Borrell raporu ülkemize bir el uzatmaktadır. Özellikle 2017’de ve sonrasında patlayan Doğu Akdeniz krizinin yarattığı güvensizlik ortamının yavaş yavaş dağılmakta olması neticesinde donmuş olan ilişkileri adım adım buzdolabından çıkarmaya yönelik olan bu önerilerin iddialı olmaması mevcut şartlarda şaşırtıcı değildir. Bakalım iktidar Borrell raporunu nasıl karşılayacak. Şimdi gelecek aşama 10 güne kadar yapılacak AB zirvesinde bu raporun benimsenip benimsenmemesidir. Benim endişem, önerilerin iktidar tarafından reddedileceği yönündedir. Umarım yanılırım ve pragmatik bir yaklaşım hakim olur. Burada sanırım Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a önemli görev düşüyor.
Kısa bir tatil nedeniyle yazılarıma ara vermeden önce AB Komisyonunun 2023 Türkiye raporunu bu sütunlarda (13 Kasım 2023) incelemiş ve ülkemizin AB’den her alanda uzaklaşmakta olduğuna bu raporda dikkat çekildiğini üzüntü ile kaydetmiştim.
Ancak, iktidarımız genelde Batıya, özelde de AB’ne sırtını azimli bir şekilde çevirmekte kararlı ise de, AB yine de zaman zaman elini uzatmaya teşebbüs etmektedir. Ülkemizin stratejik konumu ve onun neticesinde AB için ekonomik ve askeri alanda her şeye rağmen değerli bir ortak olması tüm sıkıntılara rağmen havluyu atmasına mâni olmaktadır. Aslında, iktidarın bu uzatılan eli görmezden gelmesi bence şaşırtıcı değildir. AB’nin normalleşme tekliflerinin başta Kıbrıs sorununun BM parametreleri çerçevesinde çözümüne doğru ilerlenmesi gibi iktidar için kolay kolay hazmedilemeyecek şartlara bağlı olmasının dışında özellikle 2018’den sonra inşa edilen yönetim sistemi, demokrasi ile hukukun hiçe sayılması AB ile bütünleşmenin karşısındaki en büyük engellerdir. AB ile ilişkilerin normalleşmesi, 2018 yılından bugüne inşa edilen tek adam rejiminin hiç değilse kısmen gevşetilmesini ve uluslararası normlara geri dönülmesi iradesinin gösterilmesini gerektirmektedir. Oysa iktidarın öyle bir niyeti olmadığı, tersine tek adam rejimini ebediyete kadar sürdürme arzusunun her şeyin üstünde geldiği her gün görülmektedir. Dolayısıyla AB ile yapılacak şeylerin limiti bellidir. Tam üyeliğe yol açacak müzakerelerin rejim değişikliği olmadıkça yeniden başlaması boş bir hayaldir. Nitekim, raporda 2018 yılında AB Konseyi tarafından kabul edilen sonuç bildirisinde ülkemizin her açıdan AB’den uzaklaşmakta olması nedeniyle katılma müzakerelerin o tarihten itibaren askıya alındığı, şartların değişmemiş olduğu da hatırlatılmaktadır. Rapor Konseye katılma müzakerelerini yeniden başlatma önerisinde bulunmamaktadır.
Arzu edilebilecek en iyi şey, komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesidir. O dahi aşağıda açıklamaya çalışacağım gibi şartlara bağlıdır.
Geçtiğimiz günlerde, AB Komisyonu ve Dışişlerinden Sorumlu Yüksek Temsilci Josep Borrell 29-30 Haziran 2023 tarihlerinde AB Zirvesi tarafından verilen talimata uygun olarak ülkemizle ilişkilerdeki durum (state of play) hakkındaki tespitlerini ve bunlara dayanarak bazı öneriler içeren bir rapor yayınladı. Çeşitli dolandırıcılık skandallarının gündemi işgal ettiği bir anda yayınlanan bu rapor şaşırtıcı olmayan bir şekilde fazla dikkat çekmedi. Zaten çok da heyecan verici içerikleri olduğunu söylemek mümkün değil. Yine de, ülkemizde niyet iyi olsaydı, faydalı bir yol haritası içermekte olduğu kesin.
Rapor çok uzun değil. 18 sayfadan ibaret. İlk sayfalar, önceki yazımda incelediğim Komisyonun 145 sahifeyi bulan yıllık Türkiye raporunun içeriğinin güncellenmiş bir tekrarı sayılabilir. Benim dikkatimi çeken en önemli nokta, mevcut Gümrük Birliğimizin işleyişinde makamlarımızın sebep olduğu sapmaların son zamanlarda azalmakta olduğunun belirtilmesidir. Bunlar şüphesiz sessiz sedasız atılan bazı iyi niyetli olumlu adımlardır. AB’nin kendisinin de dört yıldır dondurulmuş olan bazı finansman kaynaklarını Şubat ayı depremlerinin de etkisiyle açmakta olduğunu, çevre dostu yatırımlara yönelik olarak 2 milyar avroya ulaşabilecek yeni bir enstrümanın da 2023 yılı içinde yürürlüğe konduğunu vurgulaması önemli bir pozitif işaret sayılmalıdır.
Ne yazık ki pozitif tespitler çok fazla değil. Raporda Yunanistan’la ilişkilerin depremlerin etkisiyle yumuşamakta olduğuna, örneğin Yunan hava sahasını ihlal eden ve Yunan topraklarının üzerinden yapılan askeri uçuşlara son verildiği, Yunan adalarının egemenliği hakkında tehdit edici söylemin terk edildiği, Kıbrıs açıklarındaki tartışmalı sularda 2021 yılından bu yana araştırma yapılmadığı memnuniyetle belirtilmektedir. Buna karşılık dış politika hedeflerinde ayrışmadan bahsedilmekte, özellikle Kıbrıs konusunda BM parametrelerinin altını oymaya yönelik, KKTC’nin tanınması gayretlerine hız verdiği, Maraş’ta tek taraflı eylemlere devam ettiği gibi hususlara dikkat çekilmekte, ancak bazı alanlarda güven artırıcı önlemler alındığı yine memnuniyetle belirtilmektedir. 18 sayfalık raporun 2,5 sayfasının Kıbrıs ve Türk-Yunan ilişkilerine ayrılmış olması bu alanlarda ilerleme sağlanmadıkça Türkiye-AB ilişkilerinde pek fazla ileri gidilemeyeceğinin açık bir göstergesidir. Ne yazık ki ülkemizi yönetenler nerede ise 40 yıldır gerçekleri görmezden gelip Kıbrıs sorununun Türkiye-AB ilişkilerinden ayrı olduğunu papağan gibi tekrarlamakta ve hüsrana mahkûm olmaktadırlar. Bu alanda gelişme beklemek korkarım beyhude bir beklenti olacaktır.
Diğer dış politika alanlarında da hem övücü, hem eleştirel ifadeler kullanılmaktadır. Ukrayna savaşında ülkemizin oynadığı kolaylaştırıcı rol övülmekte, buna karşılık Rusya ile ticari ilişkilerinin gelişmesinin yaptırımları delme tehlikesini yarattığı, İsveç’ın NATO üyeliği konusundaki tutumun de olumsuz yorumlandığı ifade edilmektedir. PKK’ye karşı Kuzey Irak’ta yürütülen operasyonların Irak hükümeti tarafından kuvvetle takbih edildiği, AB’nin de terör örgütü olarak gördüğü PKK’ya karşı mücadelenin bölge ülkeleri arasında iş birliği içinde yürütülmesi gerektiği görüşünde olduğu ifade edilmektedir.
Dış politika alanında kullanılan ifadelerin belki en çarpıcıları Gazze krizi ile ilgili olanlarıdır. Ülkemizin Hamas saldırılarını terör eylemi olarak tanımlamamasının ve Hamas’ı desteklemesinin AB ortak tutumunun tamamen hilafında olduğu, bununla birlikte insancıl yardımlara ve iki devletli çözümü desteklemeye devam ettiği raporda kaydedilmektedir. İktidarın Hamas’a verdiği koşulsuz desteğin hem batı dünyasıyla, hem de Hamas’ı ve onun kökenini teşkil eden Müslüman Kardeşleri kendileri için tehdit olarak gören çoğu Arap ülkeleriyle ilişkilerimizde yeni bir baş ağrısı kaynağı olacaktır.
Raporun göç ile ilgili bölümü tahmin edilebileceği üzere epey kapsamlıdır. Ne yazık ki AB ile bütünleşme gayretlerimiz sekteye uğradığından bu yana yasadışı göçe karşı mücadele ilişkilerimizin en somut konusu olmaya devam etmektedir. Raporda son yılların gelişmelerine, Geri Kabul Anlaşmasının işleyen ve işlemeyen noktalarına işaret edildikten sonra havayoluyla yasa dışı göçü önlemek için makamlarımızın havaalanlarında almaya başladıkları tedbirlere ve diğer işbirliği yöntemlerine olumlu ifadelerle yer verilmektedir.
Görüldüğü üzere raporun bulgular bölümünde Yüksek Temsilci Borrell eleştirilerin yanında mümkün olan her seferde olumlu ifadeler de kullanmaktan çekinmeyerek olabildiğı kadar dengeli bir yaklaşım sergilemeye çalışmaktadır.
Raporun sonuç ve öneri bölümünde Türkiye-AB ilişkilerinin geliştirilmesinin karşılaştığı engeller arasında Kıbrıs’ta iki devletli çözüm iddiası, Hamas’a verilen destek, AİHM kararlarının uygulanmaması gibi konuların önemli yer teşkil ettiği ifade edilmekte, bununla birlikte Kıbrıs sorunu dahil tüm alanlarda diyalog yürütülmesinde AB’nin stratejik çıkarlarının olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu çerçevede Haziran 2021’de önerilen kademeli, orantılı ve geriye dönüşe açık bir yaklaşım yeniden masaya getirilmekte ve son zamanlarda Yunanistan ile Kıbrıs ile ilgili yumuşamanın da etkisiyle Doğu Akdeniz krizi nedeniyle 2019’da dondurulan yüksek düzeyli diyalogun gerek siyasi, gerek Ekonomi, Enerji ve Ulaştırma gibi alanlarda yeniden başlatılması, Türkiye Dışişleri Bakanının gerekli hallerde (when relevant) AB Gayrı Resmi Toplantılarına davet edilmesi gibi öneriler yapılmaktadır. Tabii Bakanların 20 yıl boyunca her dönem başkanlığında en az birer defa davet edildiği, diyalogun ise ilişkimizin başından beri bir parçası olduğu hatırlandığında bunların pek heyecan verici fikirler olmadığı sonucuna varılacaktır. Üstelik, Doğu Akdeniz’de gerginliğin tekrar başlaması halinde bunlar da yapılmayacaktır. Diğer taraftan 2000-2005 yılları arasında her dönem başkanlığının, yani yılda iki defa Türkiye Başbakanı AB zirvelerine katılma davetlerinin bu defa Cumhurbaşkanı için önerilmediği dikkat çekmektedir. Bu da AB’nin mevcut iktidarla yapılabilecek olumlu şeylerin sınırlı olduğunun teyidi olarak görülmelidir.
Gümrük Birliğinin modernizasyonu ile derinleştirilmesi yıllardır Türkiye’nin AB’den taleplerinin başında gelmektedir. Gerçi şahsen tarım, hizmetler ve kamu alımlarında AB ile rekabetçi ve saydam bir düzenlemenin içinde bulunduğumuz ortamda kurulmasının hem iç siyasi hem de ekonomik nedenlerle pek mümkün olmadığına inananlardanım. Dolayısıyla bu müzakereler başlarsa bir neticeye ulaşmaları bana zor görünmektedir. Bununla birlikte olumlu bir sembol teşkil edeceklerine de şüphe yoktur. Ancak mevcut Gümrük Birliğinin tarafımızdan tek taraflı olarak Kıbrıs’a uygulanmaması gibi nedenlere AB Konseyi 2016 yılından bu yana Komisyona müzakere yetkisi vermemektedir. Raporda Kıbrıs engelinin aşılmamış olmasına karşın, müzakere talimatı üzerinde AB içindeki görüşmelerin yeniden başlatılması önerilmektedir. Bu tabii müzakerelerin bizimle kısa zamanda başlayacağı anlamına gelmemektedir. Yine de pozitif bir adım sayılmalıdır.
Diğer önerilerin bir kısmı yine göç sorunu ile ilgili olup, Türkiye’ye geri kabul konusunda bazı yükümlülükler getirmekteler. Yine de bu alanda hem mali hem teknik yardımların devam edeceği anlaşılmaktadır. Türkiye ve KKTC üzerinden Güney Kıbrıs’a yapılan yasa dışı göç sorununa da dikkat çekilen bu önerilerin dolaylı bir şekilde de olsa makamlarımızı G. Kıbrıs makamlarıyla bir diyalogu zorlamaya yönelik olmaları pek şaşırtmaz.
Ancak raporun bende acı bir gülümsemeye yol açan son önerisi vize kolaylaştırılması ile ilgi olanıdır. Rapor üye ülkeler arasında öncelikli bazı sınıflarda yer alan (iş adamları, öğrenciler, AB ülkelerinde yakınları bulunanlar) Türk vatandaşlarına vize itasını kolaylaştırma çalışmalarının başlatılmasını önermektedir. Ülkemizden AB’ne yasa dışı göçün patladığı bir dönemde kolaylaştırma işinin de o kadar basit olmayacağı akla gelmektedir.
Bu öneri beni neden acı acı güldürdü diye soranlara şu cevabı vereyim: Bundan tam 14 yıl önce hasbelkader AB Nezdinde Büyükelçiyken, Komisyon aynı öneriyi yapmıştı. O zaman Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Ahmet Davutoğlu biraz da yanlış yönlendirilmesinin etkisiyle bu öneriyi elinin tersiyle reddetmiş, kolaylaştırma yerine serbestleştirme üzerinde ısrar etmiş, konu 5 yıl kadar rafa kalkmış sonra Geri Kabul Anlaşmasına paralel olarak vize serbestini sağlayacak taahhütlere Davutoğlu imza atmış, ancak Türkiye’de olumlu bir hukuk devrimi gerektirecek bu taahhütler yerine getirilemediği için mevcut durum bizi bugünlere taşımıştır. Oysa Komisyonun 14 yıl önce masaya getirdiği kolaylaştırma teklifi zamanında kabul edilseydi belki bugün vize sorunu tümden çözülmezdi ama bugünkü vahim boyutlara ulaşmazdı.
Son zamanlarda yapılan bazı açıklamalardan makamlarımızın 14 yıl gecikmeyle kolaylaştırma yolunu deneyecekleri izlenimini ediniyorum. Çok vakit alacak bir süreç olmakla beraber, adım adım gidilmesi hiç yoktan iyidir.
Neticede Borrell raporu ülkemize bir el uzatmaktadır. Özellikle 2017’de ve sonrasında patlayan Doğu Akdeniz krizinin yarattığı güvensizlik ortamının yavaş yavaş dağılmakta olması neticesinde donmuş olan ilişkileri adım adım buzdolabından çıkarmaya yönelik olan bu önerilerin iddialı olmaması mevcut şartlarda şaşırtıcı değildir. Bozulmuş olan güvenin yeniden tesisi kolay değildir. Maalesef iktidarımız da İsveç’in NATO üyeliğini sürüncemede bırakmak, Hamas’a arka çıkmak gibi eylemlerle güvenin tesisini kolaylaştırmıyor.
Benim uzun yıllar süren AB tecrübesinden edindiğim sonuç, AB’nin önerdiklerini kabul edip, sonradan daha fazlasını istemenin en akılcı yol olduğudur. Bunu da rahmetli Özal tam üyelik müracaatında bulunup da, ilk önce Ortaklık Anlaşmamızın öngördüğü Gümrük Birliğinin tamamlanması gerektiği cevabını aldığında, bu öneriyi reddetmemesinde ve neticesinde gördük. Özal Gümrük Birliğini tamamlama önerisini kabul etmeseydi ve hayatta olduğu dönemde hazırlıklarını başlatmasaydı, 1999 yılında aday olmamız çok daha zor olurdu. Gerçi adaylık statümüzü de iyi değerlendirdiğimiz söylenemez tabii.
Bakalım iktidar Borrell raporunu nasıl karşılayacak. Şimdi gelecek aşama 10 güne kadar yapılacak AB zirvesinde bu raporun benimsenip benimsenmemesidir. Benim endişem, yukarıda izah ettiğim nedenlere, yani AB ile diyalogun somut netice verebilmesi için ülkemizin yönetim biçiminin Avrupa ve evrensel normlara yaklaşması gereği karşısında, önerilerin iktidar tarafından reddedileceği yönündedir. Umarım yanılırım ve pragmatik bir yaklaşım hakim olur. Burada sanırım Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a önemli görev düşüyor.
Bu konu ile ilgili olarak ilginç bir durum var. Borrell raporunun karşılaştığı ilgisizliğe nadir istisnalardan biri deneyimli gazeteci Zeynep Gülcanlı’nın “Ekonomim” gazetesinde yayınladığı ve “Serbestiyet”in iki gün önce iktibas ettiği yazıdır. Bu yazıda dikkat çektiği Dışişleri Bakanının Borrell raporu hakkındaki sessizliğine karşı Hazine ve Maliye Bakanının aynı rapor hakkındaki övücü ifadeleridir. Umarım Dışişleri Bakanının sessizliği koalisyon hükümetlerinden beri pek alışmamış olduğumuz iki bakan arasında görüş farklarından değil, yoğun çalışma ve seyahat temposu içinde konuya henüz vakit ayıramamış olmasından kaynaklanmaktadır.