Alain Delon ve ötanazi… Bu iki konu hakkında da, biz en az orta yaşları bulmuş olan kadınlar için konuşacak çok şey var kuşkusuz: Hem çocukluk zamanından bile olsa Alain Delon fırtınasını yakalamışız, hem de özellikle yakınlarımızın bakımı konusunda erkeklere göre çok daha fazla aldığımız sorumluluklardan dolayı, yaşamanın ve ölmenin manası hakkında söyleyecek çok şeyimiz olabilir. Ama konuyu Alain Delon’un ötanazi isteğiyle sınırlandırmazsak toparlamamız mümkün değil.
Önce Alain Delon… 50’lerin sonlarından 80’lerin ortalarına kadar hiç tartışmasız en erkek, en yakışıklı “arzu nesnesi”, sadece kadınlar için değil, erkekler için de. Aksini iddia edenler, gençlik filmlerine bir baksınlar. Yönetmenler de bu nesneyi had safhada kullanmak için ellerinden geleni yapmışlar. Bu filmlerinin çoğunluğu aslında konusundan, anlattıklarından bağımsız olarak Delon’u izleyelim diye çekilmiş gibi. Birlikte oynadığı büyük kadın yıldızlar, Romy Schneider, Claudia Cardinale, Brigitte Bardot bile, bu filmlerde gölgede kalıyor. Normları çoktan belirlemiş olan fiziği, soluk mavi gözleri, belirgin elmacık kemikleri ve tabii en çok, ah o kendine aşık bakışları…
Dünya sinemasında farklı zamanlarda çok sayıda “la femme fatale” var ama “l’homme fatal” deyince dönemlerden bağımsız olarak karşılaştığımız net isim Alain Delon.
Alain Delon o yıllarda biz izleyicileri ikiye ayırıyordu hep. Ya ölüp bitecektiniz bu bakışlar için ya da sahiciliği hakkında, her şeyin aşırısının zıddına dönüşmesi konusunda ampuller yanacaktı zihninizde ve itici bulacaktınız. Bu tip kafa karıştırıcı mevzulardan dolayı, Fransız sinemasının ve aslında 20-30 yıl boyunca dünya sinema endüstrisinin her zaman birlikte anılan ve sıkça karşılaştırılan büyük starları Belmondo-Delon ikilisi hakkındaki hisleriniz biraz da hayata bakış açınızı gösteriyordu.
Jean Paul Belmondo’nun ölümü üzerine yazdığım, neden Deloncu değil de Belmondocu olduğumuzu anlatan 7 Eylül 2021 tarihli yazımda: “Bir kere Alain Delon beğenilmek için fazla yakışıklıydı, o zamanlar daha çıkmamıştı belki ama bir nevi erkek Barbie bebeği. Biz kızlar, tahmin edilebileceği gibi şeytan tüyü peşindeydik. Jean-Paul Belmondo’dan daha iyisini bulmak mümkün değildi bu konuda.” demiştim.
Birçok kişi de benim gibi hisler içindeymiş ki, her zaman Belmondo’nun popülaritesi biraz daha fazla olmuş. Belmondo daha fazla izlenmiş, daha fazla sevilmiş. “Kendini beğenmiş yakışıklı”ya karşı “mahallenin abisi”nin tercih edilmesi durumu. Belmondo’nun güzel gülümsemesi yerine Delon’un haşin bakışlarını tercih etmek bir çoğumuz açısından zamanın masum ruhuna da tersti sanıyorum. Üstelik Brigitte Bardot bile dalga geçmişti Delon’un narsistliğiyle: “Aşk sahnelerinde bile, bana değil, arkamdaki spot ışıklarına bakardı, mavi gözlerini güzel göstermek için.”
Kendi imajına aşık insanlar günümüzde daha da çok. Sürekli kendilerini sergiliyorlar. Bu tip gösteriler bende hep bir burukluk hissi yaratıyor. Sanki göstermeye çalışılan imaj ile kendiyle başbaşa kalınca karşılaşılan insan arasındaki mesafe, bu gösterişin arkasına ne kadar sığınıyorsanız o kadar büyüyor gibi. Buna paralel olarak, Alain Delon’un, bu arzu nesnesinin, yaşayan bir özne olduğunu idrak ettiğimizde de konu karmaşık bir hâl alıyor. Bugünden dönüp bakınca ötanazi fikri de böylece anlam kazanıyor.
Jean Paul Belmondo sanatla iç içe bir aileye doğmuş, konservatuarı bitirmiş bir yıldız. Bildiğimiz hayat hikâyesi iniş çıkışlarla dolu olsa bile, alabildiğine huzurlu. Bu nedenle hüzünlü ama sakin ve şefkatli bir bakışı var belki. Jilet gibi bakan Alain Delon ise dramatik olayların insanı. 1935 yılında Paris’in kenar mahallelerinden birinde doğmuş. 4 yaşındayken annesi ile babası ayrılınca Delon bir koruyucu aileye verilmiş ve çocukluğu bu aileyle geçmiş. Okulu hiç sevmemiş.
17 yaşında Fransız sömürgesi Hindiçini’ne, Saygon’a asker olarak gitmiş. Dört yıl süren bu acımasız askerlik yıllarından sonra 21 yaşında Paris’e dönmüş. Sonrasında garsonluk, satıcılık vs yaparak yaşamış. Birkaç yıl içinde edindiği oyuncu arkadaşlarının ilişkileri sayesinde sinema dünyasına adım atmış. Buna hızlı bir giriş de diyebiliriz çünkü özellikle “Plein Soleil” (Kızgın Güneş) filminden sonra henüz 25 yaşındayken artık dünya çapında bilinen bir yıldız olmuş. Oyunculuk kariyeri boyunca, Visconti, Antonioni, Godard gibi büyük yönetmenlerle çalışmış, 80’den fazla filmde başrol oynamış.
Kadınlarla olan ilişkileri de, hayatının diğer kısımları gibi, hep fırtınalı olmuş. Evlenmeler, boşanmalar, fırtınalı beraberlikler… Bir tanesini hiçbir zaman kabul etmediği dört çocuğu var.
70’lerde, şantajcı olduğu iddia edilen korumasının cinayete kurban gitmesiyle birlikte “mafioso” bağlantıları ve karanlık yönleri iyice ortaya çıkmış. Popülaritesi devam etse de artık bazıları tarafından aşırı sağcı eğilimleri ve şüpheli ilişkileri nedeniyle hoşlanılmayan biri olarak kabul edilmeye başlanmış.
Yani, hiçbir zaman Belmondo gibi neredeyse herkes tarafından çok sevilen birisi olmamış. Engebeli ve kendiyle pek de barışık görünmeyen hayatı ve ilişkileri onu hep depresif ve hırçın yapmış muhtemelen. 2000’lerin başlarında ağır bir depresyon geçirdiği yıllarda başarısız bir intihar girişiminin olduğu da iddia ediliyor.
Ötanazi, etimolojik olarak “güzel ölüm” anlamını taşıyor. Antik Yunan’da olduğu gibi 2000’li yıllarda da felsefî olarak en çok tartışılan konulardan birisi.
Yaşlılıkta veya çok genç yaşlarda ve hatta çocukken, geleceğe dair hiçbir umut taşımadan makinalara bağlı yaşamak zorunda kalanların ve bunların yakınlarının dehşetli hikâyeleri bir tarafta duruyor. Diğer tarafta ise, ortalama yaşam süresinin insanlık tarihi açısından çok kısa sayılabilecek bir dönemde, neredeyse 2 katına çıkması, yaşlılık döneminin ne kadar ileriye atılırsa atılsın uzaması ve özellikle alzheimer, demans gibi insanı kendisinden uzaklaştıran hastalıkların yaygınlaşması bir çoğumuza şu soruyu sorduruyor: Uzayan yaşama süresi mi yoksa biz ölümü mü uzatarak yaşıyoruz?
Ötanazi, rasyonellikle bağdaştırdığımız Batı dünyasında bile, hâlâ çok az ülkede, çok spesifik durumlar için belirlenmiş dar bir çerçevede yasal olarak uygulanıyor. Bu tip bir yazıda ana hatlarıyla bile anlatılamayacak kadar da kapsamlı bir konu. Bu nedenle biz Alain Delon ile ötanazinin aynı cümlede geçtiği bağlama geri dönelim.
2010’lu yılların sonlarında Alain Delon “ötanazi hakkı”nı telaffuz etmeye başlamış. Dört beş yıldan beri bu konuda hazırlıklar yapıyormuş. 2019 yılında, felç geçirdikten sonra yaşlılık ile hiç barışamadığını şöyle anlatıyor:
“Yaşlılık berbat bir şey. Yüzünüzü, bakışınızı kaybediyorsunuz. Ayağa kalkmaya çalışıyorsunuz, kahretsin, diziniz ağrıyor, yaşlılıkla yeniden karşılaşıyorsunuz.”
“Ötanazinin yasal olduğu İsviçre’de yaşıyorum, ötanaziyi mantıklı ve doğal buluyorum. Belli bir yaştan sonra, belli bir andan sonra, cehenneme sakince gitme hakkım var. Hastanelerde bitmez tükenmez tedavilerle uğraşmak istemiyorum.”
Geçen hafta 58 yaşındaki oğlu Anthony Delon babasının ötanazi talebini yeniden gündeme getirince medyada Alain Delon imajı, hayatı ve ötanazi tartışmaları yeniden alevlendi.
Jean Paul Belmondo, onca popülerliği ile birlikte, büyük ölçüde sakin ve huzurlu bir hayat yaşayıp, 86 yaşında evinde huzurla ölmüştü. Hayatı nasıl geçtiyse öyle sonlanmıştı bu bakımdan. Okuduklarımızdan, izlediklerimizden biliyoruz ve seziyoruz ki, Alain Delon’un ise, fırtınalı, kendine ve başkalarına acımasız ve belki de yaşama sevincinden uzak bir hayatı oldu, hep izlenmek ihtiyacı, hep görünmek ve beğenilmek arzusu ile yaşadı.
İkisinin arasında bir yerlerde dengeyi tutturmaya çalışan insanlar olarak ötanazi isteğini de anlayışla karşılayabiliriz gibi geliyor bana. Belki de içimizde bir ses, soluk mavi bakışlı “l’homme fatal”in aramızdan ayrılmasının üzerinden zaten çok zaman geçtiğini söylüyordur. 86 yaşındaki Alain Delon da belki bu yakışıklı starın yasını tutmaktan sıkıldı, bir zamanlar kendini gördüğü hâliyle şimdiki hâli arasındaki fark artık dayanılmaz bir boyuta geldi. Öldüren cazibe bu sefer kendini öldürüyor diye de düşünebiliriz. Kişisel seçimlere yargısız saygı duymak gerekiyor tabii ki.
Öyle ya da böyle, geçmişte de kalmış olsa, dünyanın en “l’homme fatal” erkeği Alain Delon’un 2000’lerin başından beri yaşamakta olduğu ölümün son sahnelerini de, evet hüzünlenerek ama, ilgiyle izlemeye devam edeceğiz. Gençliğimizdeki bakışımızın, algılarımızın masumiyetine duyduğumuz vefa borcudur belki bu ilginin nedeni.