Geniş bir ailede doğdum. Benden biraz büyük teyze, hala, dayı çocukları abla, abi idi. Hatta yaşı yakın olan amcalar, dayılar abi, teyzeler, halalar abla idi. Henüz yedi yaşımdayken annem ve babam çocuklarını alıp Eskişehir’den İzmir’e göçtüler. Sonradan öğrendim ki, “çekirdek aile” olmuşuz.
Sonra, geç sayılabilecek bir yaşta evlendim. Bir kızım oldu. O yetiştikten sonra boşandık. “Ortada aile kalmadı” desem… Pek sayılmaz. Ortak bir kızımız olan hanımefendiyle pekâlâ medeni bir ilişkiyi —büyük ölçüde onun basireti sayesinde— yürütüyoruz.
Sadece bir ömür içinde yani, geleneksel büyük ailemizi parçaladılar, sonra geriye kalanı da imha ettiler. Bütün bunları muazzam bir dehayla planlayıp, görülmemiş bir maharetle tatbik eden Batılı şer güçler, bildiğiniz gibi, kızımı da lezbiyen yapma derdinde.
“Bildiğiniz gibi” diyorum, çünkü…
Ben zannediyordum ki, hayatın değişen şartları icabı oldu olanlar. Çok geç yaşlarda öğrendim işin aslını, bizden fena halde korkan Batılı düşmanların medeniyetimizi imha etmek için aile yapımızı bozduğunu. Siz benim kadar saf olamayacağınıza göre, muhtemelen zaten biliyordunuz olup bitenin bir kumpas olduğunu.
Zannediyordum ki, kırsalda, geçimlik tarım yapılıyorsa, oğullar, gelinler, torunlar bir arada yaşamak zorundadır. Aile geniştir yani, çünkü mecburiyettir. Aksi halde, yılın birkaç ayında yoğunlaşan emek ihtiyacını karşılayamazsınız, aç kalırsınız. Bir yandan hasat yapılacak, aynı anda pekmez kaynatılacak, süt sağılırken, her gün kümesten yumurta toplamaya devam edilirken yapılacak bütün bu işler. Kalabalık bir grup halinde yaşarsak bu işleri yapabiliriz. Kışın da hep birlikte doyabiliriz. Aksi halde sen aç, ben aç.
Ama şehre gelince, işler başka. Mesela 16. Yüzyılda bile, kırsaldaki aile büyüklüğü ile İstanbul veya İzmir’deki aile büyüklüğü aynı değildi. Buna yaslanarak, “geleneksel aile” diye bir şeyin mevcut olmadığını zannediyordum. Ne kadar safmışım. Ta o tarihlerden itibaren, şehirlerden başlayarak bizi zehirlemekteymişler.
Tabii bir mesele var. Binlerce yıldır, sadece bizde değil, sadece Anadolu’da değil, dünyanın hemen her yerinde, kırsaldaki aileler büyüktü. Bize düşmanlık edenler kimlerse onların da kırsaldaki aileleri büyüktü. Önce onların aileleri parçalandı. Yani bize yapacakları fenalıkları evvela kendilerine yapmışlar gibi görünüyor. Sonra zaten boşanmalar da önce onlarda arttı. Eşcinsellik önce onlarda görünürlük kazandı. Ve her geçişte, oralarda da buradakine benzer itirazlar dile getirildi. Oralarda da sayısız komplo teorileri imal edildi. Gitsek şimdi Fransa’nın dünyaya kapalı bir köyüne, yaşını başını almış insanlardan, “eskiden ne güzel şarap yapardık, şarabımızı satıp gül gibi geçinirdik, düzeni bozdular” diye yakınmalar işitmemiz galip ihtimal. ABD’de muhafazakâr yığınların yüksek sesle dile getirdikleri de benzer şeyler.
Düzeni bozan kimler? Cevap kişiden kişiye değişir. Herkesin şeytanı başka.
Değişimin olağanüstü bir hız kazandığı, kadının binlerce yıllık statüsünün birkaç nesil içinde tepetaklak olduğu bir dönemde, geniş yığınların korkuya kapılmasından daha tabii bir şey yok. Altında doğduğumuz, bizi fenalıklardan koruduğuna inandığımız, ebediyen orada durup duracağından şüphe etmediğimiz çatının parça parça uçtuğuna şahit olmak, açıkta kalmak, kolay iş değil. Başımıza gelenin iyi mi, kötü mü olduğunu, çatının aslında pek de işe yarayan bir şey olmayabileceğini, yağmurun da, rüzgârın da bereket olabileceğini filan düşünmek… Ancak gelecek nesillerin yapabileceği bir şey. Başına bu tür şeyler gelenler, “korkar”.
Babasında gördüğü dedesinde gördüğüne benzemeyen, kendi başına gelen ise ikisini de andırmayan sıradan bir insanın korkmasında, korkup sığınacak bir yer aramasında, bir yer bulamazsa bir masal aramasında anlaşılmaz bir şey yok. Benim derdim korkularıyla baş edemeyen sıradan insanlarla değil.
Bernard Lewis, What Went Wrong’un bir yerinde mealen diyor ki, “başka medeniyetler başları derde girdiğinde ‘bunu bize kim yaptı’ diye sordular, Türkler ise ‘nerede yanlış yaptık’ diye…” Haklı mıdır, doğru bir tespit mi yapmış, hüküm vermem zor. Haklı olduğunu kabul edecek olursak, “Türkler” derken işaret ettiği özne, herhalde Çorum’un veya Denizli’nin köylüğünde geçimini çıkarmaya çalışanlar değildi, Osmanlı bürokratik elitiydi. Onlar da herhalde “biz hata yapmasak bizi yenemezlerdi, o kadar büyüğüz” kibriyle öyle davranmışlardı. Kibirse, kibir. Neticede saygıdeğer bir vakar.
Şimdi olur olmaz bağlamlarda ecdadı Osmanlı’nın ihtişamından söz edenler, keşke, Osmanlı’nın aile yapısı filan gibi şeyler yerine vakarını tevarüs etselermiş. “Vay, bizim aile yapımızı bozdular, liramıza taarruz ettiler, enflasyonumuzu yükselttiler” filan diye mızmızlanıp duracaklarına, “nerede yanlış yaptık” diye sorsalar. Sorsalar cevapları bulabilecekler mi? Hiç zannetmem. Ama hiç değilse kafamızı dinlerdik. Biraz vakar fena olmazdı, “vay bana hakaret ettiler” bahanesiyle tepemizde yargı kılıcını sallama ihtiyacı hissetmezlerdi. İhtiyaç hissetseler bile böyle bir şeyi yapmayı kendilerine yakıştıramazlardı.
Ne güzel olurdu.