Bir yandan da genişleterek flulaştırma… Yaradan da olur, vatan da, helâlin de…
O kalıba dökülmeye ya da başka bir kılıfa sığdırılmaya çalışılan Aşk, tanımından uzaklaştırılıyor, başka bir yere taşınarak orada yeniden biçimlendirilmeye, aslından koparılmaya çalışılıyor. Sokrates bu minvalde “sözü edilenin bir şeyin mi, bir kişinin mi aşkı olduğunu” da soruyor. Mesela “anne-babaya duyulanı aşk olarak adlandırmanın gülünçlüğü”nü de hatırlatıyor.
Aşk “ruh gebeliği” midir?
Sokrates “şiir”i örnek vererek, o yaratımın bütün yaratımlardan, müzik ve ölçülerle ilgili yaratımlardan, bir tür ayrıldığını ve bütünün ismiyle adlandırıldığını vurguluyor: “Yalnızca buna şiir denir ve yaratımın bu türüne sahip olanlar şairlerdir”.
Aşk meselesi de öyle onun gözünde: “Genel anlamda iyi şeylere ve mutlu olmaya duyulan her türlü arzudur. Fakat ister çıkar, para kazanma, ister bedene düşkünlük, isterse felsefe bakımından olsun başka şekillerde ona, Aşk’a yönelenlerin ne âşık olmalarına âşık olmak denir, ne de kendilerine âşık.”
“Şölen”deki diyaloglarda “Ruh gebeliği” kavramına da sık rastladım. Aşk’a dair “bir olma”, birlikte tohumunu atma, önce içinde büyütme sonra doğurma metaforlarına… Ki o da Aşk meselesini, iki insanın “tek bir varlığa”, aynı anadan doğma “ruh ikizi”ne dönüşmesi yahut iki bireyin “iki ayrı varlık olarak” birliktelikte buluşmasına getiriyor ki… O da bu konudaki yazı dizimin son bölümüne, gelecek pazara kaldı. Bakalım o büyülü, o efsane “Şölen” nasıl bitecek, “Şenlik” nasıl dağılacak?
YAZI RESMİ: Fransız ressam (1642/1708) Michel Corneille’in “Aspasia Yunan filozofları arasında” tablosu.