23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi Ankara’da açıldığında, kürsünün arkasında duvara Kur’an-ı Kerim’den bir âyetin asılmış olduğunu hepimiz duymuşuzdur. Bu âyet, içinde olduğu sûreye de adını veren ‘şûrâ’ hükmünü, yani ortak aklı işleterek ortaklaşa karar verme emrini içeren, dahası işlerini şûrâ ile görmeyi mü’minlerin ayırıcı özelliklerinden biri olarak resmeden âyettir: “Ve onların işleri aralarında şûrâ iledir.” (bkz. Şûrâ sûresi, 42:38)
Bediüzzaman Said Nursî de, 1920 yılında telif ettiği Sünuhat’ta yer alan ve Birinci Meclisin açıldığı günlere yakın bir tarihte yazıldığı ama İstanbul’daki Meclis-i Mebusanın henüz kapanmadığı daha önceki aylarda yazılmış olması kuvvetle muhtemel gözüken bir makalesine bu âyeti hatırlatarak başlar. Hatırlattığı ikinci bir âyet daha vardır: Âl-i İmran sûresindeki “İş hususunda onlarla istişare et” (3:159) emrini içeren âyet.
Bu iki âyeti beraberce zikrettikten sonra Bediüzzaman’ın makalesine giriş olarak kullandığı cümle ise şudur: “Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmişse terakki etmiş, ne vakit dinde zaaf göstermişse tedennî etmiştir.”
Bu cümlenin en başta hatırlatılan iki âyetin ardından kurulduğu dikkate alındığında, bu cümlenin sahibinin dine bağlılık veya dinde zaafı hangi kriterle açıkladığı da kolaylıkla anlaşılır. Bir kişinin hakikati kuşatmaya muktedir olamayacağının idrakinde olarak beraberce ortak aklı işletmek ve kişilerin hür iradeleriyle müdahil oldukları bir şûrâ/meşveret zemini oluşturarak ortaklaşa karar almak Kur’an’ın bir emri olduğuna göre, bu emre uygun hareket dine bağlılık ve sarılmanın işareti; ortak aklı ve ortaklaşa karar alma sürecini terkederek herkesin iradesini bir tek adamın eline teslim etmesi ise dinde zaafın göstergesidir. Müslümanlar, dinlerine bağlılığın bir nişanesi olarak ortak aklı işlettiklerinde ileri gitmişler, dinlerine bağlılığın zayıflamasının bir tezahürü olarak tek adamcılığa yöneldiklerinde ise gerilemişlerdir.
Daha ilk cümlede iki âyet üzerinden Müslümanların dününe ve o gününe dair ‘şûrâ’ odaklı böyle bir çözümlemede bulunan Said Nursî, makalesinin devamında bu tesbitini açar ve genişletir. Kur’an’ın şûrâ emrine açık bir aykırılık içeren tek adama dayalı rejimler, ona göre hayatın olağan akışına da terstir (kaldı ki, Kur’an ile toplum hayatı arasında bir uyum olması zaten beklenir, çünkü Kur’an’ı indiren de, insanı yaratan da aynı Yaratıcıdır). Tek adam rejimlerinin insan ve toplum gerçeğine aykırı düştüğüne bir delil, aynı zamanda ‘hilafet’i temsil iddiası taşıyan Osmanlının mutlak monarşiden meşrutiyete geçmeye mecbur hale gelmesi ve bu bağlamda bir nevi başbakanlığa karşılık gelen sadrazamlığın üç şûrâya dayanmasıdır (İngiliz meşrutî sistemine benzer şekilde, seçimle gelen milletvekillerinden oluşan Meclis-i Mebusan, sultanın seçtiği üyelerden oluşan Meclis-i Âyan ve parlamenter sistemde bakanlar kuruluna denk gelen Meclis-i Vükelâ. Bediüzzaman’ın ‘üç mühim şûrâ’dan kasdının, Şûrâ-yı Devlet, Meclis-i Vükelâ ve Meclis-i Mebusan ile Meclis-i Âyanın beraberce oluşturduğu Meclis-i Umumî olduğunu düşünmek de mümkündür.)
Bu noktada sözü sadâretten alıp şeyhülislamlığa getirir Said Nursî. Sadece Osmanlı yönetimindeki insanların idaresiyle ilgili yükümlülük taşıyan sadrazamlığın üç önemli şûrâya dayanarak iş görüyor olmasına karşılık, ‘hilafet’in bir mümessili olarak bütün Müslümanları ilgilendirir konumda bulunan şeyhülislamlığın tek bir kişinin elinde kalması ve ‘şûrâ’ emrinin orada işletilmemesi, bir büyük zaafın göstergesi, mevcut durumdaki pek çok problem ve yetersizliğin ise ana sebebidir ona göre. Geçmişte ve o gün şeyhülislamların bir meselenin dine uygunluğu sözkonusu olduğunda, aslında uygunsuz kimi uygulamalar için etki altında ‘uygundur’ diye cevaz vermeye çok kez mecbur kalmaları da bu sebeptendir: “Fert tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye kapılmakla çok ahkâm-ı diniye feda edildi.”
Dolayısıyla mesele, hem idarî-siyasî hem dinî meselelerde, açıkçası hayatın bütün alanlarında şûrâyı işletmektir. Tek tek kişiler dışarıdan gelecek bir etkiye daha açıktırlar. Özgür irade sahibi dirayetli kişilerden oluşan bir meclisteki herkesi aynı etki altına almak ise kolay değildir. Dolayısıyla bir meselenin bir mecliste görüşülüp karara bağlanıyor olması, kişisel zaaf ve etkilerden daha bağımsız, daha nesnel, daha rasyonel, daha meşru ve daha isabetli kararlar alınmasına imkân sağlayacaktır.
Geçmişte şeyhülislamlığın ‘intizamsız’ da olsa, yani kurumsallaşmış sabit bir işleyişe ve bağlayıcılığa sahip olmasa dahi yine de şeyhülislamlığın ‘bir şûrâya, lâakal kazaskerler gibi, mühim şahsiyetlere’ dayanıyor olduğu dikkate alınırsa, dinî konular için bu noktada düne kıyasla bir gerilemeden dahi söz etmek mümkündür ona göre.
Eski zaman içinde dahi böylesi bir durum var iken, nüfusun çoğaldığı, insanlığın ilerlediği, toplum hayatının aşama katettiği, bilginin ve ihtiyaçların arttığı bir zamanda ister siyasî-idarî konularda olsun ister dinî meselelerde tek adamlığı savunmanın ve sürdürmenin oluru yoktur:
“Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferit bir şahıs olabilirdi, onun fikrini tashih ve tâdil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış, az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı mânevîdir ki, şûrâlar o ruhu temsil eder.”
İlgili makalenin bütünlüğü içinde burada dikkat çekildiği üzere, şûrâ ile ortak aklı işletmek dinin bir emri ve her zamanın bir gereği iken, dün bir şekilde işlediği ve yürüdüğü düşünülen tek adamlığı bugün sürdürmenin hiçbir imkânı yoktur. Bu zaman, muhakkak ortak aklın işletilmesi gereken zamandır. Bu zamanda hüküm, ‘şahs-ı vâhid’den yani bir tek adamdan değil, ortak aklı işleten kurumsallaşmış ‘bir şahs-ı mânevî’den, yani ‘şûrâlar’dan çıkmalıdır. Ki o şahs-ı manevînin tek adama kıyasla ortak aklı işletmesini mümkün kılan bir husus ‘az mütehassis, sağırca ve metin’ olmasıdır. Yani, daha önce dile getirdiği gibi bir tek adamın görüşünü, fikrini ve kararını dışarıdan bir etkiyle, duygulara oynayarak manipüle etmek, yönlendirmek ve değiştirmek mümkündür. Ama ortak aklı işleten bir ortamda farklı kişilik yapılarındaki dirayetli ve ehliyetli kişilerin beraberce müzakeresi dıştan gelecek bu etkiyi asgarîye indirir (böyle bir topluluk, tek bir kişiye kıyasla ‘az mütehassis ve sağırca’dır çünkü, daha az etki altında kalır), daha ilkesel ve rasyonel bir zeminde daha sağlam kararlar alınır ve uygulanır. Sonraki paragrafın cümleleri arasında “Fert dâhi de olsa, cemaatin ferd-i mânevîsine karşı sivrisinek kadar kalır” da diyerek bu görüşünü bir kez daha vurgular Bediüzzaman. İlgili bahis, siyasî-idarî konularda teşekkül etmiş meclislerin yanında, dinî meselelerle ilgili de böyle bir meclisin neden gerekli olduğuna dair birbirini takip eden izahlar ile devam etmektedir. “İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûrâya ihtiyaç şedittir.”
Bediüzzaman’ın dinî meselelerle ilgili bir ‘şûrâ-yı âliye-i ilmiye,’ yani yüksek bir ilim meclisi oluşturulması ihtiyacına dikkat çektiği bu makalede tek adamlığın içerdiği tehlikeler ve ortak aklı işletmenin gerekliliği hakkındaki sözleri, 1911 yılında yayınlanan Münazarat isimli eserinde, meşrutiyetle padişahın mutlak yasama-yürütme yetkisinin meclise devrini istibdat-meşrutiyet karşılaştırması içinde savunurken ortaya koyduğu yaklaşımlarla da birebir uyumludur.
“İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. (…) Meşrutiyet hâkimiyet-i millettir; (…) bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i istibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; (…) esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâd eder.”
Burada dikkat çekildiği üzere, tek adamın aklına gelen fikre ve ağzından çıkan söze bağımlı istibdat rejimleri, güçlü görünseler de çok zayıftırlar; çünkü herşeyin ağzından çıkan söze bağlı olduğu o tek adamın aklı ve iradesi, dıştan gelen bir etkiyle ‘hevâ ve hevesin’ işletilmesi suretiyle ‘bir ince tel gibi’ her tarafa yönlendirilebilir. Tek adama dayanmayan, şûrâlara dayanan, dahası yasama ve yürütmenin de kamuoyunun denetiminde olduğu, kısacası özgür bir müzakere zemininde ortak aklın işletildiği demokratik rejimlerdir asıl güçlü olan. Çünkü ne meclis ne kamuoyu, bir tek adam için sözkonusu olduğu şekilde etki altına alınabilir. Mecliste ve kamuoyunda da tartışılarak alınan kararlar, istibdat rejimlerinin ince tel gibi oraya buraya savrulan karar ve uygulamalarına kıyasla, sarsılmaz bir demir direk gibi veya eğilip kırılmaz bir elmas kılıç gibi sağlam olur. O yüzden ‘hâkimiyet-i millet’ esastır. O yüzden özgür iradelerin özgürce müzakere ve tercihte bulunabilmesi ‘esas-ı insaniyet’tir.
Ama aynı eserde, dün istibdadı uygulayan şahsın aynı zamanda ‘dindar’ biri olması, bugün ise meşrutiyet ile her cinsten insanın mecliste yer alması üzerinden bir itirazla karşılaşır Bediüzzaman. Bu itirazı yapanların gözünde, dindar bir müstebidin idaresi, her tür insanın seçilebildiği bir meclisin merkezde olduğu bir meşrutî idareye göre daha ‘şer’î’ ve ‘meşru’dur.
Bu itiraz ve iddiaya Bediüzzaman’ın cevabı şudur: “Eğer meşveret şeriattan bir parmak müfârakat ederse, eski hâl yüz arşın ayrılmıştır.” Neden diye sorulur kendisine. Cevaben, dinî hükümlerin dayandığı kaynakları ifade eden ‘edille-i şer’iye’ye dair kabul edilmiş esaslara atıfla “İcmâ-ı ümmet, şeriatta bir delil-i yakînîdir. Rey-i cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı âmme şeriatta mûteber ve muhteremdir” diyen Bediüzzaman, dindar dahi olsa bir tek adamın iradesinin ise bir ince teli rüzgâr nasıl her tarafa çeviriyorsa, aynı şekilde dine aykırı işlere pekâlâ yönlendirilebildiğini anlatır. Ortak aklın işletildiği bir ortak irade ve karar zemini ise, rüzgârın her tarafa eğebildiği o ince tele kıyasla, ‘hablü’l-metin ve urvetü’l-vüskâ,’ yani çelik halat gibi sağlam bir ip ve sapasağlam bir kulp niteliğindedir. Eski padişahların iradesini, dindar dahi olsa, başka taraflardan esen bir rüzgâr veya kendi vehim ve vesvesesi oraya buraya savurabiliyordu diye hatırlattıktan sonra, “O da, sükûta rüşvet-i mâneviye olarak, birçok ahkâm-ı şeriatı feda ediyordu” der Bediüzzaman. Baştaki tek adamın dindarlığı çare değildir, istibdat rejimleri baştaki müstebit dindar bile olsa dinin emrine aykırı çok işleri onun eliyle gerçekleştirmiştir, bir önceki dönem buna yakın bir şahittir. Ama “Üç yüz ârâ-i mütekâbile ve efkâr-ı mütehâlife hak ve maslahattan başka birşey ile musâlâha etmez veya sükût etmezler.” Yani, bir padişahı rahatça hak ve maslahat olmayan bir karara yönlendirebilirsiniz, ama mecliste her biri ayrı bakış açılarına sahip üçyüz adamın oyu ve fikrini hak ve maslahat olmayan bir kararda buluşturmak çok zordur. O halde, dininin derdine düşen kişi, dindar müstebide değil, şûrâ emrini işleten bir düzene yüzünü dönmelidir.
Bediüzzaman Said Nursî’nin bu tutumunu hayatının Yeni Said olarak tanımladığı sonraki evresinde de sürdürdüğünü görürüz. Adalet, hürriyet ve meşveret, ona göre bir mü’minin olmazsa olmazıdır. Ortak aklı işletmektir aslolan. Vefat ettiği ana kadar onun başta kim olduğuna bakmaksızın istibdadın karşısında, hürriyet-adalet-meşvereti esas alan bir yönetim anlayışının ise yanında yer aldığı aşikârdır. 1940’ların ikinci yarısında yazdığı bir mektupta yer alan şu ifadeler, onun geleneksel ve karizmatik otorite kalıplarına karşı bu rasyonel (ve aynı zamanda şer’î) duruşundaki devam ve kararlılığın net bir ifadesidir:
“Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür. Her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye mâruz ve müptelâ şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.”
Durum bu iken, benim çözmeye muktedir olamadığım bir dizi muamma var.
Sadece siyasî alan değil, hangi alanda olursa olsun istibdadın, tek adamlığın, her türden tekçiliğin karşısında olan ve bu duruşunu hem İslâmî hem insanî bir zeminde gerekçelendiren bir Müslüman düşünür olan Bediüzzaman’ın bu açık tutumuna karşılık, onun çizgisini takip iddiasında olan çok sayıda kişi ve topluluk (bir önceki yazıdaki otorite analizimizi de hatırlarsak) Bediüzzaman’ın rasyonalite ve meşruiyet yönündeki kesin duruşuna rağmen onun hakkında nasıl geleneksel veya karizmatik bir otorite kalıbı inşasına yönelebildiler?
Ve yakın tarihte, onun çizgisini takip iddiasındaki bu insanların büyük kısmı nasıl ortak aklı iptal edip meclisi işlevsiz hale getireceği açık bir tek adam rejimi lehine ihsas-ı rey edebildi?
Ve nasıl yakın tarihte bunu yapan kişiler içinden bugün de “Başkanlık sistemini tek adamlık, diktatörlük veya riyaset-i şahsiye olarak değerlendirmek; (…) rey ve bîat usulüyle seçilen Hulefa-i Râşidîn dönemini eleştirmektir. Çünkü o dönemde de idare tek kişi olan ‘Halife’nin elinde idi” gibi, şûrâ âyetine ve Hulefa-i Râşidîn dönemindeki apaçık şûrâ gerçeğine aykırı cümleleri çekinmeden kurabiliyorlar?
Çözemediğim muammalar…
Kim çözmeme yardım etse, müteşekkir olacağım.