27 Mart 1994 yerel seçimlerinde birçok belediye başkanı değişmiş ve Cumhurbaşkanı Erdoğan da İstanbul büyükşehir Belediye Başkanı olarak seçilmişti. İstanbul iline, dolayısıyla Büyükşehir sorumluluk alanına bağlı belediyelerden biri de sonradan Yalova iline bağlanacak olan Çınarcık belediyesiydi. 6 Haziran 1995’te Yalova il olunca Çınarcık belediyesi de Yalova’nın ilçesi olacaktı.
1994 yılı Ekim ayında Çınarcık Belediyesi sınırlarında yer alan ve Kocadere olarak bilinen bölgedeki inşaat faaliyetleriyle ilgili hararetli bir Belediye Meclisi toplantısı yapılıyordu. 1999 Marmara depremi sonrası adını sıkça duyacağımız, bana göre ise günah keçisi ve öfkenin yönlendirildiği kişi olan Veli Göçer ile ortaklarının önceki belediye yönetiminden aldıkları ruhsatlar -zemin zayıf olduğu için- bodrum katlı ve üzerinde 5 kat olan binalar yapmak içindi. Ancak belediye meclis toplantısında binaların 6 kat inşa edilmesi nedeniyle ne yapılacağı tartışılıyordu.
Çınarcık Belediye Başkanı, Kocadere’de ruhsatsız olarak 6 kat inşa edilen yapıların (Çamlık Sitesi ve Kocadere Sitesi) izninin kendisi tarafından verilmediğini, 7 aydır görevde olduğunu ve zaten yapılmış olanlara para cezası uygulayarak izin verilmesini ve bir daha böyle yapılara izin verilmemesini öneriyordu.
Çınarcık sakinleri Bayındırlık ve İskân Bakanlığına şikâyette bulunuyorlar. Çınarcık Belediye Meclisi 13 Ekim 1995’te tekrar toplanıyor. Belediye Fen İşleri Müdürü, belediyenin imar planı koşullarının düzeltilebileceğine dair meclis üyelerini bilgilendiriyor. Belediye Meclisi, tartışmalı geçen görüşmeler sonucunda belediyenin birçok imar planının düzeltilmesi talebini “haklı” buluyor. Bakanlık Yalova Valiliğini, Çınarcık Belediyesinin, Şehircilik Hakkında Yönetmeliğe aykırı inşa edilen yapılara karşı gerekli yasal tedbirleri alması konusunda talepte bulunmaya, söz konusu belediye tarafından alınan tedbirlere uymaya ve şikâyetçi Çınarcık sakinlerini de bilgilendirmeye davet ediyor. Çınarcık Belediye Meclisi, 7 Ekim 1996 tarihinde, daha önce inşa edilen binalar için kat sayısının beşten altı kata çıkarılmasına izin verilmesini kabul ediyor.
Bakanlık, 30 Mayıs 1997 tarihinde, söz konusu yapılar ve gayrimenkul müteahhitleri hakkında, Yalova Valiliğinden, İmar Kanunu’nun 32. ve 42. maddelerinde öngörülen tedbirlerin acilen alınması talebinde bulunuyor. Yalova Valiliği, 18 Ağustos 1997 tarihinde, bu yöndeki kararın söz konusu belediyeye iletilmesine rağmen, belediyenin herhangi bir tedbir almaktan sakındığı yönünde Bakanlığa bilgi veriyor. Bakanlık, 15 Eylül 1997 tarihli bir yazıyla Yalova Valiliğini, belediyenin bu kararlara uyması için ve İmar Kanunu uyarınca hükümlere riayet etmeyenlere karşı tedbirlerin alınmaması nedeniyle son kez uyarıda bulunması için davet ediyor.
Bakanlık, 15 Ekim 1998 tarihinde, özellikle Yalova Valiliğine, İmar Kanunu’nun 32. maddesinin, inşaat ruhsatına uygun olmayan yapıların yasallaşması için imar planının düzeltilmesine imkân sağlamadığını, ancak aksine bu yöndeki eksikliklerin giderilmesini zorunlu kıldığını hatırlatıyor.
Yazışmalar devam ediyor ancak bir türlü yaptırım uygulanmıyor veya binaların inşasının durdurulması mümkün olmuyor. Binalar yapı kullanma izin belgesi olmadan satılıyor, satın alanlar veya kiracılar ikamet etmeye başlıyorlar binalarda.
17 Ağustos 1999’da 7,4 büyüklüğünde deprem meydana geliyor ve resmi rakamlara göre 17.480 kişi ölüyor ve 43.953 kişi yaralanıyor. 13.600 bina, yani 285.211 ev ve 42.902 işyeri yıkılıyor. Çınarcık ilçesinde on tanesi Çamlık sitesi ve Kocadere sitesi olarak adlandırılan bölgelerde yer alan on yedi bina yıkılıyor. Bu sitelerde, ikamet yerlerinin yıkılması nedeniyle 195 kişi hayatını kaybediyor ve yüzlerce kişi yaralanıyor.
B. Akan ve M. Özel’in anneleri olan Seher Özel, Ş. Yüce’nin (Ergüden) ebeveynleri Mehmet ve Şadiye Yüce, A. ve M. Kılıç’ın oğulları Hasan Kılıç, İ. ve G. Erdoğan’ın oğulları Kazım Erdoğan ve S. Çakır’ın oğlu Can Çakır, depremin meydana geldiği sırada bulundukları Çınarcık bölgesinde ikâmet yerlerinde göçük altında kalıyorlar. S. Çakır da on saati aşkın bir süre boyunca göçük altında kalıyor. Ş. Yüce (Ergüden) yaralanıyor, ancak kızını göçük altından kurtarabiliyor. B. Akan’ın kızı ise, saatlerce göçük altında kalıyor.
Üst paragrafta belirtilen aileler yargıda haklarını arıyorlar ve yıllar süren mücadelelerini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) kadar taşıyorlar. Vefat eden 195 kişiden kalanların aileleri ve depremde tüm bölgede vefat eden resmi rakamlara göre 17.480 kişi ve yaralanan 43.953 kişinin ailelerinin çok çok büyük çoğunluğunun nefesi bu maratona yetmiyor. Hukuk mücadelesinin maalesef maddi külfetleri de azımsanmayacak ölçüde fazla. Kayıplara Allah’tan rahmet, yakınlarına dinmediğini çok iyi bildiğim acıları için sabır ve başsağlığı diliyorum ve hukuk mücadelesine devam edenlere şükranlarımı sunuyorum. Bizler de bu sayede hukuk mücadelesi sürecinde neler olup bittiğini, ülkemizde yargıda hak aramanın nasıl bir çile olduğunu, devletin yaşam hakkını koruma yükümlülüğünün önemli bir parçası olan sorumlulardan hesap sorulması noktasında ne kadar isteksiz olduğunu AİHM kararından öğrenebiliyoruz. Buraya kadar yazdıklarımız da AİHM kararındandı ve 17 Kasım 2015 tarihli M. Özel vd./Türkiye kararının tamamının mutlaka okunmasını öneriyorum (https://hudoc.echr.coe.int/eng#%7B%22itemid%22:%5B%22001-160412%22%5D%7D ).
İlk adli işlem 24 Ağustos 1999 tarihinde Yalova Cumhuriyet Savcısının teknik bilirkişiler ve Emniyet Müdürlüğü’nde görevli polis memurları ile birlikte Çınarcık’a gitmesiyle başlıyor. Süreçte çok sayıda bilirkişi raporu düzenleniyor. Bilirkişi raporlarının bazıları hukuk mücadelesi veren kişilerin talepleri veya suç duyuruları, mücadeleleri sayesinde alınıyor. İlk rapordan sonrakiler daha geniş zamanda hazırlanan ve daha kapsamlı raporlar. Tamamını dikkate alarak teknik bilirkişi raporlarında tespit edilen problemleri sıralayalım ama teknik detaylardan çok uzmanlık gerektirmeden herkesin görüp anlayabileceği konulara değinelim.
Kamuoyunda en yaygın bilinen problem betonda midye kabuklarının görülmesiydi. İncelenen sitelerde de betonda midye kabuklarının bulunduğu, yapının inşa edilmesi sırasında kullanılan malzemenin özünde deniz kumu olduğu ve dolayısıyla çimentonun bağlayıcı etkisini kaybettiği tüm raporlarda tespit edilmiş. Gözle görülebilen ve uzmanlık da gerektirmeyen bu tespiti inşaatı kontrol etmekten de sorumlu hiçbir idari birim görememiş!
Beton granülometrisi etkin değil demiş bilirkişiler, beton içindeki kum ve çakıldan oluşan agrega boyut dağılımının uygun olmadığını söylemek istemişler. Agrega temizlenmemiş, neredeyse denizden çıktığı gibi kullanılmış. Çimento olması gerekenden az kullanılmış. Beton içindeki donatının, yani demirin betonla kaynaşmamış olduğunu belirtmişler, paspayları da yeterli değilmiş. Etriye dediğimiz ve halk arasında halka diye de adlandırılan demirler ortalama 40 cm’de bir yerleştirilmiş ve kanca yapılmamış. Demir yerleşiminde hiçbir düzen yokmuş.
Bence en önemli sorunlardan biri sonraki bilirkişi raporlarında yer alan bodrum katın yükseltilmiş olması. Zemin zayıf olduğu için bodrum katlı tasarlanmış binalar. Müteahhit bodrum katları yükseltmiş ve temel bitkisel toprak seviyesine kadar yukarı çıkmış, yani gömülü olması gereken bina temelleri neredeyse gözle görülüyor. Müteahhit bu sayede genelde dükkân yapmış yükselttiği bodrumları veya daha değerli daireler elde etmiş satmak için. Bir kat da yukarıdan artırmış ki bunu Belediye Meclisi tartışmalarına atıf yaparken de belirtmiştik. Özetle 5 kat planlanmışken fiilen 7 kat yapılan binaların sadece üstteki bir kat fazlasını görebilmiş yetkililer ve görebildikleri bu fazlalığa da onay vermişler. Kalan aksaklıkları görememişler!
Özetle, hiçbir teknik denetim yapılmadan binalar inşa edilmiş. Belediye inşaat çalışmalarını hiç durdurma gereği de duymamış. Bilirkişilerin bir bölümü, bunca aksaklığa rağmen bina inşaatı hiç durdurulmadığına göre acaba yüzeysel temel için ruhsat değişikliği söz konusu olabilir mi diye araştırılmalı diye düşünüp raporlarına yazmışlar. Uzaktan bakarak dahi projelere uyumsuzluğu anlaşılan bina inşaatlarının kâğıt üzerinde her aşamada projeye uygun bulunmuş olmasını anlayamamışlar. Bir de etrafındaki binaların çoğunluğu 2 kat iken bu binaların neden 7 kat olduğunu da anlayamamış bilirkişiler. Bilirkişilerin cümleleri şu şekilde: “Çekilen fotoğraflar, aynı bölgede olan binaların zeminden itibaren yedi kat ve diğerlerinin ise iki kat olduklarını göstermektedir. Dolayısıyla, mimari eşitsizliğin nedenlerini ve hangi yönetmeliğin uygulandığını araştırmak gerekir.”
Bunlara şaşıranımız var mı? Bir parantez açıp günümüze gelelim ve uzağa değil Başkent Ankara’nın Çukurambar semtine bakalım. Yaşım müsait olduğu için batak balçık olarak hatırladığım arazide 10 kat yapılara nasıl izin verildiğini hayretle karşılamıştım 2000’li yılların başında. Şimdi çoğunluğu on katlı konut yapılarının arasındaki onlarca kattan oluşan başka yapıların nasıl yükselebildiğini de ilk deprem sonrasında mı tartışacağız? Hay Allah, nasıl olmuş diye deprem sonrasında mı soracağız?
Veli Göçer ve ortakları yanında binaların yapımında görev almış müteahhidin teknik personeli (fenni mesul, proje müellifi, şantiye şefi, vb.) hakkında yargı re’sen işlemler yapıyor. Bir bölümü tutuklanıyor, birkaç kez serbest bırakılıp tekrar tutuklanıyorlar, bir bölümü kaçıyorlar, yakalanamayınca zaman aşımından faydalanıyorlar. Bunlar şikâyete bağlı suçlar değil zaten. Yargı re’sen harekete geçmeli elbette. Ancak bir problem var. Yargımız hiçbir kamu görevlisi hakkında re’sen bir işlem yapmıyor. Kamu görelilerine kusur atfetmek, bir açıdan devlete kusur atfetmek olarak görülüyor anlaşılan. Bir diğer husus da her yol dönüp dolaşıp siyasi isimlere çıkınca tastamam bağımsız ve en tarafsız yargımızın fren mekanizmaları devreye giriyor anlaşılan.
AİHM başvurusunu da yapan aileler yargımızın re’sen işlem yaptıklarıyla birlikte Çınarcık Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Yalova Belediyesi ve Yalova Valiliğinde görevli olanların yıkılan binaların ruhsatından başlayarak yapımı ve sonrasında denetim görevini yerine getirmeyen, deprem sonrasında arama ve kurtarma faaliyetlerinde kusuru olanların belirlenmesi ve yargılanmaları için de suç duyurusunda bulunuyorlar. İdare görevlileri hakkında da adli işlem yapılabilmesi ve tazminat ödemeleri için öyle büyük gayret sarfedilmiş ki, AİHM kararından süreci okumak dahi yorucu oluyor ve okurken hafakanlar basıyor. Yargının re’sen işlem yaptıkları taksirle ölüme sebebiyet vermekten yargılanırken, idare görevlileri kanunlara da yazılmış olabilecek en pozitif ayrımcılık sayesinde görevi en fazla ihmalden yargılanabileceklerken, buna da izin verilmiyor. Hasbelkader verilen bir izin Danıştay’da kaldırılıyor. İzin vermeyenler hakkında da suç duyurusu ve şikâyetler yapılıyor, her biri sonuçsuz kalıyor. Sonraları yapılan ısrarlı başvurularda da “yapılacak herhangi bir işlem olmadığı” gibi yanıtlar veriliyor. Hele ki tazminat davalarından 60 gün açılmadığı gerekçesiyle reddedilenler saç baş yolduracak cinsten. Depremden sonra 60 gün içinde dava açılmasını beklemek ve haksız fiili salt idari işlem olarak görmek hukuken tarifsiz bir garabet.
Sonuç olarak tek bir idare görevlisi hakkında deprem nedeniyle adli işlem yapılmıyor. Başka bir gerekçeyle Çınarcık Belediye Başkanı ve Fen İşleri Müdürü hakkında işlem yapılıyor. Hangi gerekçe diye soracak olursanız Yalova Valiliğinin başlattığı işlemler ilerliyor, tabii bu arada iktidar da değişmiş oluyor, ne hikmetse yargı da hareketleniyor ve ceza veriliyor. Yalova Valiliği, ilgilileri, 1995 ve 1996 yılları arasında imar planlarını değiştirdikleri, yasadışı yapıların inşa edilmesine göz yumdukları, yapıların yıkılmasını sağlamadıkları ve dolayısıyla para cezası vermedikleri gerekçesiyle suçlamış. Yalova Asliye Ceza Mahkemesi, yasaya aykırı olarak imar planlarını değiştirdikleri, inşaat ruhsatlarına aykırı olarak yapılan şantiyelerin devam etmesini engellemedikleri, yasadışı olarak inşa edilen binaların bir kısmının yıkılmasını sağlamak amacıyla tedbirler almadıkları, böylelikle görevlerini kötüye kullandıkları gibi gerekçelerle toplamda Belediye Başkanı hakkında 35 ay hapis ve 1.100.000 TRL ağır para cezasına ve Fen İşleri Müdürü hakkında ise 10 ay hapis ve 250.000 TRL ağır para cezasına hükmediyor ancak bu cezaların ertelenmesine karar veriyor. Devletimiz diyor ki, ben istersem ve sadece benim suçlamamla devlet görevlileri yargılanabilir, ben istemeden cezaevine girmezler. Devlet istemezse ceza yargılamasında mahkûm edilmiş olsalar da aynı gerekçelerle yurttaşların suç duyuları hakkında soruşturma izni vermeyebiliyor. Biz de buna hukuk devleti diyoruz.
Çınarcık Belediye Başkanı 2004 yılına kadar görevinin başında ve yeniden aday da olmak istiyor. Ancak İçişleri Bakanlığı aldığı cezaları da gerekçe göstererek kendisini görevden alıyor. Belediye Başkanı “siyaseten linç edilmek istendiğini, dürüstlüğünün tartışılamaz olduğunu ifade ederek, 6 daire ve 2 işyeri satarak ayakta kalma mücadelesi verdiğini savunuyor ve yerel seçimlerin yaklaştığı şu günlerde, kendisini yıkamayacaklarını anlayan partilerin yıpratma kampanyası başlattıklarını iddia ediyor”.
Bir başka vurgulanması gereken garabet ise Yalova’da yıkılan binaların yargılamalarının güvenlik gibi gerekçelerle Konya’da yürütülmesi. Neden Konya’da itirazlarının dikkate alınmamış olması ve tüm yargılamayı Yalova’dan Konya’ya defalarca gelerek takip eden ailelerinin masraflarının karşılanması taleplerinin de karşılanmamış olması.
Aileler İl İnsan Hakları Kuruluna da başvurmuşlar. Davanın Konya’da görülmesinin hak ihlali olduğunu öne sürmüşler ve hiçbir kamu görevlisinin yargılanmadığından da şikâyet etmişler. Kurul, 6 Nisan 2004 tarihinde, insan hakları ihlaline ilişkin soruşturma ve değerlendirme komisyonunun ihtilaf konusu olaylar hakkında bir rapor düzenlediğini ve komisyonun davanın yer değiştirmesinin Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 14. maddesi gereğince zorunlu nedenlerden kaynaklandığını ve insan haklarının ihlalini teşkil etmediğini gözlemlediğini tespit etmiş. Dahası kurul, bu rapor tespitlerine göre, Danıştay tarafından sorumluluklarının söz konusu edildiği görevliler hakkında soruşturma izninin iptal edilmesinin ve yeniden dava açılmasının reddedilmesinin, insan haklarına aykırı olmadığının altını çizmiş. Kurul, yine bu rapora göre, şikâyetçilerin şikâyetlerini ileri sürebilmeleri için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurabileceklerini dile getirmiş. Nihayetinde AİHM de kararını vermiş ama İl İnsan Hakları Kurulu ile taban tabana zıt, kapsamlı hukuki argümanlarla açıklamalar yaparak ders niteliğinde bir karar vermiş AİHM.
AİHM kararı uzun uzun hukuki argümanları açıklıyor ve olması gerekenlere vurgu yapıyor. AİHM kararında yer alan içtihat niteliğindeki değerlendirmeler son derece önemli ve hukukçular, mağdurlar ve bu alanda çalışanlar için faydalı olabilmesi amacıyla ayrı bir yazıda paylaşılacak. Burada kararı kısaca özetlemekle yetineceğim.
AİHM diyor ki, devlet olarak binaların yapıldığı bölgenin deprem riskinin yüksek olduğunu biliyordun. Yaşam hakkını koruman gerekirdi, pozitif yükümlülüğün vardı. İnsanları risklere karşı korumalıydın. Bu pozitif yükümlülüğün bir de usul boyutu var ki, yükümlülüğe aykırı davranıp, işini yapmayan, ölümlere neden olanları tespit edip, sorumluluklarını tespit etmek üzere adalet önüne çıkarmalısın, etkili soruşturma ve kovuşturma yapmalısın. Yapmamışsın diyor AİHM. 75 sayfalık kararında neden yapılmadığını uzun uzun anlatarak ve içtihatlarını hatırlatarak yapmamışsın diye haykırıyor adeta.
Deprem olmuş, kriz hücreleri oluşturmuşsun ama kurtarma ve yardım komiteleri ile sivil savunma yetkililerin yeterince organize olmamış ve müdahalelerde gecikmeler yaşanmış diyor AİHM. Ne kadar acı değil mi? Gecikmeler kaç canın aramızdan ayrılmasına neden oldu? Annemiz, babamız, evladımız, kardeşimiz, dostumuz yitip gitti gecikmelerde.
Depremden sonra TBMM bünyesinde bir komisyon oluşturuluyor. Komisyon raporunun değerlendirme bölümüne atıf yapılmış AİHM kararında. Komisyon raporundan iç yakan bazı cümleler alıntılayayım:
“Toplum hayatını etkileyecek nitelikteki afetlerin meydana geldiği durumlarda, yetkinin/gücün kamu yöneticilerine ait olmasına rağmen, bu yöneticiler, söz konusu durumları yeterince kavrayarak, doğru kararlar verememişlerdir.
… uygulamada gecikmeler yaşanmıştır, zira büyük deprem riski taşıyan bölgeler olarak sınıflandırılan bu illerdeki yetkililerin, bu tür bir afet karşısında alınacak tedbirleri ya da depremin yaşanması durumunda her birinin görev ve yetkilerini belirleyen herhangi bir planları bulunmamaktaydı veyahut da böyle bir senaryoyu öngörmemişlerdir. Oysa söz konusu yetkililerin, bölgenin kritik durumunu ve daha kötü olasılıkları göz önünde bulundurarak hazırlanmaları ve etkili şekilde müdahale edebilmeleri [gerekirdi] (…). Kuşkusuz, kriz hücrelerinde yer alan kamu yöneticileri, çalışmalarını iyi niyet ve fedakârlıkla sürdürmüşlerdir. Bununla birlikte, bu yöneticilerin doğal afet için hazırlıklı olmadıkları, acil müdahale planı ve programlarının bulunmadığı ve bu tür bir plan ve programları olsa bile, afet korkusuyla meydana gelen şok nedeniyle bunları uygulayamadıkları tespit edilmiştir.
Kurtarma operasyonları sırasında etkili ve yeterli şekilde hareket etmeyen bir diğer organ, Sivil Savunma Genel Müdürlüğü’dür (…) Çok sınırlı sayıda (…), yaklaşık 110 kişiden oluşan sivil kurtarma ekipleri, 17 Ağustos tarihinde yıkılan 13.600 bina arasında kelimenin tam anlamıyla kaybolmuşlardır. Böylelikle, yıkıntıların arasından çıkarılabilecek olan çok sayıda insan çıkarılamamış ve hayatını kaybetmiştir. Şayet, kurtarma operasyonları sırasında, sivil kurtarma ekipleri, eğitim almamış olan tecrübesiz gönüllüleri yönlendirmek ve takip etmek amacıyla orada bulunsalardı, hemşerilerimizin [büyük bir kısmının] bugün hala hayatta olacağı kesindi.
İllerde ve bölgelerde imar planını düzenleyenler belediyelerdir. Ademi merkeziyetçilik adına belediyelere devredilen bu önemli yetkiler (…) siyasi amaçlar doğrultusunda kullanılmıştır (…) Yerel yöneticiler ve belediyeler, kendilerine verilen yasal yetkileri kötüye kullanmışlar ve şehirlerini beton yığınına dönüştür[müşlerdir].”
Bu dönemde 6 Şubat depremlerini araştırabilecek bir komisyon kurulabilecek mi TBMM bünyesinde? Yaşayıp göreceğiz.
AİHM kararında sonuç olarak deniyor ki, yargılamalar çok uzun sürmüş, idari mekanizmalar başta olmak üzere etkili yargı süreçlerin yok, sorumluları tespit edip etkili yargılama yükümlülüğünü de yerine getirmemişsin. Başvuran ailelerin haklarını ihlal etmişsin ve her birine 30 bin avro tazminat ile yargılama giderlerini ödemelisin diyor AİHM. Sadece Veli Göçer sorumlu olamaz, siz de sorumlusunuz ey devlet yetkisini kullananlar diye haykırıyor AİHM kararı. Karardan paragraf numaralarını belirterek birkaç alıntı yapmak istiyorum.
“170. Mahkeme, Sözleşme’nin 2. maddesinin, devlete yalnızca, kasten ölüme sebebiyet verilmesini engelleme zorunluluğu getirmediğini, aynı zamanda, kendi yargı yetkisi altında bulunan kişilerin hayatını korumaya yönelik gerekli tüm tedbirleri alma yükümlülüğü de getirdiğini hatırlatmaktadır. Mahkeme, bu yükümlülüğün, yaşam hakkını söz konusu edecek nitelikte, kamuya özgü olan ya da olmayan her türlü faaliyet bağlamında geçerli olduğu şeklinde yorumlanması gerekse bile, yaşam hakkının doğal bir afet ile tehdit edilmesi durumunda da geçerli olduğunu hatırlatmaktadır.
175. Oysa davaya ilişkin koşullarda, Mahkeme, depremin, söz konusu bölgeye uygulanması gereken, güvenlik ve inşaat ile ilgili standartlara uymayan binaların yıkılması nedeniyle insan hayatı bakımından feci sonuçlara yol açtığını tespit etmektedir. Bu bağlamda, söz konusu sorunu incelemekle yetkili olan ulusal mahkemeler önünde yürütülen davalar sırasında varılan tespitler dikkate alındığında, bu yapıları kontrol etmek ve denetlemekle görevli olan yerel makamların bu konuya ilişkin yükümlülüklerini yerine getirmediklerinin tespit edildiği görülmektedir.
189. … Benzer durumlarda, yetkili merciler, örnek olacak şekilde, özen ve çabukluk göstermelidirler ve bir yandan, bu tür bir müdahalenin meydana geldiği koşulları ve düzenleyici çerçevenin uygulanmasındaki eksiklikleri belirleyecek ve diğer yandan, ard arda sıralanan bu koşullar çerçevesinde herhangi bir şekilde olaya karışan devlet görevlileri ya da organlarının tespitini sağlayacak nitelikte resen soruşturmalar yürütmelidirler.”
“M. Özel ve diğerleri / Türkiye Davası” olarak adlandırılan kararın tarihi 17 Kasım 2015. Buradan sorularımızı yöneltelim ve hep birlikte düşünelim: Devlet yurttaşını yıllarca yargı kapılarında uğraştırmak için mi vardır? Neden enkaz altında ilk kalan hukuk olur? Yargımız -elbette siyasetin desteğiyle- neden re’sen incelemeler yapıp devlet kademelerindeki sorumluları tespit etmez ve etkili yargılamalar yapmaz? Biz devleti mindere çekemezsek her afette enkaz altında kalmaya mahkûm olmaz mıyız?
Binlerce bina yıkıp binlerce can alan deprem neden hiçbir makam koltuğunu yıkamıyor? Neden binalarımız da makam koltukları kadar afetlere dayanıklı yapılamıyor?
NOT: Hukukçu meslektaşlarım, mağdurlar ve ilgilenenler için devletin yaşam hakkının korunmasına yönelik yükümlülüklerini ve kamu görevlilerinin sorumlulukları konusundaki ilkeleri içeren AİHM içtihatlarını ayrı bir yazı kapsamında yayınlayacağım.