[27 Şubat 2022] Mümkün mü bu? Tabii dalga geçiyorum; yoksa, sonsuz boşluklarda bile arasak, organik maddenin, canlı varlıkların, insana benzer yaratıkların yaşadığı veya yaşayabileceği hiç bir yerde, böyle suçsuz ve günahsızlıkların bulunabileceğini sanmıyorum. Nerede bilinç varsai, gerçekliği az çok eksikli kavrayacak; nerede düşünce varsa, hatâya düşecek; nerede iktidar varsa, uğrundaki bütün projeler bir yerde yozlaşacak; en iyi niyetlerle kurulan örgütler çarpılacak, bozulacak, uzlaşacak, tâvizler verecek, eskiyecek ve yıpranacak, düşe kalka yol alacak. Kurtulamazlar bu geçmişten. Zaman içinde herhangi bir noktada, yeni doğmuş bir bebek kadar erdemli, ya da babası Zeus’un şişen alnından pürsilâh fırlayan Athena gibi donanımlı gelmezler önümüze. Mevcutlarla idare ederiz. Budur siyaset. Budur demokrasi. Mükemmel değildir. Kötülerin iyisidir. Toplumsal gelişme bitmek bilmez bir “yetmez ama evet”ler silsilesidir. Hep yeni yanılgılarla, yeni aldanmalarla, belki ancak yüzde 30’u gerçekleşen umutlarla çıkagelir. Oyunsa, böyle oynanmak zorundadır. Bundan kaçmaya çalışan, bin beter cehennemlerin çukuruna düşer.
Oysa Türkiye’de yaşayan 84 milyonun bir kesimi, küçücük partilerinin üye sayılarını toplarsak belki en fazla birkaç bin kadarı, galiba inanıyor böyle bir cennetten kovulmamış, cehaleti içinde masum insanlık hayaline. Açıkça söylemiyorlar ama, her büyük sorun karşısında, elde varolan bütün araç ve olanakları reddetmelerinden anlıyorum. En yanlış ne söylenebilir; özel bir yetenekleri var, gidip bulmak için. Sanki Alis’le birlikte o tavşan deliğine düşmüşler; Kupa Kraliçesi ve dalkavukları gibi, “Uçurun kafalarını! Uçurun kafalarını!” diye bağırıyorlar. İster içerdeki demokrasi mücadelesi, ister dışardaki, Rusya’nın Ukrayna’yı istilâ ve işgaline karşı kınama, yardım ve direnme çabaları olsun, amasız fakatsız katılmama ve desteklememenin bir yolunu buluyorlar. Hepsinin temelinde, o kadar gurur duydukları devrimci maksimalizm yatıyor.
Nâzım’dan ilk bakıştan ilgisiz gözükebilecek mısralar üşüşüyor kafama. Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Üniversiteli, Tatar yüzlü adamın Çanakkalem anılarını dinledikten sonra şöyle düşünür: “Bir çeşit balık / bir çeşit ağaç / bir çeşit maden gibi / memleketimizde bir çeşit insan yaşıyor ki / ömrünün anlatılmaya değer / ve bir türlü unutulmayan hâtırâsı: / muharebeler.”
Harikulâde bir tasviri, 1908-1923 yıllarının. Ben sonlarına yetiştim bu kuşakların, dedemin ve bir büyük eniştemin şahsında. Ama şimdi sadece ilk dört satırıyla ilgiliyim. Onları alacak ve bir başka tasvirde kullanacağım. 1960’lardan günümüze uzanan dönem hakkında: “Bir çeşit balık / bir çeşit ağaç / bir çeşit maden gibi / memleketimizde bir çeşit solcu yaşıyor ki / ömrünün anlatılmaya değer / ve bir türlü unutulmayan takıntısı: / hayır’lar / istemezük’ler, red cepheleri / tek yol devrim’ler / kahrolsun’lar / al birini vur diğerine’ler.”
Kendisi hiç farkında değil; Troçkizm soykütüğünden memnun ve mağrur; Stalinizmden türeyen bütün diğer solculardan çok farklı, çok özel olduğunu zannediyor. Ama Roni Margulies de aynı geleneğin bütün özellikleriyle malûl. İstediği kadar kabul etmesin, sorun önce Marx’ta ve ardından Lenin’de. Sınıf indirgemeciliğinden ve ihtilâl toptancılıiğından vazgeçmedikçe, dönüp dolaşıp gelinen yer hep aynı miadını doldurmuş 19. yüzyıl çocuk hikâyesi, sürreel hayal âlemi oluyor.
İÇ POLİTİKA. Ahlatlıbel buluşması gerçekleşiyor. Altılı masa gündeme geliyor. Muhalefetin birleşme çabaları büyük bir adım atıyor. Hakkında olumlu görüşler dile getiriliyor. Margulies kulak misafiri oluyor bunlara. Hoşlanmıyor. Reformculuk mu? Revizyonizm mi? Parlamenter eblehlik mi (crétinisme parlamentaire)? Burjuvaziye bel bağlamak mı? (Görüldüğü üzere ben de biliyorum, sınıf hainlerine ilişkin Marksist-Leninist terminolojiyi. Keşke bilmese miydim acaba?) Her neyse. Hoşlanmıyor işte. Oturup hemen bir yazı döşeniyor (Altılı buluşma ve devrimci maksimalizm, 19 Şubat 2022). Altı partiyi ve liderlerini tek tek eleştiriyor. Geçmişteki bütün hatâlarını, demokrasi açısından sakatlıklarını, bir zamanlar iktidarın nelerine ortak olduklarını, Kürt meselesinin önemini idrak edememişliklerini vb sayıp döküyor.
Olgusal düzeyde, hepsi doğru. Faktografik açıdan, hiçbir şeyi çarpıtmıyor. Ama bir, sadece olumsuzluklara odaklanıyor. İlerlemeleri, nereden nereye geldikleri, demokratikleşme düzeyleri hakkında tek lâf etmiyor. Donmuş bir değişmezlik içinde görüyor ve gösteriyor. İki, bu yolla, topluma hiçbir demokrasi umudu sunamayacaklarını telkin ediyor. Üç, buradan hareketle bir kere daha “tek yol devrim” demeye getiriyor. Benim kendisine özel bir sohbette yönelttiğim devrimci maksimalizm eleştirisini alıp kibirli bir payeye dönüştürüyor. Evet, diyor, devrimci maksimalizm haklı ve doğrudur, çünkü görüyorsunuz alternatiflerinin halini. Böylece “burjuva politikası”na sırtını dönüp, benim gibi pasaklı reformcuların karşısında tertemiz kalmayı başarıyor.
DÜNYA VE DIŞ POLİTİKA. Çıplak bir gerçek var. Herkesin gözü önünde, güçlü bir ülke kendinden zayıf bir ülkeyi boğazlamaya girişti. Fiilin kendisi canavarca; bahaneleri belki daha bile canavarca. Rus propaganda aygıtı sürekli yalan söylüyor. Güvenlik ihtiyaçlarım diyor. Ukrayna’da soykırım diyor. Naziler diyor. Böyle bir millet ve devlet yok diyor. Barış ve huzur getiriyorum diyor. NATO saldırganlığı diyor. Hepsinin ardından, fütursuz bir istilâ ve işgal çıkageliyor. “Hayâsız bir tahaşşüd” çıkageliyor (Mehmed Âkif). Tarafsız kalınabilir bir durum yok. En ufak bir şüpheye yer yok. Katil ile kurbanını aynı kefeye koymak mümkün değil. Dünyanın önüne, bir yandan zalimi durdurmak, diğer yandan mazluma yardım ve destek diye bir sorun çıkıyor.
* * *
ARKAPLAN (İSTEYEN BU DÖRT PARAGRAFI ATLAYABİLİR). Günlerdir, haftalardır anlatmaya çalışıyorum. Bunun evveliyatı var. Uluslararası durum, 1930’ları fazlasıyla andırmaya başladı. Ne kadar abartmamaya çalışsam da (bkz Bazı yöntem sorunları, 6 Şubat 2022), çok çarpıcı paralellikler söz konusu. Geçmişin ve bugünün günahları eşit dağılmıyor. Büyük bir asimetri gözleniyor. Bir zamanların yükselen emperyalistleri Hitler ve Mussolini’ydi; bugünün yükselen ve yeniden paylaşım talep eden emperyalistleri Çin ve Rusya. Kısmen eski, kısmen yeni diktatörlükleri temsil ediyorlar. Buna karşılık insanlığın ortak mirası olan demokratik değerler, evet, daha çok Batı’da cisimleşiyor. (Roni Margulies Çin veya Rusya’da asla yaşayamaz, ama İngiltere veya Amerika’da rahat rahat, hak ve özgürlüklerine hiç dokunulmadan, kusursuz muhalif sosyalist aydın hayatını sürdürebilir.) Rusya ve Çin, Batı’yı hedef alırken aslında öncelikle demokrasiye düşmanlık güdüyorlar. Madalyonun diğer yüzünde, Batı’nın direnişi demokrasi ve insan haklarının savunulması platformuyla örtüşüyor. Batı’nın, özellikle de ABD’nin tutarsızlıkları, çelişkileri, çıkarları, yer yer çifte standartları ne olursa olsun, 1930’larda olduğu gibi şimdi de bunlar, asla iki tarafı da aynı derecede kötü gösteren bir teraziye oturmuyor.
Eğri oturalım, doğru konuşalım. Ne görüyorsunuz, Rusya’ya baktığınızda? Putin, tam bir pragmatist, oportünist, Makyavelist diktatör. Eski KGB albayı. Yılan gibi bir adam. İnsafsız, merhametsiz, amansız. Damarlarında kan değil buz akıyor. Tehlikeli gördüğü muhaliflerine kâh radyoaktif çay içirmeyi, kâh dokunmaları muhtemel satıhlara sinir gazı bileşimleri sürmeyi içeren suikastler düzenliyor. Reorganize ettiği FSB gizli polisi ve istihbarat teşkilâtının çok özel bir birimi bu cinayetlerle uğraşıyor. Deşifre olduklarında, sahipleniyor ve terfi ettiriyor. Kurtulan olursa, bir bahaneyle ve bağımsızlığı kalmamış mahkemeler marifetiyle içeri attırıyor. Uluslararası ilişkilerde ise milliyetçi, Büyük Rus şovenisti ve ilhakçı-irredantist. Geçmişte Çarlık Rusyası ve/ya Sovyetler Birliği içinde yer alıp da sonradan kopup ayrılan bütün toprakları geri almak peşinde. Tek adam kimliğiyle ayakta kalabilmesi, büyük ölçüde, Rus halkını bu tür yayılmacı vaat ve heyecanlarla aldatıp sürükleyebilmesine bağlı.
Bu bağlamda son saldırı hazırlığını alabildiğine nasırlı bir küstahlıkla yürüttü Putin. Hedef aldığı ülkeyi üç yandan kuşattı. 100,000, derken 130,000, derken 190,000 asker yığdı. Zırhlı tümenleri, ağır topçuyu, savaş uçaklarını ileri mevzilerde konuşlandırdı. Yok canım, ne saldırısı dedi bir yandan da. Bunu da nereden çıkarıyorsunuz? Sırf olağan manevralar için oralarda bulunuyorlar. Haftalarca bu teraneyi tekrarladı. Derken buradan, inanılmaz hızlı bir geçiş yaptı son üç günlük propaganda bombardımanına. Zaten hiç gerçek bir millet ve devlet olmadılar ki dedi. Yapaydırlar, Lenin uydurdu, Amerikan kolonisi oldu dedi. Nazidirler, soykırım uyguluyorlar dedi. Kurtarmamız lâzım dedi. Hop, önce Donetsk ve Luhansk’ın bağımsızlığını tanıdı. Bir lâhza geçti geçmedi; birliklerimi oraya sokacağım dedi, “barış gücü” (!) niyetine. Gene bir lâhza geçti geçmedi; ordusuna genel taarruz emir verdi. Yani belki de bıktı bir noktada, oyun oynamaktan. “Bu Batı zaten âciz, Ukrayna ordusu da zayıf, ben bu işi iki üç günde bitiririm”e hükmetti.
1930’larda olsaydık; dünya Faşizm ve Nazizm tecrübesinden, Hitler’in yalancılığı ve yatıştırmacılığın iflâsı tecrübesinden geçmemiş olsaydı, belki aldatabilirdi uluslararası kamuoyunu. Ama kimse yemedi bu sefer; daha doğrusu, pek kimse yemedi – değişmez bir anti-Batı ve anti-NATO söylemine hapsolmuş, Roni Margulies ve benzeri, çoğunu beğenmeyip “hiçbir akrabalığım yoktur” diye çok üstten küçümsediği ama aslında kendisinin de farksız olduğu dogmatik solcular dışında. Fakat ne yaptı ki Batı — saldırı geliyor, Rusya saldıracak deyip herkesi uyarmaktan başka? Putin 2014’te Kırım’ı ilhak edeli beri hiç vazgeçmedi Ukrayna’yı tehdit etmekten. Yandaşı Viktor Yanukoviç’in devrilmesini asla hazmetmedi. Ukrayna da bu tehdide karşı NATO’ya yöneldi. Bu sefer Putin, olası bir NATO üyeliğini savaş nedeni (casus belli) haline getirdi.
* * *
TEKRAR GÜNCELLİK. Hem tehdit edeceksin, hem yardım istemeyi ekstra tehdit nedeni sayacaksın. Yani ne yapsaydı Ukrayna; kestirmeden teslim mi olsaydı? Yalnızlığı mı seçseydi? Buyur, kes kellemi mi deseydi? Batı ne yapsaydı; (Büyük Lebowski geldi aklıma) Büyük Putin’in şarlatanlığına boyun mu eğseydi? 1938’te Münih’te Chamberlain ve Daladier’nin Çekoslovakya’yı satmaları, âdetâ elini kolunu bağlayıp Hitler’e teslim etmeleri gibi, Biden ve AB de Ukrayna’yı mı satmalıydı 2022’de? Zelensky’nin de elini kolunu bağlayıp Putin’e teslim mi etmeliydi?
Roni Margulies’in ve hemen bütün sol mahfillerin dediği aşağı yukarı buna varıyor. Çünkü hiçbir siyaset önermiyorlar sonuçta. Sadece hepsi kahrolsun diye slogan atıyorlar. Margulies’in 26 Şubat tarihli (yani dünkü) Ne Rusya, ne Amerika yazısından bahsediyorum. Yıldıray Oğur’un 23 Şubat’ta önce Karar’da, sonra Serbestiyet’te yayınlanan Peki neden bu kadar Rusyacılar? yazısından yola çıkıyor. Orada sözü edilen Batı korkusu ve/ya düşmanlığının hangi ideolojik yanılsamalardan kaynaklandığını kendince açıklamaya girişiyor. Kabahati (tabii Marx ve Lenin’e değil) Stalinizme ve Kemalizme buluyor. “Doğru” ya da “gerçek” sosyalizmi toptan aklıyor (o tartışılmaz sandığı asgarî tanımın tarih dışı sübjektivizmi ve idealizmine ayrıca geleceğim). Anlıyoruz ki “asıl” sosyalistler asla böyle davranmazmış, yani kâh bu kaba solcular, kâh bu kaba sağcılar gibi. Ve bütün bunlardan sonra Roni Margulies, yazısının son beş satırında, Rusya’nın Ukrayna’yı istilâ ve işgali karşısında doğru sosyalist tutumun ne olması gerektiğini şu unutulmaz belâgat örneğiyle açıklıyor:
“Amerika ile Putin’in Ukrayna üzerinde tepişmesi Rus, Ukrayna, Avrupa işçi sınıflarının çıkarına mıdır? Hayır! Ya Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi? Hayır! Ya NATO’nun Ukrayna’ya girmesi? Hayır! Emperyal güçlerin, büyük devletlerin tepişmesi Ukrayna ve Rus işçileri için sadece ölüm, yıkım ve yoksulluk anlamına gelir.”
Bravo, dedim okuduğumda; bu ne özgünlük böyle? Bak işte, o “hiç akrabalığı olmayan” solda başka kimsenin düşünemediği bir damarı yakalamış Margulies. “Amerika ile Putin’in Ukrayna üzerinde tepişmesi”ymiş mesele. Bundan ibaretmiş. Teoride “Rus, Ukrayna, Avrupa işçi sınıfları” varmış ama çok daha somutta Ukrayna halkı diye birileri yokmuş anlaşılan. Bağımsızlık diye bir mesele de yokmuş. Saldırıya karşı direnmek diye de. Kendi hükümetini seçebilmek diye de.
Tabii küçük bir sorun var burada. Margulies tipi solculuğun “Amerika-Rusya tepişmesi” derken yok saydığı; televizyonlarda alabildiğine ahlâksız, utanç verici konuşmalar yapan anti-NATO teorisyeni güvenlik uzmanlarının da aynı şekilde yok saydığı Ukrayna halkı, hükümeti, ordusu üç gündür kahramanca direniyor Rus saldırısına. Büyük Petro’nun 1721’de Rus İmparatorluğu’nu ilân etmesinin ardından, üçyüz yıl boyunca Çarlığın ve Sovyetler Birliği’nin zorbalığına maruz kalan, tarihçi Timothy Snyder’ın Kan Diyarları (Bloodlands, 2010) diye nitelediği topraklarda, böyle bir başeğmezlik zuhur ediyor Moskova’ya karşı. Varlığını hatırlatıyor ve bütün bu “uzman” kalabalığını yalanlıyor. Ukrayna dövüşüyor, Batı ise (gecikmeli biçimde) hafif silâh sistemleri yardımı yapıyor. Peki ya daha dolaysız biçimlerde koşsalar(dı) Ukrayna’nın yardımına? Belki daha baştan, Rus yığınağının ilk günlerinde, hemen NATO üyeliğine alsalardı Ukrayna’yı? Gerçi olmadı öyle bir şey. Ama anlaşılan Margulies’ler için bu daha baştan, a priori, Rus istilâ ve işgaliyle aynı anlama geliyor.
Hayli ironik. Eleştirdiği ve “Stalinizm” dediği Komintern Marksizminin maksimalist “tek yol devrim” ve “sınıfa karşı sınıf” darlıklarının ne kadar parçası olduğunun; hep aynı at gözlükleriyle yürüdüğünün hiç farkında değil. Roni Margulies. Yüzeysel bulduğu bir “anti-emperyalizm”i ne kadar paylaştığının da. Oradan, Yıldıray Oğur’un dikkat çektiği Batı düşmanlığına şahsen ve bizzat ne kadar kolay yuvarlandığının da. Onun için iş, bizler sadece seyredip “Hayır!” diye bağırırken, (henüz devrimci maksimalizmimizin aforoz etmeye fırsat bulamadığı) uzaylıların gelip Ukrayna’yı kurtarmasına kalıyor.
Merak ediyorum, Milletler Cemiyeti hakkında ne diyecekti, 1930’ların başlarında? “Avrupa üzerinde tepişiyorlar” mı diyecekti Faşizm ve Nazizmle? Ya da tersine, direnemeyişlerini alkışlayacak mıydı? Aynı şekilde Münih 1938 “Çekoslovakya üzerindeki tepişme”nin; hattâ Hitler’in 1 Eylül 1939 saldırısı “Polonya üzerindeki tepişme”nin konusu mu sayılacaktı?
Margulies’e gülemiyorum. Sevimli bulamıyorum. Çünkü realite, başlık resmimdeki tozpembe Harikalar Diyarı değil. Realite yukarıda. Kyiv bombalanıyor. Rus birlikleri kente adım adım sızıyor. Sokaklarda savaşılıyor. İnsanlar öldürülüyor. Anneler bebeklerini sığınaklarda doğuruyor.