[20-21 Mayıs 2024] Tekrar edeyim; bu bir komparatif tarih sorunu. Terör örgütü etiketinden hoşlanmıyorum. Çağımızın siyasî bir klişesi. Doğrusu, şiddet örgütü. Yani kendi (tabii kutsal) dâvâsı uğruna şiddeti meşru gören ve kullanan bir örgüt tipi. Öte yandan, hiçbir silâhlı millî kurtuluş örgütü bilmiyorum ki (a) şiddet örgütü olmasın; (b) zaman zaman terör eylemlerine başvurmasın. (Hamas gibi) Müslüman olduğu için yakınlık duyulanlar da, geçmişte Türk-Müslüman düşmanı olduğu için nefret beslenenler, dolayısıyla onların da birer kuvayı milliye olabileceği teklif bile edilemeyecekler de, bu açıdan büyük benzerlikler gösteriyor.
İkinci kategoriye bir örnek, “(1) Yeryüzünün bütün kuvayı milliyeleri” yazımda sözünü ettiğim İç Makedonya Devrimci Örgütü; İngilizcesiyle IMRO, Bulgarcasıyla VMRO veya VROMO. Önce bir hatâmı düzelteyim. Şöyle yazmıştım: “IMRO… kralcı Bulgar milliyetçiliğinin enstrümanı. 1893’te Selanik’te kuruluyor. 1878’de Berlin’de “masada kaybedileni” sahada geri almayı; Makedonya’yı ve Edirne havalisini önce özerkleştirmeyi (eski ders kitaplarında muhtariyet denir), sonra Bulgaristan’a ilhak etmeyi amaçlıyor.” Dönemin Balkan milliyetçiliklerinin iç dünyasını benden çok daha iyi bilen arkadaşım, değerli tarihçi Şükrü Hanioğlu uyardı. Teşekkür ediyor ve özetleyerek aktarıyorum: Muhtariyetçilerle ilhakçılar zaman içinde farklılaştı. IMRO kendi içinde iki ana fraksiyona ayrıldı. Santralistler, en azından başlangıçta, çeşitli etnik-dinî grupların birlikte yaşayabileceği özerk bir Makedonya tahayyül etti. “Makedonya Makedonyalılarındır” dediler. Buna karşılık, daha sonra zuhur eden Vırhovistler, “Makedonya Bulgaristan’ındır” çizgisini savundu. — Buna göre, Ömer Seyfettin’in Bomba hikâyesinin kıyıcı, kan dökücü zalimleri, kralcı Bulgar milliyetçiliğinin asıl temsilcileri, gerçek hayattaki Yordan Piperkata’nın (bir sonraki yazımda geleceğim) fiktif karşılıkları, ova köylerine dehşet salan Raçov, Pançe ve Sandre, Santralist değil Vırhovist komitacılar oluyor.
Öyle veya böyle; esas söylemek istediğim şu ki, yukarıda bir müfrezesinin fotoğrafını gördüğünüz IMRO veya VMRO veya VROMO da bir kuvayı milliye, ister Makedon ister Bulgar milliyetçiliği açısından. Nitekim, 1908 Jön Türk Devrimi ve 1912-1913 Balkan Savaşları çağının sert bir Türkçüsü, müfrit bir İttihatçı milliyetçisi olan Ömer Seyfettin’in de hiç kuşkusu yoktur bu konuda. Ömer Seyfettin Sosyal Darwinisttir. Dünyayı bir milliyetçilikler boğazlaşması olarak görür. Ahlâk, fazilet, insaniyet diye bir şey yoktur (Primo ve Beyaz Lâle). Hak, kuvvettir (might is right). Orman kanunu geçerlidir. Survival of the fittest. Ancak en kuvvetliler hayatta kalabilir. Fakat maalesef Türkler milliyetçilikte geridir, Bulgarlar, Yunanlılar, Ermeniler karşısında. Dolayısıyla düşmanlarından öğrenmek diye bir meseleleri vardır. Mealen: “Onlar gibi (onlar kadar dâvâlarına adanmış, onlar kadar yırtıcı, onlar kadar pervasız, onlar kadar merhametsiz, amansız) olmalıyız.” Yani Nakarat’ta Bulgar kızı Rada, Beyaz Lâle’de Binbaşı Radko, yalnız düşman değildir; hem düşman hem örnektir, rol modelidir. Esasen Nakarat’ın sonunda bunu açıkça söyler, söyletir Ömer Seyfettin. O zamana kadar millî bilinçten yoksun yaşayan bencil, kariyerist, ferdiyetçi (= liberal!) bir Osmanlı-Türk teğmenidir, hikâyenin kahramanı. Makedonya’da eşkıya (terörist!) takibi sırasında geçici olarak konakladıkları bir köyde, bir Bulgar kızıyla aşk hayalleri kurar. Tam köyden ayrılacakları sırada, o kızın ne kadar adanmış bir Büyük Bulgaristan militanı olduğunu öğrenir. Babası da papazken (tabii Ortodoks papazı) gerilla olmuş ve önceki yıl Velmefçe ormanlarında “kendisi için kutsal bir dâvâ uğruna” savaşarak ölmüştür. Teğmenimiz bunu: kendi ülküsüzlüğü ile papazın ve kızı Rada’nın ülkücülüğü arasındaki farkı düşünür, hasta yatağında. Burada kilit, “kendisi için kutsal bir dâvâ” ifadesidir. IMRO’nun da kuvayı milliyeliğini tescil eder.
Geçtim; bir de fiziksel gerçekliğe bakalım. En tepede, başlık resmimin yerinde, bir Lâz çetesinin fotoğrafını görüyorsunuz — Pontus üzerindeki mücadeleden kalma. Sonra az yukarıda, bir de IMRO/VMRO müfrezesinin fotoğrafını görüyorsunuz — Makedonya üzerindeki mücadeleden kalma. “Bizimkiler” ve “ötekiler” dışında, ne fark var aralarında? Argo deyimle “gündüz insan gece hırt,” silâhlı külâhlı adamlar. Hepsinin kökeni yerel eşkıya. Gece köy basıyor, tarla yakıyor, davar kaçırıyor, adam öldürüyor; ertesi gün kasabaya inip böyle hâtıra fotoğrafı çektiriyorlar. Peter Evans, Dietrich Rueschemeyer ve Theda Skocpol’ün üçlü editörlüğünde bir kitap yayınlandı 1985’te: Bringing the State Back In (Cambridge University Press). Başlığın açımlanması: Tamam, anladık, ekonomi belirleyici; fakat devleti fazla mı ihmal ettik acaba; özerk veya göreli özerk, her neyse; şimdi onu da yeniden tahlillerimize katalım… İşte bu ciltte, tarihsel sosyolojinin büyük ismi Charles Tilly’nin de (1929-2008) modern devletin doğuşu açısından çok önemli bir makalesi var: War-making and state-making as organized crime (Organize suç faaliyeti olarak savaş ve devlet kuruculuk). Tam, bütün milliyetçilerin tüylerini diken diken edecek türden, realist-kutsalsızlaştırıcı bir başlık. Kaybedersen gangster kalıyor, kazanırsan devlet kurmuşlukla takdis ediliyorsun. Tilly şunu diyor, bir boyutuyla: Geleneksel toplumlarda çeşitli özel şiddet grupları vardır, savaşçı kabileler, aşiretler, kara ve deniz haydutları gibi (ben ekleyeyim: Don Kazakları, Adriyatik’te Uskoklar, Balkanlarda dağlı Arnavutlar, Anadolu’da Lâzlar ve Kürtler gibi). Normalde kendi yerel yağma ve soygun işlerine bakarlar. Modern Devlet yükselirken, bunları hem kullanır, hem adım adım yutar, özümler, masseder. Başıbozukları düzenli orduya dönüştürür. Kabul etmiyorlarsa ezer, yokeder. Egemenliğine rakip tanımaz. Böyle böyle, Max Weber’in vurguladığı “meşru şiddet tekeli”ni kurar.
Yani hemen şunu düşünmeye imkân veriyor: Tarihsel gecikmişlik zemininde patlak veren millî kurtuluş ve kuruluş mücadeleleri de böyle bir şeydir. Bu yerel efeler, zeybekler, martaloslar, ızbandutlar (İtalyanca tekil sbandito, çoğul sbanditti), yeni bir fikir ve yeni bir misyon ile yüzyüze gelir. Katılırlarsa ilk ağızda (1821’de Yunanistan’da) machitis tis eleftherias olurlar: özgürlük savaşçıları; (1919’da Türkiye’de) kuvayı milliye. Hem kullanılırlar, yararlık gösterirler, hem bir dönem zor baş edilirler: Demirci Mehmet Efe’nin Denizli katliamı. Belki daha da acıtıcı bir örnek: Doğu Anadolu’da Ermeni milliyetçiliğine karşı 1890-91’dan itibaren esas itibariyle Kürtlerden kurulan Hamidiye Alayları. Fakat ergeç disipline edilir, üniform giydirilir, zaptü rapt altına alınır, devletleştirilirler.
Kabul etmezlerse… işlevlerini yitirirler. En iyi ihtimalle, Demirci gibi bir köşeye çekilirler. Veya Çerkez Ethemleşip giderler. Hattâ Topal Osmanlaşıp öldürülürler.