Seçime bir gün kaldı. 31 Mart günü sandıklara gidip önümüzdeki beş yıl yerel yönetimleri kime teslim edeceğimize karar vereceğiz. Seçim yerel, ama partilerin dilleri genel; seçim meydanlarında söylenenlere bakıldığında seçimin yerel olduğuna inanmak için bin şahit ister. Zira hem iktidar hem de muhalefet, ahalinin yerel ihtiyaçlarına odaklanmak yerine genel fay hatlarını tetiklemek üzerinden ilerleyen bir kampanya yürütüyor.
İktidarın motifleri belli: Kazanımları koruyalım, ilerlediğimiz doğru hattan sapmayalım, memleketin bekasına bir halel getirmeyelim. Ve kuşkusuz “Hatıran yeter” deyip Erdoğan’a vefa gösterelim.
Muhalefetin argümanları da tanıdık: İktisadi yıkıma sebebiyet verenleri cezalandıralım. Halkımızı canından bezdiren bu pahalılığın, işsizliğin, enflasyonun mimarlarına mümkünse kırmızı, değilse en azından bir sarı kart gösterelim. Otoriterliğin derinleşmesine dur diyelim ve bu seçimlerin son seçimler olmasına müsaade etmeyelim.
Hülâsâ, her ne kadar resmen yerel bir seçim olsa da, taraflar 31 Mart’ı salt bir yerel seçim olarak değerlendirmiyor. Seçmene büyük anlatılarla gidiyorlar ve bu büyük anlatılar da doğal olarak yerelin sesini boğuyor, yerelin gereksinimlerini ve taleplerini bir garnitür derekesine indiriyor.
Lâkin sokaklarda, bu anlatıların büyüklüğüne mukabil bir heyecan ve alâka görülmüyor. Mayıs 2023 seçimleri öncesinde olduğu gibi bir hayat-memat meselesi havası sezilmiyor. Elbette bu heyecansızlık ve ilgisizlik, seçmenin tamamen sandığa yabancılaştığı, siyasetten umut kestiği ve sandıktan uzaklaştığı anlamına gelmiyor. Oranı bir miktar düşebilecek olsa da seçmen oyuna sahip çıkar ve onu kullanır.
Ancak seçmende, bir önceki seçimdekine benzer –işini gücünü erteletecek, seyahatlerinden vazgeçirtecek ve oy vermek için kendini zorlayacak denli– güçlü bir motivasyon da yok. Pazar günü seçmen gider oyunu verir, akşam biraz seçim yarışını takip eder, neticeler ağız tadına uygunsa bunun keyfini sürer; yok, arzusu hilâfına bir görüntü ortaya çıkmışsa morali bozulur. Ama ister kazansın ister kaybetsin, bir müddet sonra rutin hayatına döner.
Aşırı güç kullanımı
Partiler açısından bakılınca, her seçim gibi bu seçim de onlara bir muhasebe imkânı sunar. AK Parti için bu seçimlerde iki kerteriz noktası olduğu söylenebilir. Birincisi, Türkiye genelinde alacağı oy oranıdır. AK Parti’nin yerel seçimlerdeki oyu 2004’te yüzde 40, 2009’da yüzde 39, 2014’te yüzde 43 ve 2019’da yüzde 44’tü.
Yüzde 40 ve üzeri bir oy bu seçimlerde AK Parti’yi kurtarır. Fakat ittifaka rağmen, en düşük oy olan yüzde 39’un altına düşülmesi AK Parti için tehlike çanlarının çaldığını gösterir. Hele son genel seçimlerde alınan yüzde 36’dan ve psikolojik bir baraja dönüşen yüzde 35’ten az oy alınması halinde AK Parti’nin ciddi bir sorgulama sürecine girmesi kaçınılmaz olur.
İkincisi, büyükşehirlerde AK Parti’nin nasıl bir performans göstereceğidir. AK Parti zaten bir süredir büyükşehirlerde muhalefet karşısında zemin kaybediyor. 31 Mart, AK Parti’nin bu eğilimi tersine çevirip çeviremediğini göstermesi bakımından mühim bir gösterge olacak. 2019’dakine yakın veya AK Parti aleyhine daha karanlık bir tablo oluşursa, CHP elindeki büyükşehirleri korumakla kalmayıp bunlara birkaç tane daha eklerse, seçim sonrası bütün hesapların yeniden yapılması mecburiyeti doğar.
Tabii büyükşehirler denince herkesin aklı fikri, gözü kulağı İstanbul’a kayıyor. İki sebepten. Bir, İstanbul’daki sonuç Türkiye’nin yakın gelecekteki siyasi hayatına doğrudan tesir edecek. İki, İstanbul’un AK Parti ve Erdoğan’ın hikâyesinde özel bir yeri, sembolik bir kıymeti var.
Erdoğan, bu nedenle, İstanbul’da aşırı bir güç kullanıyor. Bakanlıklar ve bakanlar, âdeta AK Parti’nin İstanbul adayı Kurum’un emrine amade kılınmış. İmamoğlu’nun Kurum’la değil, Erdoğan ve kabinesiyle mücadele ettiğine dair bir kanaat kamuoyunda yerleşmiş.
En güçlü iki kişiden biri
Doğrusu, ahlâkiliği bir yana, bu siyaseten ne kadar doğru bir stratejidir, tartışılır. Evet, AK Parti seçimlerden zaferle çıkarsa bir sorun olmaz. Çünkü herkesin gözünü diktiği bir yerde alınacak galibiyet bütün tuhaflıkların üstünü örter ve kısa bir süre sonra bu absürtlükler unutulur gider. Ama ya tersi olursa? Ya seçmen İmamoğlu derse?
O vakit bu seçim sadece İmamoğlu’nun Erdoğan’ı üçüncü kez yendiği bir seçim olmakla kalmaz; aynı zamanda post-Erdoğan dönemi için adı geçen isimlerin yıprandığı bir seçim olur. Meselâ seçimlerin güvenliğinden sorumlu İçişleri Bakanı’nın sokak sokak dolaşıp Kurum için oy istemesi daima karşısına çıkartılır. Yakıcı bir dış politika gündemiyle meşgul olması gereken Dışişleri Bakanı’nın bir gün İstanbul’da Kurum’un, diğer gün Ankara’da Altınok’un kampanyasının figüranı olarak kullanılmasından esefle bahsedilir.
Yani Kurum kaybederse, bu isimler de harcanmış olur. Kamuoyunda onlara dair müspet algı zedelenir. İmamoğlu ise, böyle bir senaryoda yalnızca İstanbul’u kazanmış olmaz. Bütün bakanlara tek başına karşı koyduğu ve hepsini alt etmeyi başardığı için galibiyetine daha büyük bir değer atfedilir. Bir başka ifadeyle, İmamoğlu mevcut şartlarda sandıktan çıkarsa, bu başarı onu 2028’e giderken bir taraftan muhalefetin tartışmasız lideri kılar, diğer taraftan da Türkiye siyasetinin en güçlü iki aktöründen biri haline getirir.
CHP sayesinde değil, CHP’ye rağmen
CHP’ye gelince; araştırmalar büyükşehirlerde durumunun iyi olduğuna dair sinyaller veriyor. Başlıca üç sebebe bağlanabilir bu durum. İlki, CHP’li belediyelerin yönetimini üstlendikleri şehirleri yönetme becerisi göstermeleridir. Halkın belediye başkanlarından memnuniyet düzeyi hep belli bir seviyede kaldı. CHP, SHP’nin 1989 başarısının ardından yerel yönetimlerde yaşadığı türden bir siyasi facia yaşamadı.
İkincisi, büyükşehirlerde AK Parti’ye olan desteğin giderek düşmesidir. Bu düşüşün birçok kaynağı var: İktidarın da kabul etmek zorunda kaldığı hayat pahalılığı, yolsuzluk-rüşvet iddialarının yaygınlığı, sivilliğin geri düşmesine mukabil devlet-partisi/bürokrat partisi kimliğinin baskınlaşması ve YRP fenomeni, bu kaynakların önde gelenleridir. Görünen o ki AK Parti bu düşüş kaynaklarını kurutabilecek bir siyasi maharet geliştiremedi.
Üçüncüsü de, büyükşehirlerde muhalif seçmenlerin AK Parti karşıtlıklarının devam etmesi ve hattâ daha bir bilenmesidir. Seçmenlerdeki karşıtlığın keskinliğinden ötürü, muhalif cephede partiler birbirlerinden ayrılsalar da bu ayrışma seçmende aynı düzeyde yaşanmıyor. Muhalif seçmen iktidara karşı birlikteliğini muhafaza etme iradesi gösteriyor, bu da onu en güçlü karşı adayı desteklemeye yöneltiyor.
Büyükşehirlerde CHP’li adayların kazanma olasılığını büyüten en önemli dinamiğin bu olduğu söylenebilir. İstanbul’da İmamoğlu, Ankara’da Yavaş, Adana’da Karalar ve Mersin’de Seçer, CHP dışındaki seçmenlerden de oy alabildikleri için bitiş çizgisine yakın durabiliyorlar.
Dolayısıyla 31 Mart’ta CHP, gerçekte sahip olduğundan daha fazla oy oranına ulaşabilir. Umarım CHP yönetimi, bunu kendi çizgisinin bir başarısı olarak sayma gafletine düşmez. Çünkü eğer büyükşehirlerde beklendiği gibi bir başarı elde edilirse bu, CHP sayesinde değil, çoğu yerde CHP’ye rağmen gerçekleşen bir başarı olur.