Yürümek, bir şey olmaya çalışmamaktır ve bu nedenle bütün ağırlıklardan kurtulmaktır. Hayatın yorucu hırslarından ve insanı küçülten her türlü dışsal baskıdan uzaklaşmaktır. İnsan yürüdüğünde, gittiği yer neresi olursa olsun amaçlamadığı bir yere daha ulaşır. Ancak kendi ayakları üzerinde durup bütün gücüyle hareket ettiğinde içinde yaşadığı eşsiz doğanın gerçek anlamda parçasıdır. Bu nedenle, en iyi yürüyüşler bir yere varmamak üzere yapılanlardır. Yürüyüş bizi bir yere götürmekten çok kendimize getirir belki de; “Yürürken hiçbir şey yerinden oynamaz, daha ziyade mevcudiyet bedene yerleşir yavaşça. Yürürken aslında yakınlaştığımız yoktur, sadece şeyler bedene daha fazla nüfuz eder.” (s.39).
Hareketsiz bekleyiş, doğadan ve onun baş döndürücü, sarhoşluk verici deviniminden kopuştur. Onun parçası olmak için ne hızlanmalı ne de hareketsiz kalmalıdır. Yürümek tam anlamıyla insanın doğayla bütünleşmesi, her adımda varlığının içsel anlamını hissetmesi, ruhun harekete geçmesidir. Nietzsche’nin Ecce Homo’da dediği gibi, Kutsal Tin’e karşı işlenen esas günah yerinden kıpırdamamaktır.” Hep hareket eder Nietzsche, bu yüzden. Onun yazıları harekete geçmiş, yorulmak bilmez ayakların yürüyüşünün kaydından başka bir şey değildir. Satırlarında yerinde duramayan bir enerji hissedilmesi “durup dururken” olmaz elbette: “Sadece elimizle yazarız evet ama sadece ayağımızla iyi yazarız” (s.26) der, bu yüzden. Nietzsche, ayaklarıyla düşünür.
Her insan kendisi gibi yürür ve de. Bu, ancak tek başına yapılabilen bir eylemdir ve bu nedenle insanın en kendi gibi davranabildiği eşsiz bir tecrübedir. Yürürken ne kadar gösteriş yapmak istenirse istensin çok geçmeden aslına dönülmek zorunda kalınacaktır. Eller gösteriş için daha uygun olsa da ayaklar yere sağlam basmadığında düşmek kaçınılmazdır. Yürümek her defasında sağlam basmak olduğundan, yol aldıkça sahteliğin bütün hafifliği vücuttan atılan terle birlikte uzaklaşacaktır. Ve yürüyüşteki tek başınalık asla bir yalnızlık hali değildir; “Dünyaya sahip olunca kim yalnız hissedebilir ki kendini?” (s.55).
Yürüyüşteki tek başınalık yalnızlıktan uzaklaştırıcı bir kendiyle birliktelik kurmanın hareket halinde açığa çıkan ilham verici coşkusudur; “Yürürken hiçbir zaman yalnız değilizdir çünkü yürürken çok geçmeden iki kişi oluruz, özellikle de uzun süre yürüdükten sonra…yürürken çok geçmeden iki kişi olurum. Bedenim ve ben.” (s.56). İki kişi olduktan sonra ise mutlaka gerisi gelir. Önce Sokrates katılır, sonra Thoreau gelir, olanca sessizliğiyle. Sonra Gandi, sonra Nietzsche, sonra Rousseau ve en sonunda da Tolstoy…
Yürürken hiç kimseyizdir ve herkes gibiyizdir. Amacımız, biri olmak değil sadece olmaktır. Ahlakın kaynağı, hareket etmekte, eyleme geçmekte gizlidir. Akan suyun kir tutmaması gibi hareket halindeki insan da sürekli temizlemektedir kendini. Yürümek arınarak yaşamaktır. Kırlara tepelere çıkarken ayaklardan başlayıp en tepedeki zihne uzanan bir arınma ritüelinin içindedir. Tıpkı Frédéric Gros’un, güzel kitabı Yürümenin Felsefesi’nde (Kolektif) anlattığı gibi:
“Yürüyerek benliğinizle buluşmaya gitmezsiniz. Burada mevzu, kendinizi yeniden bulmak, otantik bir ben veya kayıp bir kimliğe yeniden kavuşmak için eski bağlardan kurtulmak değildir. Yürüyerek, kimlik fikrinin kendisinden, biri olma, bir isim ve hikâyeye sahip olma isteğinden kaçınırsınız. Biri olmak, herkesin kendinden bahsettiği yüksek sosyete toplantılarında ya da terapi seanslarında iyidir. Oysa biri olmak, boynumuza ağır ve aptalca bir kurgu zincirleyen (bizi benlik tasvirimize sadık kalmaya zorlayan) toplumsal bir zorunluluk değil midir? Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalarız, çünkü yürüyen bedenin tarihi yoktur, o sadece hareket halindeki kadim yaşamdır.” (s.14).
Hareket halindeki kadim yaşam…yürürken harekete geçen yalnızca biz değilizdir. Bütün bir yaşamın harekete geçtiğini hissederiz. Güzel bir manzarada ve temiz bir havada, kimsenin gelip geçmediği bir ıssızlıktaysak şayet, durağan olan ne varsa yürüyüşümüzle canlanır. Tek başına ama tamamlanmış bir haldeyizdir. İçimizden taşan kaynağını bilemediğimiz bir neşe halinin içindeyizdir. Bu hissi yaşadığımızda işte, kadim yaşamın bilgeliğine hiç bu kadar yaklaşmadığımızı içten içe duyarız. Yürürken etrafta kimsecikler olmasa da sürekli olarak selamlayacak birilerini ve bir şeyleri şeyler ararız bu yüzden. Basitleşmiş ve bütünleşmişizdir. Eksikliklerimizden sıyrılmış ve zenginleşmişizdir. Geçici bir süreliğine özgürlüğü gerçek manasıyla hissetmişizdir. Özgürlük de yürümek gibi basitliktedir çünkü: “Özgürlük Bir lokma ekmek, bir yudum su, uçsuz bucaksız kırlardır o halde.” (s.12).
Yürüyüşün daha hakiki olanı, acelesi olmayan bir kendinden eminlik halidir. O, daha yavaş ve varacağı yerden emin olmanın verdiği kendine inanmışlığın dingin gülümsemesi gibidir. Bu yavaşlık hızın değil acele etmenin zıddıdır; “iyi yürüyüşçü süzülerek gider ve adımları yarım daireler çizer…hızın zaman kazandırdığı bir yanılsamadır. Hesap ilk bakışta kolaydır: yapacaklarını üç saat yerine iki saatte yapıp bir saat kazan. Fakat bu, günün her saati birbirine eşitmişçesine yapılan soyut bir hesaplamadır.” (s.38).
Acele etmek, sadece yavaş yürümenin değil bizatihi yürümenin zıddıdır aslına bakılırsa. Çünkü o, aynı anda bir çok şeyi istemektir ve bu durum, istenen şeylerin hiçbirinin rahatça nefes alıp canlılık kazanmasına izin vermeyen bir havasızlıkta gerçekleşir. Oysa yürümek, her nefeste tek bir şeyi istemek ve hissetmektir. Yürümek, başka hiçbir şeye ihtiyaç duyurmayan bir etkinliktir. Geçici bir süreliğine, istekler unutulmuş ve büyük arzular yerini dingin gülümsemelere bırakmıştır. Şırıltılı bir suyun yanından geçerken ya da bastığımız yerdeki yeşilliklerin hışırtısını duyarken kulağımız şehrin bütün gürültüsünü bir anda unutmuş, hayat hiç olmadığı kadar yavaşlamış ve acele etmek için tek bir neden bile kalmamıştır. Beden ne kadar telaşsızsa zihin o oranda serbest ve hareketlidir. Düşünmek, telaşsızca yürümektir.
Yürümek, zorunluluklardan kurtulmak ve yalnızca kendine tabi olmaktır. “Anlık zevkler barındırmayan mutlak sakinliğin” içerisinde kendini sürekli tekrar eden “ılık bir mutluluktur” (s.69).Yürüyüş esnasında, insanın kalbinden geçenler ilk kez serbestçe dışa vurur kendini, kayboldukça bilmediğimiz birini buluruz içimizin derinliklerinde. İçimizde pır pır eden o ilk masum çocuk halimizle karşılaşırız. Sonra doğanın parıldayan aynasında kendimize bakar, unutulmuş ne kadar anımız varsa yeniden yaşar, masumluğun banyosunda ve güneşin huzurunda yıkanırız.
Thoreau’nun ve pek çok bilgenin dediği gibi “hakiki yaşam büyük bir yolculuk”sa şayet, onun en iyi ve belki de tek vasıtası yürümektir. Bütün bilgeler amaçlarına yürüyerek, sadece yürüyerek, tek başına ve bir başına yürüyerek ulaşmışlardır. Çünkü, yürümek kenara çekilmek ve dünyanın sefaletini en doğru açıdan izlemektir. Hızla yanımızdan gelip geçen arabaların, koşarcasına iş yerine giden insanların, çelişkilerin ve zıtlıkların önünden çekilip kenarda, geçici olanın sahte aldatıcılığından uzakta kalmaktır. Yürüyen kişi, yalnızca “toprağın evladıdır” (s.104). Tevazu dolu bir kendine kalmışlığın yolculuğundadır.
Yürümek kusursuz bir sadeliktir. “Yapılması gereken, yolu tıkayan, kafa karıştıran, engel olan her şeyden kurtulmaktır…Yürümek anlamak ve yakın hissetmek için doğru bir hız verir size. Ayrıca, kendinizden başkasına bel bağlamazsınız.” (s.171). Bütünüyle bağımsızlığınızı kazanmış, her yürüyüşün içinde geri dönmek istemeyen bir an yakalamışsınızdır. İşte o an hakikate hiç olmadığı kadar yaklaşmış, Gandi olmuşsunuzdur.
Gros’un Yürümenin Felsefesi kitabına dair bir yazı tıpkı onun yaptığı gibi eşsiz bir yürüyüşçü olan Gandi’yle son bulmalı ve mistik bir heyecanla yer verdiğini zannettiğim Gandi’nin ve bütün yalnız yürüyüşçülerin ışığı olan Tagore’un azim ve aydınlık dolu şu mısralarıyla tamamlanmalıdır:
Yalnız yürü.
Çağrına kulak vermiyorlarsa eğer, yalnız yürü;
Korkar da dehşet içinde duvara dönerlerse yüzlerini,
Ah sen, kara bahtlı,
Aç zihnini ve yalnız konuş.
Yoldan cayar da, bırakırlarsa yabanda seni,
Ah sen, kara bahtlı,
Yolun üstündeki dikenleri çiğne ve
Kana bulanmış o yolda yalnız yürü.