“Aslında büyük ölçüde siyasi olan bir sorun, 1982 Anayasası’nda cumhurbaşkanının seçimine ilişkin düzenlemeler üzerinden birdenbire tüzel bir konuya dönüştürüldü. Bu düzlem değişikliğinde ve mücadelenin kökeninde siyasi alanda yaşanan çaresizliğin, muhalefet yapamamanın önemli bir etmen olduğu açık. Yoksa cumhurbaşkanı seçimi aniden son derece teknik ve böylesine gerçeküstü bir anayasa hukuku tartışmasına dönüşmezdi.”
Mülkiye’nin anayasa hukuku hocalarından Murat Sevinç, 2007’de yaşanan 367 krizini bu sözlerle eleştirmişti. Yaşanan bu kriz gerçekten de daha iyi özetlenemezdi. 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi 16 Mayıs 2007 tarihinde dolacağı için 2002 seçimlerinden sonra oluşan meclisin yeni bir Cumhurbaşkanı seçmesi gerekiyordu. 2002 seçimlerinde %10 barajı nedeniyle DYP, MHP, Genç Parti, DEHAP, ANAP gibi birçok parti %5’ten fazla oy alıp baraj altı kalmış, seçmenin %46’sının oy verdiği parti meclise girememiş, bu nedenle %34 oy alan AK Parti 550 vekilin 363’ünü, %19 oy alan CHP ise 178’ini almıştı. AK Parti, tek başına Cumhurbaşkanı seçebilecek konumdaydı: m. 102 uyarınca ilk iki turda karar yeter sayısı 367’iken, üçüncü turda üye tamsayısının salt çoğunluğu yeterliydi. AK Parti’nin adayı ise 24 Nisan 2007 tarihinde belli oldu, Başbakan Erdoğan grup toplantısında Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı olacağını açıkladı.
Muhalefet, medya ve ordu tepkiliydi. Bu tepkinin en yaygın sebebi, %10 barajı nedeniyle temsilde adalet ilkesinin zedelendiği bir meclisin Cumhurbaşkanı seçmesinden dolayı duyulan demokratik endişe değildi. Nitekim Avrupa Birliği üyelik sürecini ve demokratikleşme reformlarını yürüten Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, olası isimler arasındaki en uzlaşmacı ve ılımlı siyasetçiydi. Adaylığı açıklanır açıklanmaz ilk ziyaretlerinden birini de CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a yapmıştı. Gül’ün adaylığına karşı çıkanların asıl derdi Hayrünnisa Gül’ün başörtüsüydü. Çankaya’ya başörtülü bir First Lady’nin gelmesini istemiyor, Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin laikliği zedeleyeceğini ileri sürüyorlardı.
Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Cumhuriyet gazetesinin en önemli gündemi: Hayrünnisa Gül ve başörtüsüydü (Cumhuriyet gazetesinin deyimiyle “türban”)
“Yaver olan askerler türbanlı bir first lady’e kapıyı nasıl açacak?” tartışmasının dahi yapıldığı, kendini “feminist” olarak tanımlayan kişilerin Cumhuriyet Mitingleri’nde “türbanlı First Lady istemiyoruz” konuşmaları yaptığı bu “gerçeküstü” atmosferde, Gül’ün Çankaya’ya çıkmasını engellemek için muhalefetin elinde pek bir siyasi araç yoktu. AK Parti, meclis oylamasının üçüncü turunda 363 milletvekiliyle rahatça Cumhurbaşkanı’nı seçebilirdi. Muhalefetin elindeki tek dayanak 2006 sonbaharından itibaren başlayan teknik bir anayasa hukuku tartışmasıydı: Bazı hukukçulara göre m. 102’deki 2/3 karar yeter sayısı, aynı zamanda özel bir toplantı yeter sayısıydı; bu nedenle m.96’daki 1/3 toplantı yeter sayısına ilişkin genel hüküm uygulanmamalı, 367 milletvekili ilk oturuma katılmadığı sürece Cumhurbaşkanı seçilememeliydi. Daha önce Özal, Demirel veya Sezer’in Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu denli dile getirilmeyen bu teknik argüman, 2007 yılının gündemini belirlemişti. CHP en başından itibaren bu fikre katılarak oylamaya girmeyeceklerini söylemiş, ANAP ilk başta katılacaklarını belirtip toplantı tarihi gelince açıklanamayan bir “son dakika” kararıyla meclise girmekten vazgeçmişti.
Günün sonunda 27 Nisan 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk oturumuna 361 milletvekili katıldı: 353 AKP milletvekilinden 351, 151 CHP milletvekilinden 1 (Esat Canan), 20 ANAP milletvekilinden 2 (Miraç Akdoğan ve Hasan Özyer), 4 DYP milletvekilinden 2 (Ümmet Kandoğan ve Mehmet Erarslan), 11 bağımsız milletvekilinden 5 vekil (Süleyman Bölünmez, Fuat Geçen, Göksal Küçükali, Hamza Albayrak ve Ülkü Güney). Gül lehine 357 oy çıkmış, seçim ikinci tura kalmıştı. CHP 367 milletvekilinin oturumda olmadığı gerekçesiyle koşa koşa Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu ve seçimlerin iptalini talep etti. Aynı günün gecesinde TSK, e-muhtıra yayınladı, Cumhurbaşkanlığı seçimini ve laiklik tartışmalarını “endişeyle” izlediğini belirtti.
1 Mayıs 2007 tarihinde Anayasa Mahkemesi de 367 tezini benimsemiş ve ilk tur oylamasının iptal edilmesine sebep olacak bir karara imza attı. Anayasa Mahkemesi üyesi Haşim Kılıç karşı oyunda “tarihe şerh” düşerek mahkeme üzerinde kurulan baskıları yazmış, yaşanan süreci özetlemişti:
Haşim Kılıç’ın tarihe düştüğü şerh
Sonrası ise malum. 2007 erken seçimlerinde AK Parti oyunu arttırmış ve %46 almış, seçimlerden sonra MHP’nin oturuma girme kararıyla Abdullah Gül 11. Cumhurbaşkanı seçilmiş, Anayasa Mahkemesi kararı, muhtıra ve muhalefetin itirazlarına tepki olarak Cumhurbaşkanı’nın halk oyuyla seçilmesini öngören anayasa değişikliği kabul edilmiş; bu “teknik” kriz nedeniyle parlamenter sistemin yarı başkanlık sistemine dönüşmesine giden bir sürecin fitili ateşlenmişti.
2007’den beri Türkiye’de çok şey değişti: 367 krizinin taraflarının tuttuğu saflar, anayasal hükümler, Cumhurbaşkanlığı seçim usulü, hükümet sistemi. Fakat Türkiye’nin kronik sorunları hala değişmedi. Demokratik yollarla seçilen kişilerin görevden alınması, seçim yasakları, parti kapatma davaları hala demokratikleşme hikayemizin kapanmamış yarası. Özneler değişse de demokrasinin önündeki engeller yerli yerinde.
İşin ilginç yanı Türkiye’nin yaşadığı ve içinden bir türlü çıkamadığı bu sorunlar artık bütün dünyanın sorunu. Hatta bir zamanlar “küçük Amerika” olarak adlandırılan Türkiye, 367 krizini dahi son yıllarda artık “büyük Türkiye” olan ABD’ye ihraç etmiş durumda.
Evet, ne Trump’ın Abdullah Gül ile, ne ABD Yüksek Mahkemesi’nin 2007’deki Anayasa Mahkemesi’yle ne de Amerikalı Demokratların Deniz Baykal CHP’siyle yakından uzaktan alakası yok. ABD ordusunun muhtıra yayınladığı, hakimlerin baskı altında hissettiği bir atmosfer de yok. Trump sayısız skandal ve ceza davasıyla başlı başına kendine özgü bir fenomen.
Fakat Trump hakkında istenen siyasi yasak kararı da 367 krizi gibi halkın desteğini arkasına alan bir siyasetçiyi durdurmak adına siyasi araçlar yetersiz kalındığında ortaya çıkarılan teknik ve gerçeküstü bir anayasal tartışma.
Trump’ın kabusu: askeri vesayet değil, 91 yaşındaki Norma Anderson
ABD Yüksek Mahkemesi’nin Trump’ın Colorado eyaletinde Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adaylığı önseçimlerine katılmasını öngören seçim yasağı kararını ele aldığı davanın adı “Trump v. Anderson”. Anderson, 91 yaşındaki Norma Anderson’ın soyadı. Norma Anderson, 1987-2006 yılları arasında Colorado eyaletinin yerel yasama organlarında görev almış etkili bir Cumhuriyetçi Partili yerel siyasetçi. Cumhuriyetçi Parti içinde aktif rol oynamış bir aileden gelen Norma Anderson, 2016 yılından itibaren Trump karşıtı olan Cumhuriyetçilerden. “Never Trump” (Asla Trump) diyen bütün Cumhuriyetçi siyasetçiler gibi Trump’ın önseçimlerde yenilmesi, önseçimleri kazanırsa da genel seçimlerde Joe Biden gibi merkeze yakın bir Demokrat Partili ismin kazanması için uğraşan Anderson’ın en büyük amacı Trump’ın 2024 seçimlerine girmesine engel olmaktı. Fakat işleri oldukça zordu. Zira ABD Anayasası’nda başkan seçilme şartları Türkiye ve çoğu kıta Avrupa ülkesinden oldukça farklı. ABD anayasasına göre hapis cezası almak, hüküm giymek, hatta suçüstü gözaltına alınmak başkan adayı olmanın önünde bir engel değil. Bir kişi adam öldürmekten hüküm giyip hapse girse dahi anayasadaki boşluktan dolayı başkan adayı olabiliyor, hatta seçilebiliyor, Beyaz Saray yerine hapishane hücresinden ülkeyi yönetebiliyor. ABD anayasasını yazan kurucu babalar, Trump gibi bir ismin halkın desteğini alıp seçimleri kazanma ihtimalini pek öngörmemiş olsa gerek ki bu konuda herhangi bir düzenleme yapmayı tercih etmemiş.
Anderson ve Demokrat Parti’ye yakın avukatlarının başvurabileceği tek bir çareyse Anayasa’da yer alan 14. değişiklik maddesi 3 fıkrasıydı. 1861-1865 yılları arasında köleliğin kaldırılması üzerine doğan uyuşmazlık neticesinde çıkan ABD İç Savaşı’nda Kuzey eyaletleri, kölelik yanlısı Güney eyaletlerini yenilgiye uğratmıştı. İç savaş sonrası yeniden yapılanma sürecinde, toplumsal huzurun sağlanması adına iç savaşa katılmış Güney eyalet askerlerine ve yöneticilerine cezai soruşturma açılmamış, savaş hukukunun geçerli olduğu kabul edilmişti. Fakat Kuzeyliler, daha öncesinde anayasaya bağlılık yemini edip isyan etmiş Güneyli siyasetçilerin bir daha kamu gücünü ele geçirmesini istemiyordu. Bu nedenle bu kişilerin önemli “kamu görevlerinden” arındırılmasına, temizlenmesine yönelik özel bir anayasa değişikliği maddesi kabul edildi. 1868 yılında kabul edilen 14. değişiklik maddesinin üçüncü bölümü uyarınca, ABD anayasasını korumak için bir yemin etmiş, fakat daha sonrasında anayasaya karşı isyana veya başkaldırıya karışmış veya anayasal düzenin düşmanlarına yardım sağlamış kişilerin üst düzey devlet görevlerine gelmesi yasaklandı. Bu siyasi yasak, ancak Senato ve Temsilciler Meclisi’nin ortak kararıyla ve üye tamsayısının 2/3’üyle kaldırılıyordu. Nitekim kısa bir süre sonra Kongre, 2/3 ile neredeyse bütün Güneyli isyancıları affetti ve tekrardan siyasete girmelerine imkan verdi. İç savaş sonrası kabul edilen bu özel arındırma hükmü, 1868’ten günümüze 156 yıl boyunca tozlu raflara kaldırıldı, neredeyse hiçbir hukukçunun hatırlamadığı bir anayasa maddesine dönüştü.
Fakat aynı 367 teorisi gibi siyasetin tıkandığı noktada o tozlu raflardan indirildi: Yıllar sonra İç Savaş gibi ABD’yi tam ortadan ikiye böldü.
İç savaşın mirası: Trump’ı arındırmak
Biden, 2022’den itibaren anketlerde düşmeye ve Trump kendi aleyhine açılan her davada oyunu arttırmaya devam ettikçe hukukçular çoktan Trump’ı mahkeme yoluyla engellemenin çeşitli yollarını aramaya başlamıştı bile. Anayasadaki açık hüküm karşısında hukukçuların tek şansı yine anayasa kaynaklı bir engel bulmaktı. İki muhafazakar hukukçu akademisyen William Baude ve Michael Stokes Paulsen yardıma yetişti ve Ağustos 2023’te iç savaştan günümüze miras kalan 14. değişiklik maddesinin 3. fırkasını hatırlattı. Akademisyenlere göre, Trump 2020 Kasım sonuçlarını tanımadığı, seçimlere müdahale etmeye çalıştığı ve nihayetinde seçim sonuçlarının tasdik edildiği Kongre oturumunu hedef göstererek 6 Ocak 2021 Kongre baskınına sebep olduğu için “anayasaya karşı isyanı teşvik etmiş”, daha önce başkan olarak ettiği anayasaya bağlılık yeminini bozmuştu. Bu nedenle, İç Savaş’tan sonra Güneyli siyasetçiler gibi arındırmaya tabii tutulmalı ve herhangi bir kesin mahkeme hükmü olmadan hakkında siyasi yasak kararı verilmeliydi. Bu siyasi yasak kararını ise her bir eyalet ayrı ayrı verme yetkisine sahipti. Muhafazakar akademisyenlerin yazdığı bu makale neticesinde, birçok Demokrat Partili hukukçu da tartışmaya müdahil oldu ve Trump hakkında kesin bir mahkeme kararı olmamasına rağmen Demokratların Vali veya eyalet sekreteri olduğu eyaletlerde Trump’ın 2024 seçimlerinde pusuladan çıkarılması için çağrıda bulundu.
Trump halihazırda 4 farklı ceza davasından yargılanıyor. Cinsel taciz ve evrakta sahtecilik davalarından da hüküm giymiş durumda. Fakat 6 Ocak Kongre Baskını sebebiyle açılan davada özel yetkili savcı Jack Smith dava sürecini hızlandırmak açısından “isyana teşvik” suçunu iddianame kapsamına almadı. Bu nedenle, Trump hakkında isyana teşvik suçu hükmü verecek bir mahkeme şu anda mevcut değil. Fakat zaten Trump’a doğrudan anayasaya dayanan bir siyasi yasak verilmesini gerektiğini savunanlar da bir mahkeme kararına ihtiyaç duymuyor. Trump’ın 6 Ocak 2021 baskınıyla doğrudan isyana teşvik ettiğini söylüyor ve anayasanın ilgili hükmünün kendiliğinden uygulanması gerektiğini savunuyor.
Trump karşıtlarının bu çağrısı 91 yaşındaki Norma Anderson’ın açtığı dava ile ilk kez Colorado eyaletinde karşılık buldu ve Colorado Yüksek Mahkemesi’nin de kararıyla Trump’ın önseçimde pusuladan silinmesine karar verildi. Ardından Maine eyaletinin Demokrat Partili eyalet sekreteri de önseçimlerde Trump’ın anayasadaki hüküm gereğince pusuladan silineceği açıkladı, ve son olarak İllinois eyaletinde bir yargıç Trump’ın önseçimlere girmesini engelledi. Böylece Trump 6 Ocak Kongre Baskını’ndaki rolüne ilişkin tek bir mahkeme kararı olmadan üç farklı seçim yasağıyla karşı karşıya kaldı.
Trump için önseçim sembolikti. Bu 3 eyalette önseçime girmese dahi adaylığı kazanabilir ve genel seçimde yarışabilirdi. Fakat Trump’ın en büyük korkusu bu önseçimle ilgili verilen siyasi yasak kararlarının genel seçim döneminde de alınması ve uygulanabilir bir içtihada dönüşmesiydi. Nitekim bunun önüne geçmek için soluğu 3 üyesini bizzat kendisinin atadığı ve muhafazakar yargıçların 6’a 3 çoğunluk olduğu Yüksek Mahkeme’de aldı.
Al Gore’nun gölgesi, Trump’ın teminatı
2000 yılında karşı karşıya gelen Demokrat Al Gore ve Cumhuriyetçi “oğul” Bush
Trump v. Anderson davası, Yüksek Mahkeme’nin seçimleri doğrudan etkileyen siyasi bir uyuşmazlık hakkında verdiği ilk karar değil. 2000 yılında muhafazakar çoğunluk Florida’da oyların yeniden sayılmasını engelleyen bir karara imza atmış, Demokratların adayı Al Gore’nun yeniden sayım neticesinde hatalı bir şekilde geçersiz yazılan oyları alarak Florida’yı kazanmasını engellemiş, Cumhuriyetçi başkan adayı Bush’ın seçimleri kazanmasına vesile olmuştu. Birçok Demokrat Partili siyasetçi ve akademisyen bu karar neticesinde Irak’ın işgaline giden sürecin başladığını savunmuş, Yüksek Mahkeme’nin itibarını böylesine siyasi bir karar vererek sıfırladığını söylemişti.
Yüksek Mahkeme, Trump döneminde atanan 3 genç muhafazakar yargıç vesilesiyle 6-3 ile Cumhuriyetçi başkanlar tarafından atanan muhafazakarların çoğunluğuna geçti. Bu nedenle, Trump aleyhine bir karar çıkması pek mümkün değildi. Fakat Yüksek Mahkeme verdiği kararla siyasi yasak tartışmasını çok daha ileri bir boyuta taşıdı.
Öncelikle mahkeme, önemli bir ilke imza attı. Her kesimin ilgiyle takip ettiği böylesine kritik bir davada uzun zamandır ilk kez oybirliğiyle karar aldı. Mahkemenin oybirliğiyle vardığı sonuç netti: 14. değişiklik maddesi 3. fırkası eyaletlere seçim yasağı verme yetkisi vermiyordu. Zira aksi durumda eyaletler aldıkları farklı kararlarla, bütün ülkeyi ilgilendiren federal bir seçimde farklı oy pusulalarının doğmasına sebep olabilir, her eyalette seçim süreçleri ve ceza hukuku kuralları farklı olduğu için aynı aday hakkında aynı olay sebebiyle farklı kararlar alınabilir ve seçime çok az bir süre kalmışken ülke kaosa sürüklenebilirdi.
Fakat Yüksek Mahkeme’nin muhafazakar yargıçları bir adım daha ileri gitti ve davanın kapsamının ötesinde bir hukuki meselenin yanıtını daha verdi. Yüksek Mahkeme’ye göre söz konusu siyasi yasak hükmü, ancak Kongre’nin bir yasa çıkarması durumunda uygulanabilirdi. Yani Kongre bu anayasal hükmün kapsamını, nasıl uygulanacağını, isyana teşvikin tanımını ve koşullarını belirlediği net bir yasa kabul etmedikçe isyana teşvik etmiş kişilere yönelik verilen bu siyasi yasağın federal düzeyde uygulanma şansı da yoktu. Ancak eyaletler kendi eyalet yasama organlarına ilişkin bu anayasal hükmü doğrudan uygulayabilirdi. Bu çoğunluk gerekçesine muhafazakar yargıç Barrett ve 3 liberal yargıç katılmadı, farklı görüş yazısıyla tepkisini dile getirdi. Liberal yargıçlar, anayasa hükmünün doğrudan uygulanabilir olduğunu düşünüyordu. Farklı bir gerekçeye imza atan liberal yargıçlara göre, mahkeme Al Gore v. Bush davasında olduğu gibi “karar vermemesi gereken konularda karar vermişti”.
Liberal yargıçların azınlık görüşü aslında Trump’ın siyasi yasak kararıyla durdurulmasını isteyen hukukçuların da görüşüyle paralel. Zira bu görüşü savunanlara göre, eyaletlerin seçim yasağı kararı vermesi Trump’ın engellemesi için tek olası yöntem değildi. Bir teoriye göre, Trump seçimleri kazanırsa Kongre ortak oturumunda sonuçların tasdik edilmesi sırasında da aynı Trump’ın 2020’de Biden’a karşı yapılmasını savunduğu gibi Trump’ın seçim sonuçlarının tasdik edilmesi engellenebilir, Kongre çoğunluğu doğrudan bu anayasa hükmünü uygulayarak Trump’ın elinden seçim zaferini alabilirdi. Bir başka teoriye göre, Trump’ın 6 Ocak Kongre davası kapsamında ceza alması durumunda Kongre baskınından etkilenen kişiler başka bir mahkemede böyle bir siyasi yasak kararı alınmasına yönelik dava açabilirdi. Bu teorilerin hayata geçirilmesi oldukça zordu. Zira böyle bir karara imza atanlar 6 Ocak’tan çok daha öfkeli bir Trump kitlesini karşılarında bulacaklarının farkındaydı. Fakat birçok akademisyen, siyasi elit için Trump’ın yeniden başkan seçilme olasılığı çok daha korkunçtu. Trump’ın neredeyse her kritik eyalette Biden’i yendiği anketlerin sayısı arttıkça her türlü riskin alınması ve Trump’ın “demokrasi” uğruna engellenmesi gerektiğini savunanların sayısı bu nedenle hiç de az değildi.
İşte bu olasılık ve senaryolar artık Yüksek Mahkeme eliyle kapandı. Sadece eyaletlerin değil mahkemelerin veya Kongre’nin de Trump’a seçim yasağı vermesi engellendi. Bu nedenle Demokratlar ve liberal yargıçlar kararı pek sıcak karşılamadı.
Uçurumun kenarından dönen Amerika
Amerika, 6 Ocak’ta seçim sonuçlarını tanımayan bir başkanı bağımsız işleyebilen bir yargı sistemiyle, Mike Pence gibi partisiyle arasına mesafe koyabilen ve anayasaya bağlılığını koruyan siyasetçiler, başkanın talimatlarını dinlemeyen Cumhuriyetçiler sayesinde durdurmuş ve demokratik sistemi korumuştu. Trump’ın talebi, soyut hile iddialarına dayanarak Biden’in kazandığı bir seçimin geçersiz sayılmasıydı. Hiçbir somut delil ileri sürülememiş, kendi atadığı yargıçlar dahi Trump’ı haksız bulmuştu.
Fakat aradan geçen 4 senede Biden, Trump seçmenini ikna edecek, desteğini alacak bir hikaye ortaya koyamadı. Aksine özellikle İsrail’e verdiği şerhsiz desteğiyle 2020’de kendisini destekleyen binlerce solcu, Müslüman ve genç seçmenle arasına mesafe koydu, geniş seçmen koalisyonunu bozdu.
Bu nedenle de Trump kendine açılan her davada oyunu yükseltmeye devam etti, anketlerde yükseldi. 2024 Kasım’da başkanlık seçimleri daha önce hiç olmadığı kadar başa baş geçecek. Seçim sonuçlarını kestirmek zor. Kimin kazanacağı kesin değil. Fakat Yüksek Mahkeme kararı sayesinde kimin kazanacağına bir mahkemenin veya partili bir eyalet sekreterinin karar vermeyeceği net.
Demokratların önemli bir kısmı, Yüksek Mahkeme kararından dolayı mutsuz. Çoğu aksi yönde bir karar olsaydı neler yaşanabileceğinin farkında değil. Trump lehine eyaletlerin veya mahkemelerin siyasi yasak kararı verebileceğine hükmedilseydi, yarın öbür gün Cumhuriyetçi eyaletler veya muhafazakar hakimler Biden’a veya başka bir Demokrat’a sokak protestolarını desteklediği gerekçesiyle siyasi yasak verebilirdi. Örneğin Teksas’ın Cumhuriyetçi vali yardımcısı daha geçen ay sınırsız göçü desteklediği için Biden’in anayasaya karşı isyan ettiğini ileri sürdü ve Teksas’taki pusuladan silinmesi gerektiğini savundu. Demokratlar bugün Trump’a karşı kullandığı ne kadar hukuki yol varsa, yarın aynılarına maruz kalabilir. Trump gibi kindar ve narsist eğilimli bir rakip kendisine yönelik bütün bu hukuki araçları Demokratlara karşı kullanabilir, intikamını kamudan toplu ihraçlarla, siyasi davalarla alabilir. Şimdiden intikam planlarını hazırlamaya başladı bile.
Demokratların kullandığı sopanın, yarın Trump’ın veya başka bir Cumhuriyetçi’nin eline geçtiğinde nelerin olabileceğini kestirmek zor. Neyse ki Yüksek Mahkeme, Türkiye’de 367 krizinden sonra yaşananların ABD’de tekerrür etmemesi için elinden geleni yaptı ve oybirliğiyle sopayı alıp kırdı.
Artık Demokratların, Trump’ı yenmek için ellerinde tek bir koz var: Seçimleri kazanmak. Tabi hala “demokrat” kalmak gibi bir dertleri varsa…