Türkiye’nin siyasal ve toplumsal tarihinde ordunun devlet içindeki konumu, toplumla kurduğu ilişki ve siyasal sahnedeki ağırlığı hep önemli oldu. 1920’lerden 2000’lere uzanan uzun dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), kendisini yalnızca bir askerî kurum değil, aynı zamanda modernleşmenin taşıyıcısı, Cumhuriyet devrimlerinin koruyucusu ve Anayasal rejimin kurucu-moral otoritesi olarak konumlandırdı. Bu konum, hukuki düzenlemelerin yanında, belirli söylemlerin, epistemik rejimlerin ve kurumsal pratiklerin de ürünüydü.
15 Temmuz, yalnızca bir güvenlik krizi değil, bu uzun tarihsel konumun kırılmasına ve çökmesine yol açan epistemik bir kopuşun da tetikleyicisi oldu.
Bu kırılmayı ve kopuşu anlamada, Foucault’nun arkeoloji ve soykütük (genealogy) kavramlarından yararlanabiliriz. Foucault’nun kullandığı anlamda “arkeoloji”, klasik tarih anlayışından farklı olarak, belirli bir dönemde belirli bir düşünceyi mümkün kılan kuralların, yani “söylemsel oluşumların” yapısını ortaya çıkarmayı amaçlıyor. Arkeoloji, kelimenin etimolojik anlamına yakın biçimde, düşüncenin yüzeyindeki ifadeleri değil, onların altında yatan kuralları, düzenleri ve koşulları “kazıyarak” ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bu arkeoloji, süreklilik varsayımına (tarihi baştan sona akan bir hikâye olarak görme), ilerleme fikrine (bilginin giderek daha “doğru” hale geldiğini düşünme) ve özne-merkezliliğe (bireylerin niyetlerine, zihinsel yapılarına odaklanma) karşıdır: Arkeoloji “kesintiler”, “kopuşlar” ve “epistemeler” üzerine kurulur.
Foucault’nun daha sonra geliştirdiği ve Nietzsche’den etkiler taşıyan soykütüksel analizin sorulardan biri ise şuydu: Toplumsal düzenler, normlar ve iktidar pratikleri hangi mücadelelerin ürünüdür? Burada merkezde güç ilişkileri vardır. Soykütük, bilginin “tarafsız” olmadığını; her bilgi biçiminin iktidar ilişkileriyle iç içe oluştuğunu gösterir. Bu kavramsallaştırmanın konumuz için belki en önemli katkısı ise şudur: Her bir kurumsal yapının altında rastlantılar, mücadeleler, güç ilişkileri vardır ve soykütük, tarihsel köken (orijin) aramaz, onun yerine, ortaya çıkış anlarına (emergence) dikkat kesilir.
Ordunun Tarihsel Rolünü Mümkün Kılan Söylemler
Ordunun sahip olduğu yüksek siyasal konum belirli bir söylemsel düzenin içinde mümkün hale geldi. Cumhuriyet döneminde şekillenen, merkezinde Atatürkçü/Kemalist ideolojinin yer aldığı episteme, orduyu yalnızca askerî bir güç olarak değil, ulusun kurucu öznesi ve modernleşmenin taşıyıcısı olarak tanımlıyordu. Bu söylemde ordu, bilimsel aklın, fennin ve ilerici değerlerin temsilcisi, laikliğin ve Cumhuriyet’in bekçisi ve siyaset üstü bir moral otorite olarak konumlandırıldı.
Bu söylemin arkeolojik düzeydeki etkilerinden biri, ordunun siyasal alanı düzenlemesinin bir “müdahale” değil, adeta “epistemik bir gereklilik” olduğunun düşünülmesi oldu. Buna bağlı olarak askerî müdahaleler yalnızca askerî eylemler değil, aynı zamanda bu söylemin ürettiği epistemik bir meşruiyet zemininin tezahürleriydi.
Türkiye’de 2000’lerin başına kadar hâkim olan bu düzen, askerî özerkliği, yüksek komuta kademesinin bilgi üretim kapasitesini (MGK raporları, iç tehdit değerlendirmeleri, “Kırmızı Kitap”, EMASYA protokolleri, vb.) ve askerî liselerden harp akademilerine kadar askerî eğitim kurumları başta olmak üzere bu bilgi evrenini yeniden-üreten kurumların yarı-otonom entelektüel konumunu doğal ve meşru kıldı.
Post-2016: Epistemik Kopuş
15 Temmuz sonrasında Türkiye’de ordunun toplumsal ve siyasal rolünü belirleyen söylemsel düzen öylesine köklü biçimde değişti ki bu değişimi, aslında bir epistemik kopuş olarak tanımlamak mümkündür.
Yeni düzenin belirleyici unsuru, “devleti iç tehditlerden arındırma” söylemi oldu. Söz konusu arındırma mücadelesi çerçevesinde, askerî özerklik artık bir risk alanı olarak tanımlandı. “Yerlilik ve millilik”, “Peygamber ocağı milli ordu” ve “darbeci zihniyet” gibi kavramlar, TSK’nın tarihsel rolünü yeniden tanımlayan hegemonik söylemlere dönüştü.
Bu yeni söylem, Harp okullarının kapatılıp Milli Savunma Üniversitesi’ne (MSÜ) bağlanmasını, Genelkurmay’ın yetkilerinin azaltılmasını, Kuvvet komutanlıklarının bağlantısını yahut YAŞ’ın yapısının değiştirilmesini, Jandarma ve Sahil Güvenlik’in İçişleri Bakanlığı’na devredilmesini yalnızca teknik reformlar olarak değil, yeni bir bilgi rejiminin kurumsal ifadeleri olarak mümkün kıldı.
Bu söylemsel zeminde ordu, artık “rejimin bekçisi” değil; devletin yürütme organına (Cumhurbaşkanına) entegre bir operasyonel aygıt olarak yeniden konumlandı. Böylece TSK’nın siyasal rolü “tarihsel zorunluluk”tan “kurumsal işlev” düzeyine indirgenmiş oldu.
İktidarın Kurumları Yeniden Üretme Biçimi
Foucault’da arkeoloji, belirli bir söylemin koşullarını incelerken, soykütük iktidarın pratikler, kurumlar ve bedenler üzerindeki etkisini analiz eder. 15 Temmuz sonrası sivil-asker ilişkilerinin dönüşümüne soykütük perspektifinden bakıldığında şunlar görülebilir:
Kurumsal iktidarın yeniden dağıtılması: Kuvvet Komutanlıklarının Genelkurmay’ı atlayarak MSB’ye bağlanması veyaHarp okullarının MSÜ adlı sivil bir üniversiteye dönüştürülmesi, Foucault’nun “kurumsal bilgi üretiminin denetimi” kavramı ile uyumludur. Çünkü Harp Okulları sadece bir eğitim kurumu değil, aynı zamanda ordunun ideolojik ve epistemik hafızasının üretildiği mekânlardı. Bu hafızanın dağıtılması, TSK’nın kendi iç bilgi rejimini üretme kapasitesini zayıflattı. Yerine üniversite yapısı içinde daha merkeziyetçi, sivil etkiye ve gözleme daha açık, daha denetlenebilir bir bilgi üretimi getirildi.
Bilgi–iktidar ekseninin tersine çevrilmesi:Daha önce ordu, ürettiği askerî bilgiyle (tehdit algısı, güvenlik analizleri, stratejik değerlendirmeler) siyasal alanda etkili bir konuma sahipti. 2016 sonrasında ise siyasal merkezde üretilen bilgi, ordunun kurumsal düzenlenmesini belirleyen ana eksen haline geldi. Bilgi artık askerî bürokrasiden siyasal merkeze değil, siyasal merkezden askerî bürokrasiye doğru akmaktadır.
Tasfiyeler ve yeni hiyerarşi:Soykütüğün, bir iktidar düzeninin yeniden kurulmasını “köken”e değil, “ortaya çıkış anlarına” (emergence) bağlayarak açıkladığını yukarıda söylemiştim; Foucault soruyu şöyle soruyordu: Belirli bir olay hangi rastlantıların, güç mücadelelerinin, uluslararası konjonktürün, kurumsal pratiklerin kesişiminde ortaya çıkar? İşte 15 Temmuz 2016 bu anlamda bir “emergence”tır. 2016 sonrası TSK’daki geniş çaplı tasfiyeler, iç hiyerarşinin yeniden kurulması ve komuta kademelerinin siyasal merkeze daha sıkı bağlanması da bu çerçevede anlam kazanır. Bu süreçte kurumun içindeki özerk güç ağları dağıtılmış, yerine siyasal merkeze sadakatle tanımlanan sıkı otorite ilişkileri yerleştirilmiştir. Bu açıdan, 2016 sonrası yaşananlar, sadece ordunun geleneksel siyasal konumunun tasfiyesi değil, aynı zamanda ordunun kurumsal kimliğinin yeniden tanımlandığı ve özerk söylem üretme kapasitesinin elinden büyük ölçüde alındığı kapsamlı bir dönüşüm sürecine karşılık gelir.
Stratejik Körlük Kaynağı Olarak Örgütsel Narsisizm
Peki ordu neden on yıllar boyunca kendi içsel dönüşüm kapasitesini geliştiremedi ve nihayetinde dışarıdan sert siyasal müdahalelere karşı bu denli açık ve kırılgan hale geldi? Bu soruya verilebilecek en işlevsel yanıtlardan birinin, başka bir bilimde, örgütsel psikolojide bulunabileceğini düşünüyorum. Bu literatürden ödünç alacağım kavram ise “örgütsel narsisizm” olacak. Kavramı, kuruma yönelik pejoratif bir anlamda değil, nesnel incelemeye izin veren bir araç olarak kullanıyorum.
Bu literatüre göre, örgütsel narsisizme sahip bir kurum, kendisini eleştirilemez, alternatifsiz ve epistemik üstünlüğe sahip bir konumda tahayyül eder; eleştiriye yönelik abartılı inkâr, savunmacılık ve gerektiğinde cezalandırıcı refleksler üretir; dış çevreden ya da kendi içinden gelen uyarıları ve keza toplumsal-siyasal dönüşüm sinyallerini görmezden gelir yahut onları sağlıklı biçimde algılamakta sistematik olarak başarısız olur. Üst düzey yöneticilerin çoğu zaman farkında olmadan bu zihinsel çerçeveyi yeniden üretmesiyle süreklilik kazanan bu algısal rejim, ahlaki ve çevresel değerlerin göz ardı edilmesine yol açtığı ölçüde “kurumsal normallik” sınırlarının dışına taşar ve giderek daha olumsuz sonuçlar üretir.
Böylesi bir bozukluğun (disorder) gelişmesinde kurumun kendi iç özellikleri kadar “dışarısı” da etkili oldu: Türkiye’de ordunun siyasal konumu yalnızca ordunun kendisinde bu gücü vehmetmesinin değil, aynı zamanda sivil-siyasal aktörlerin ordu karşısındaki kaygılı ve temkinli tutumunun da sonucuydu. (Kuşkusuz, Prof. Ümit Cizre’nin söylediği gibi, sivil zafiyet ile askerin üstünlüğü arasındaki neden-sonuç ilişkisinin yönünü tartışmak gerekir. Zira, müdahale tehdidi altında yaşayan hiçbir iktidar, güçlü, kararlı, özgüvenli ve meyveleri uzun dönemde toplanacak, kısa dönemde oy getirmeyebilen bir icraat sergileyemez). Neticede, bu iki yönlü ilişki, zamanla ordunun kurumsal kimliğini şekillendiren temel dinamiklerden biri hâline geldi. Zayıf siyasal partiler, kısa ömürlü hükümetler, iktisadi krizler ve yoğun ideolojik kutuplaşma, ordunun kendisini “siyasi istikrarsızlığa karşı tek süreklilik” olarak konumlandırmasını kolaylaştırdı. Bunun karşısında sivil iktidarlar askerin siyasal alandaki ağırlığını öyle ya da böyle kabullenerek politika üretiminde sürekli olarak TSK’nın tepkisini hesaba katan bir pratik benimsediler. Bunlar, ordunun kendisini devletin kritik karar alanlarının asli belirleyicisi görme eğilimini daha da pekiştirdi.
Bu psikolojik üstünlük duygusu yalnızca kurumsal özgüveni artırmadı; örgütsel narsisizmin temel semptomlarından olan kusursuzluk varsayımı, dokunulmazlık, eleştiriden muafiyet ve olası eleştirilere düşmanca tavır alma alışkanlığını da kurumsal düzeyde yerleştirdi. Askerî okullardaki eğitimin doğası, mutlak itaat anlayışı, kurum içindeki güç mesafeleri, kurmay kültürünün sertliği, terfi kıstasları gibi hususlar kurum içindeki eleştirel mekanizmaların önüne de set oldu.
Tüm bunlar, ordunun dışsal dönüşümleri analiz etme kapasitesi geliştirmesini engelledi; Türkiye büyük bir toplumsal dönüşüm yaşarken, kentleşme, göç, muhafazakâr orta sınıfın yükselişi, siyasi İslam’ın yeni formları, vs, ordu tarafından uzun süre “sapma” veya “geçici yönelim” olarak yorumlandı.
Esasında 1990’lardan itibaren, ordu içinde bazı silkinme hamleleri olmadı değil. Toplumdaki bu değişimleri ve kurumun içindeki arızaları gözlemleyebilen bazı komutanlar genç kuşaklar eliyle kurumda entelektüel bir dönüşüm, yenileşme ve uyumlanma ihtiyacını fark ettiler. Çoğunlukla lokal/kişisel kalan çabalarla, eleştirellik ve yaratıcı cesaret teşvik edildi, Harp Okulu ve Harp Akademilerinde bu yönde politikalar yürütülmeye çalışıldı. Devam eden yıllarda muharip subaylar yurt içindeki ve dışındaki sivil üniversitelerde ağırlıklı olarak sosyal bilim alanlarında yüksek lisans ve doktora yapmaya teşvik edildi; kuvvet komutanlıkları ve genelkurmay karargahlarında bilimsel karar destek merkezleri kuruldu, vs.
Ancak geleneksel kodlar bir biçimde galip geldi ve bu entelektüel bilgi adacıklarının kurum içi karar süreçlerine nüfuz etmesi, yine kurumun kendisi tarafından bir biçimde bastırıldı. Eleştirel analizler “disiplinsizlik”, alternatif yöntem önerileri “fazla sivrilme”, kavramsal çerçeveler ise “geleneksel işleyişe müdahale eden çokbilmişlikler” olarak horlandı.
Böylece ordunun geleneksel kodları, bilgi üretimini, eleştiriyi ve yaratıcılığı teşvik ediyormuş gibi görünürken aslında bu bilginin kurumsal düzeyde dolaşıma girmesini engelleyen bir filtreyi korudu. Bu durum örgütsel narsisizmin bir başka tezahürüydü: öğrenmeye açıkmış gibi görünen bir yapı, gerçekte, eleştirel ve yeni bilgiyi tehdit olarak algılayarak kendi yerleşik ufkuna saplanıp kalıyordu.
İşte bu hal içinde 2000’lere gelindiğinde ordu, Soğuk Savaş sonrası dönemin yeni siyasal-toplumsal gerçekliklerini anlamakta belirgin biçimde zorlandı. AB uyum süreci, medya alanının dönüşmesi, devlet içi güç dengelerinin yeniden şekillenmesi ve yeni seçmen bloklarının ortaya çıkması gibi faktörler, ordunun geleneksel rolünü sınırlıyordu. Ancak kurum, bunları arızî politik dalgalanmalar olarak yorumlamayı sürdürdü.
Bu yıllarda Erdoğan’ın yükselişine, kısa sürede, orduyu ilk kez ciddi biçimde test edip zorlayan siyasal meydan okuma eşlik etti. 2007 e-muhtırası sürecinden itibaren Erdoğan’ın ve AKP’nin sandıktan aldığı oyu siyasal güce tahvil etmesi ve orduya karşı geri adım atmaması ordunun alışık olduğu çekingen sivil iktidar imgesinin, hem de ilk kez, yok olması demekti.
Ordu, uzun yıllar boyunca siyaset üzerinde kurduğu psikolojik ve kurumsal üstünlük sayesinde güçlü bir sivil iradeyle gerçek anlamda karşı karşıya gelmemişti. Çekingen biçimde oynak savunmalar yapan bir sivil iktidara karşı hangi hamleleri geliştirebileceğini az çok biliyordu; ancak mevziinde ısrar eden, yeri geldikçe ve fırsat buldukça çeşitli manevralar ve ataklar yapmayı da ihmal etmeyen bir iktidar karşısında ne yapılması gerektiğinin bilgisine ise sahip değildi.
Ordunun bu bilgiye sahip olmadığını ordunun kendisinden de erken fark eden, Erdoğan oldu.
Bu durum, üst komuta kademesinin Erdoğan’ın meydan okumasına karşı ortak ve tutarlı bir strateji oluşturamamasına yol açtı. Yanı sıra ordu siyaset ve toplum içindeki eski müttefiklerinin çoğunu da kaybetmişti. Komutanlar arasında farklı değerlendirmeler, değişen risk algıları ve çeşitli stratejik hesaplar belirmeye başladı. Bu belirmeler, ilerleyen yıllarda billurlaşacak olan iç ayrışmaların ilk nüvelerini oluşturdu. Sonuçta ordu, Erdoğan’ın temsil ettiği meydan okuma karşısında kurumsal tutunum açısından da ciddi bir sarsıntı yaşadı. Erdoğan, göldeki yansımasına hayranlıkla bakan Narcissus’a hazırlıksız olduğu bir anda beklemediği bir ayna tutmuştu; ordu kendisine dair yerleşik kabullerinin kırılganlığını o aynada ilk kez bu kadar net gördü.
2024 Teğmenler Krizi: Derin Tarihsel Katmanların Geri Dönüşü
Tam da bu bağlamda, 2024 Kara Harp Okulu mezuniyet töreninde ortaya çıkan yemin krizini, 2016 sonrasındaki geniş spektrumlu radikal reformların bir parçası olarak yeniden tasarlanan askerî eğitim sisteminin sekiz yıllık uzun bir sürenin sonunda hangi meyveleri verdiğini görünür kılan bir “belirme” (emergence) ânı olarak okumak; ve onu, bu kez askerin siyasal iktidara tuttuğu bir ayna olarak görmek yararlı olur.
Zira bu çıkış, TSK’nın tarihsel kimliğini oluşturan kültürel, sembolik ve söylemsel kodlarla, siyasal iktidarın inşa etmeye çalıştığı yeni askerî normatif düzen arasındaki fay hattına işaret etmektedir. Bu bakımdan bu olay, genç subayların bireysel direnişi olduğu kadar, kurumsal habitus’un yüzeye çıkması, bastırılan tarihsel kodların görünürlük kazanması olarak görülebilir. Sivillerin ağırlıklı rolü üstlendiği çift başlı kontrol mekanizmaları üzerinden yürütülen yeni türde bir endoktrinasyon, yüzlerce genç subayda bir çeşit karşı-söylem ve karşı-özneleşme üretmiştir. Dolayısıyla meselenin bir yanı derin geleneklerin ve tarihsel katmanların inadı ise, diğer yanı da bu inadın siyasal iktidarın mühendislik çabalarıyla kırılamadığının açığa çıkmasıdır.
Kuşkusuz, ordu–siyaset ilişkisinin uzun tarihinde, Harp Okullarının sembolik bir ağırlığı bulunuyor. 27 Mayıs’ın çekirdek kadrosu, 1962 ve 1963’teki Talat Aydemir kalkışmalarının ana omurgası, Harp Okulu öğrencileri ve onun çevresindeki genç subaylardı. Bu tarihsel hafıza, bugünkü siyasi iktidarın Harp Okullarına yönelik kaygısını anlaşılır kılıyor. Ancak tarihsel olarak anlaşılır olan bu tür bir refleksin, bugünün gerçeklerine uygun bir çözüm üretip üretemeyeceği üzerine bugün yeniden düşünmek ve bu hadiseyi bir “tehlike alarmı” yerine, bir “uyarı ışığı” olarak görmek daha doğru olur.
Sonuç: Orta Vadede Potansiyel Fırsatlar ve Tehditler
Orduya dair son on yılda hayata geçirilen reformlar, devlet-toplum ilişkilerinin, iktidarın güncel güvenlik anlayışının ve siyasal alanın mantığının yeniden tanımlandığı daha geniş bir repertuarın bir cüzüdür. Geçirilen tüm bu büyük dönüşüm, bir yandan demokratik sivil kontrolün güçlenmesi olarak yorumlanabilirse de, kurumun özerk bilgi üretim kapasitesinin zayıflatılması ve merkezi siyasal otoriteye mutlak bağlanması açısından bir tür “sivil vesayet” yapısına işaret edebileceği eleştirilerini de dışlamamak gerekir. Öte yandan eleştirel bakış, bu dönüşümün potansiyel fırsatlarını görmeyi engellememelidir.
Potansiyel Fırsatlar
Darbeler döneminin kapanması: Tarihsel olarak siyasal alanı tehdit eden müdahaleci zihniyetin kurumsal zemininin çözülmesi, Türkiye’nin demokratikleşmesi adına kritik bir fırsattır. Darbe geleneğinin ve olasılığının tasfiye edilmesi, toplumun her kesiminin yararınadır.
Sivil denetimin norm haline gelmesi: Sivil-asker ilişkilerinde, çağdaş demokrasilerin standartlarıyla uyumlu şekilde sivil otoritenin belirleyici olması, demokratik sistemlerin doğası gereğidir. Bu açıdan temelde reformlar, doğru bir eksene işaret etmektedir.
Yeni bir profesyonelleşme modelinin inşa edilebilmesi: Eğer siyasal iktidar mevcut “tam, yakından ve mikro kontrol” anlayışını “kurumsal kapasiteyi güçlendirme” perspektifiyle değiştirebilirse, Türkiye, daha şeffaf, daha modern ve daha teknolojik bir askerî yapılanma kurma fırsatına sahip olabilir.
Potansiyel Tehditler
Kurumsal kapasite kaybı: Askerî okulların MSÜ’ye bağlanması, korgeneral rütbesinde sivil rektör, harp okulu komutanı tümgeneralle eşit hukuki statüde sivil dekan, bunların yol açtığı çift başlılık; keza, askeri sağlık sisteminin tasfiye edilmesi, buna bağlı olarak muharebe sahasında yakın sıhhi tahliye ve tedaviyi yürütecek uzman personel noksanlığı, hiyerarşik emir-komuta kültürünün kesintiye uğraması, personel kadrolarında bazı hizipsel bölünme emareleri, liyakat süreçlerinde belirsizliklerin artması, yetişmiş personelin YAŞ kararları ile kadrosuzluk gerekçesiyle emekli edilmesi gibi gelişmeler uzun vadede kurumsal kapasiteyi zayıflatacaktır. Bu model, kısa vadede siyasetin kontrolünü artırsa da, uzun vadede uzmanlık, kurumsal hafıza ve istikrar riskleri doğurabilir.
Güvenlik-siyaset ilişkilerinin aşırı merkezileşmesi: Güvenliğin tüm stratejik kararlarının tek merkezde toplanması, ani krizlerde avantaj sağlayabilir; ancak karmaşık güvenlik ortamında kurumsal aklın farklı öznelerinin, yahut muharebe ortamında küçük birlik liderlerinin inisiyatiflerinin dışlanması, stratejik ve taktik körlük riskini artırır.
Ordunun toplumsal meşruiyet zeminindeki erozyon: Ordular yalnızca savaşma kapasitesiyle değil, toplumla kurdukları normatif ilişkiyle de var olurlar. Aşırılaşmış bir sivil kontrole servis edilen meslekî onur, nepotizme dayalı ağlar içinde köşe kapma çabası ve partizanca siyasal bağlılık görüntüleri, orduyu toplumun belirli bir kesimine doğru konumlandırırken ulusal ordu anlayışının aşınmasına yol açabilir.
Örgütsel Narsisizmin Kılık Değiştirerek Sürmesi: Yukarıda örgütsel narsisizm çerçevesine aldığım kurumsal davranış örüntülerinin belli yönlerinin sürdüğü, narsisizmin söylemsel formlarının bugünlerde kimi kriz anlarında kurumun tepkilerinde yeniden belirdiği görülüyor. Örneğin ordunun asker kanadının yakın dönemde meydana gelen, bir mağara araması sırasında 12 ve İskenderun’da “su kaybı” nedeniyle iki askerin şehit olduğu olayda sergilediği kurumsal iletişim tarzı, keza sivil kanadının Harp Okulunda gerçekleşen yemin krizine yönelik açıklamalarının tonu, yahut Milli Savunma Bakanının milletvekillerinin soru önergelerine verdiği (vermediği) cevaplar, keza ifade hürriyeti çerçevesinde görüşlerini açıklayan emekli askerlerin orduevlerine girişlerinin yasaklanması gibi eğilimler bu sürekliliğe işaret eden önemli bulgular olarak görünüyor. Bu tavırlar, eleştiriye kapalı olma, eleştirileri ve eleştirenleri düşmanlaştırma ve hesap vermekten yüksünme halinin sürdüğünü gösteriyor.
Daha da ilginci, ordu bu kez bu davranışsal örüntüyü yalnızca kendi askerî hiyerarşisine dayanarak sergilememekte; siyasal iktidarın tam desteğini arkasına alarak daha geniş ve yeni bir meşruiyet alanı içinde eylemektedir. Bu durum, ordunun kamuyla ilişkisinde yeni bir güç asimetrisi yaratmaktadır: Ordu, güçlü siyasal merkezle tam hizalanmış olarak kendisini kamusal eleştiri, sorgulama ve hesap verme alanından olabildiğince çekmektedir. Bu hizalanma, örgütsel narsisizmin önceki biçiminden farklıdır; kurumsal üstünlük duygusunu sivil-asker ayrımında değil, bu defa, ortaklaştığı bir siyasal-askerî söylemin içinde yeniden üretmektedir.
Yurtsever bir bakış açısından, onuncu yılına girerken post-2016 dönemi, Türkiye için çift yönlü bir kavşak niteliği taşıyor: Bir yanda kırılganlığın ve kurumsal erozyonun sürmesi olasılığı, diğer yanda ise geribeslemelerden yararlanarak demokratik kontrol, şeffaflık, profesyonelleşme ve kurumsal kapasiteyi artırma/ güçlendirme fırsatı.
Hangi yolun tercih edileceği ise, bu reformları yöneten siyasal aklın tarihsel sorumluluk bilincine bağlı görünüyor.













