Ana SayfaGÜNÜN YAZILARITepebaşı’nın yok edilmesinin Gezi’nin yok edilmesinden nasıl bir farkı var?

Tepebaşı’nın yok edilmesinin Gezi’nin yok edilmesinden nasıl bir farkı var?

Tepebaşı şehrin bütün kurumlarıyla, yapılarıyla, mekânlarıyla yaşadığı modernleşme tarihinin bir hafıza mekânı. Hatta daha da ileri giderek Tepebaşı parkı ve meydanının, şehrin modernleşmesinin kamusal alandaki kuluçka merkezi olduğunu söyleyebilirim. Bu yazıda Tepebaşı’nın nasıl yaratıldığını ve nasıl yok edildiğini anlatacağım.

“Şimdi durup dururken Tepebaşı da nereden çıktı” diye sorabilirsiniz. “Ne olacak canım, ne var ki bunda? Tepebaşı’nın şehrin işgal edilen bir dolu kıyısından, kamusal alanından ne farkı var?”

Benim için var. Benim için Gezi neyse, Tepebaşı da o. Bu nedenle yıllardır bu meydanın, şehrin ilk modern kamusal alanının otopark, depo, ofis gibi işler için kullanılması fena halde batıyor.

Tepebaşı’nın çok önemli bir farkı var: O da şehrin bütün kurumlarıyla, yapılarıyla, mekânlarıyla yaşadığı modernleşme tarihinin bir hafıza mekânı olması. Hatta daha da ileri giderek Tepebaşı parkı ve meydanının, şehrin modernleşmesinin kamusal alandaki kuluçka merkezi olduğunu söyleyebilirim.

Bu alan 19. yüzyılın modernleşme dinamiklerinin merkezi olan Pera’nın, şehrin ilk modern kültür merkezi ve müşterek alanı. Elektrikli tramvayın gelmesi ile birlikte şehir Şişli’ye doğru ilerleyince merkez genişliyor. Şehir Şişli’ye sıçrıyor.

Taksim’in Cumhuriyet döneminde bir temsil sahnesine dönüşmesinde de bu gelişmenin payı var. Buradaki kültür kuruluşları, yapıları Gezi’ye uzanıyor. Bu nedenle iki şeyi anlamakta çok güçlük çekiyorum: Birinci olarak merkezi yönetimin “Taksim’den elini çek” demesi karşısında şehrin yönetiminin yapabileceklerini yapmamasını, bir kenara çekilmesini…. İkinci olarak da Tepebaşı gibi şehrin tarihinde müstesna bir rol oynamış alanın otopark ve ofis olarak kullanılmasını… Sanki (benim de oy verdiğim) bugünkü yönetim geçmişten bugüne şehirle, siyasetle hiç ilgilenmemiş, yaşanan dönüşümü fark etmemiş…

Şehrin hafızası öyle geçmişe ait bir şey değil. Geleceği de kuran, oluşturan, eylemsellikler olarak siyaseti koşullandırıyor. Bu eylemsellikler şimdiki zamana hapsediliyorsa, siyasette bir görme kaybı yaşanabiliyor. İnisiyatif merkeziyetçi gücün eline geçebiliyor.  

İlk modern belediyecilik deneyimi ve şehirsel kamusal alanda yaşanan dönüşümler bize milli devlet döneminde gösterildiği gibi Kırım Savaşı sonrası tepeden inme şekilde gelmiyor. Yani Saray ve çevresinin gerçekleştirdiği bürokratik bir deneyim değil bu. Tam tersine, kırılganlığını oluşturan bir takım nedenler olsa da, bir tür “sivil toplum”a dayanan bir dönüşüm söz konusu. Bu nedenle Tepebaşı’nı şehrin yönetiminin değerlendirememesini, elindeki fırsatı görememesini bir türlü anlayamıyorum.

Bugünkü durumun Gezi’deki barışçı sivil girişimin bastırılmasından, silinmesinden nasıl bir farkı var? Gezi neyse, Tepebaşı o. Belki biraz zahmetli olsa da, Tepebaşı’nı anlamaya çaba göstermeden Gezi’yi de anlayamayız gibi geliyor bana.

Şehrin ilk kamusal Alanı Tepebaşı’nın var oluşunun ve yok edişinin hikâyesi

İstanbul’da kurulan ilk modern belediyenin, 6. Daire’nin şehirde gerçekleştirdiği ilk kamusal alan Tepebaşı. 19. yüzyılın ikinci yarısında muazzam bir dönüşüme sahne olan Pera’nın yani şehir dokusunun içinde mezarlık alanının üzerinde inşa ediliyor.

Öncesinde de Kırım Savaşı zamanında şehre gelen Fransız donanma bandosunun halka açık konser alanı olarak kullanılıyor.

Şehrin ilk modern belediyesi 6. Daire’nin Başkanı Blacque beyin Tünel’den çıkan toprağı buraya yayarak düzlük alanı genişletmesi ile gerçekleşiyor. Yamacın aşağısı ise Kasımpaşa ve mezarlık.

Bu dolgu işleminden belediye gelir elde ediyor. Hem de parkı düzenliyor.

Haliç manzaralı parkın içinde iki tiyatro, garden bar, büyük bir salon (daha sonra ilk sinema) Orient Express yolcuları için Pera Palas inşa ediliyor.

Tepebaşı yalnızca bir park değil, aynı anda şehrin kültürel merkezi oluyor. Buradan birçok sanatçı yetişiyor, dünyanın birçok yerinden, Avrupa’dan tanınmış sanatçıları çekiyor.

Cumhuriyet döneminde parkın içindeki işletmelerin yönetimi değişiyor. Çevredeki binalar el değiştiriyor. Ancak Tepebaşı kullanılmaya devam ediyor. 1940’larda Taksim ve Gezi’nin düzenlenmesi ile Tepebaşı eski önemini kaybediyor. 1950 yıkımlarında amfitiyatro yıkılıyor. 1970’lerden sonra bakımsızlık ve yangınlarla Dram Tiyatrosu yok ediliyor.

Bu sırada “Deneme Tiyatrosu” adını taşıyan depodan bozma bir salon, nitelikli sanat etkinliklerinin sergilendiği yerlerden birine dönüşüyor. Onun da arkası gelmiyor. Şehirde kültür yönetimi için bir örnek oluşturabilecek (ve üstelik de yoktan var edilen) bir girişim, bizzat Büyükşehir’in inşaat projesi ile imha ediliyor. 1987 Tarlabaşı yıkımları sonrasında Büyükşehir Belediyesi burası için büyük bir otopark, sergi alanı ve meydan-gösteri alanı olmak üzere devasa bir proje hazırlatıyor.

Galata yıkımlarına evleri boyayarak, temizleyerek halkla birlikte karşı çıkan sivil bir topluluk, “Yeşil Dayanışma” bu projeye itiraz ediyor. Ancak proje büyük beton hazır kalıp sistemleriyle hızla inşa ediliyor. (Projenin mimarı da başkanın akrabası.) Bu alanın bir bölümü TRT’nin depo ve stüdyosuna, bir bölümü de kiralanarak gösterilere, fuarcılık etkinliklerine tahsis ediliyor. Sivil girişim de bu projeye biraz mizahi bir yaklaşımla, bir sinemada (Fitaş) düzenlediği sembolik törenle “Manda Yuva Yapmış Söğüt Dalına” ödülünü veriyor.

İnşa edilen sergi alanının işletmesini TÜYAP adlı fuarcılık şirketi alıyor. Kitap, sanat, teknoloji fuarları ve sergilerle bu alan renkleniyor. Ancak burada gelişen fuarcılık etkinliklerinin şehrin merkezi dışındaki büyük bir alana taşınması ile yeniden işlevsizleşiyor, Tepebaşı. Şehrin merkezindeki en değerli meydan, sergi ve gösteri alanı 10 sene boyunca boş kalıyor, işgal ediliyor.

Sivil girişim yeniden çevredeki kültür merkezlerini de yanlarına alarak harekete geçiyor. Bu girişimin içinde deneyimli mimarlar, sanatçılar ve kültür kuruluşlarından temsilciler var. Pera Palas’taki toplantılara kültür merkezleri yanında belediye başkanı da katılıyor. Mimar Mehmet Kütükçüoğlu gönüllü olarak yeniden kullanım projesini hazırlıyor. Yeni bir inşaat yapılmadan bu mekânın ortak bir yönetim yapısıyla yeniden işlevlendirilmesi amaçlanıyor.

Tepebaşı için düzenlenen toplantılara yabancı kültür misyonları, meydanın çevresinde yer alan kültür kurumları temsilcileri de katılıyor. İtalyan Kültür Merkezi Direktörü Prof. Dr. Silvio Marchetti kolaylaştırıcı bir rol oynuyor. 2004 yılında Avrupa Kültür Başkenti olması vesilesiyle de düzenlenen Genova-Galata Buluşması’na da destek oluyor. Büyükşehir Belediyesi’ne önerilen model, bu kuruluşların katılacağı misyon odaklı bir yönetim yapısının oluşturulması.

Bu kuruluşlar program geliştirmeyi, bütçeye katkıda bulunmayı taahhüt ediyor.

Bunların içinde İKSV gibi güçlü kuruluşlar var. Ancak yönetim özerk olacak.

Bu yeni organlaşma modeli piyasa ve resmi kurumlar olarak ayrışan kültür yönetimi açısından Türkiye’de bir ilk oluşturacak. Bu sırada Kültür Başkenti Adaylığı da gündeme geliyor.

Amaç bu meydanın yalnızca bürokrasi yönetimine ya da piyasa aktörlerine terk edilmesi yerine, yerel halkın ve STK’ların temsilcilerinin de yer alacağı hesap verebilir, yaratıcılığa açık misyon odaklı bir yönetime kavuşturulması.

Bu toplantılara Aron Angel, İhsan Bilgin, Murat Güvenç gibi kişiler de katılıyor. Belediye Başkanı da görünüşte bu girişimi destekliyor. Bir toplantıda kendisine Bilbao Guggenheim Müzesi’ni tanıtan bir kitap hediye ediliyor. Aradan bir süre geçiyor. Frank Gehry’yi temsilen tanınmış bir mimar arıyor. “Siz ilgileniyormuşsunuz, randevu vermemizi önerir misiniz” diye soruyor. Anlaşılıyor ki Kadir Topbaş ve İnan Kıraç adlı kişiler Frank Gehry’den randevu istemişler, ofisinde ziyaret etmek için.

Ne gelişmekte olduğu bilinmediği için “ne sakıncası olabilir” diye cevap veriliyor. Sonra basında ortaya Frank Gehry’nin Tepebaşı Kültür Merkezi/Konser Salonu projesi çıkıyor.

Meğersem Tepebaşı için İnan Kıraç’ın elinden tutup önce Bilbao’ya birlikte gitmişler, müzeyi gezmişler. Sonra da ver elini ABD. Dönemin Başbakanı iki defa “dünyanın en gelişmiş kültür merkezi/konser salonu için temel atıyoruz” diyerek basın toplantıları düzenliyor. Eşinin adına yapılacak bu kültür merkezi-müzik salonu için İnan Kıraç kesenin ağzını açıyor.

Söylentilere göre projeye 500 milyon dolar ayırmış. Bu paranın yarısı mimari proje için harcanacakmış, yarısı da bankaya konup, etkinliklerin finansmanı için kullanılacakmış. (Dahası her şeye burnunu sokan önemli bir devlet istihbarat kuruluşu ailenin içinde bölünme olduğunu, bunun Hükümet’in işine geleceğini raporuyla kulaklara fısıldamış.)

Peki sonra ne oluyor? Neden bu muazzam proje yapılamıyor? Üstelik de finansmanı hazır olduğu halde? Kimse bu soruyu sormuyor. Şaşırtıcı değil mi? Beyoğlu’nda bir oteliniz, yatırımınız falan olsa, siz olsanız sormaz mısınız? Ama cevabını kimse söylemiyor.

Yok efendim “TRT Genel Müdürü oradaki depo ve stüdyolardan oluşan binasını vermeye yanaşmamış ondan olmamış.” Düşünün Genel Müdür Başbakan’ın projesine direnecek. Besbelli ki çocuk aldatır gibi. “Kıraç Vakfı otoparkın gelirine el koyacakmış”.  Bu iddiayı da dile getiren parti yöneticisi-otopark işletmecisi.

Bir gece ansızın talimat geliyor, alelacele müteahhitler devreye sokuluyor, kendi ofislerinden masalar, dolaplar, koltuklar taşınarak birkaç günde mekân ofise dönüştürülüyor. Üzerine de güya şehri planlayacak kişiler arabalarını park ediyor. Meydan kotu da onun otoparkına dönüştürülüyor. Ondan sonrası da ayrı bir hikâye.

İşte size şehrin ilk meydanının, sivil girişimin ve Tepebaşı’nın yok edilişinin hikâyesi.

Soruyorum: Bugünkü işgalin Gezi’deki barışçı sivil girişimin bastırılmasından nasıl bir farkı var?

- Advertisment -